28 Şubat 2020 Cuma

BİR KULÜBÜN RÖNTGENİ | Bedri Baykam | 27.02.2020


Fenerbahçeli olarak itiraf etmeliyim, o pankart kabul edilemez: “SENİ DE SENİ SEVENİ DE SEVMİYORUZ”. Gerçekle örtüşmesi imkansız! O staddakilerin aile mensuplarının, iş ortaklarının, arkadaşlarının önemli bir kısmı başka takımdan ve çoğu da Galatasaraylı. Spor, bir keyif. Spor, insanlar ve ülkeler arası dostluğu, diyaloğu, barışı, tevazu içinde kazanmayı, metanet içinde kaybetmeyi öğreten, yaşam üstünden felsefi bir duruşun vesilesi. Fenerbahçe tarihine yakışmayan bu cümleyi unutalım ve bu yakışıksız tavır bir daha görülmesin stadlarda.

ALİ KOÇ’A KİMLER NİÇİN SALDIRIYOR?
Koç’un tribünlerden nasıl aşağıya atladığı konuşuluyor: “Ne Ali Koç’a, ne de Fenerbahçe Başkanı’na yakıştı” diyorlar. Kesinlikle yaşanmamalıydı. Ama ben o anda Koç’a haksızca nasıl sataşıldığını kelimesi kelimesine tahmin edebiliyorum. Başkan Ali Koç, sevgili arkadaşım Ali, Fenerbahçe’ye maddi manevi varlığını, tüm zamanını verdiği için, kulübü sahiplenip aşırı sevdiği için bu spontan tepkiyi verdi. Keşke o patlama yaşanmasaydı, ama kendisini anlayabiliyorum. Bir gerçek var: Hatırlayalım ilk demeçleri ve kamuoyundaki imrenme havasını; Koç, Türk futboluna çağ atlatmak ve barış taşımak için başa geldi. Ama ne yazık ki, ağır rekabet, hakem kavgaları, 3 Temmuz pisliğinin artıklarının yarattığı gürültüler, Koç bu ortama barış getiremeden onu içine çekti, kendi kaosunun içinde onu eritti. Ben Koç’un kendini bulup, etrafındaki etkenlerden sıyrılıp o futbol devrimlerini yapacağı güne dönmesini bekliyorum. Şu gerçeği de unutmayalım: İktidar, Gezi olayları hakkında çarpık düşüncelerin ortalıkta uçuştuğu bir dönemde, Divan Oteli’nin nasıl bir revire dönüştüğünü, Gezicilere nasıl destek verdiğini unutmadı. Zaten “ağır Atatürkçülük suçlaması” (!) ile karşı karşıya olan Koç ailesi ve Ali Koç, yandaş basının ortak saldırı hedefi. Damat Bey’in de arka planda Trabzon için çalışmaya nasıl devam ettiğini gururla anlattığı video da ortalıkta dönmeye devam ediyor! Cumhurbaşkanlığı Danışmanları ise açık açık Koç’a ağır suçlamalar yöneltiyor!
Şu günlerde yalnız Trabzonlular veya Fetöcüler veya iktidar değil, her önüne gelen saldırıyor Ali Koç’a ve Fenerbahçe’ye… Ama maalesef yalnız onlar değil, Fenerbahçeliler de saldırıyor. Bu çok ucuz bir tavır. Daha 3-4 hafta önce, Koç ve Yanal isimlerini slogan ve şarkılarla elleri patlayıncaya kadar alkışlayanlar, işler kötü gidince, bu sefer hemen kan içici bir saldırganlığa geçiş yapabiliyor! Bu büyük bir hayal kırıklığı! Bu kadar ucuz mu aşk ve kin arasında gidip gelen duygularınız, bu kadar güvenilmez mi? Peki, Ekici’nin füze frikiği girse ne yapacaklardı? Ya da hakem “Fenerbahçe’ye kaybettirme” misyonu ile maça çıkmamış olsa, ilk yarıda üst üste 15 faul çalıp gol olana kadar topu Galatasaraylılara teslim etmese, Jailson’un topa müdahalesine akıl almaz şekilde penaltı çalmasa, ne yapacaklardı? Bu arada kimse yanlış anlamasın, bu maçı tabii ki Galatasaray kazanmayı hak etti. Çok daha iyi oynadı. Ama her takım “daha iyi” oynadığı bir maçı illa kazanmaz: Nasıl Fenerbahçe çok iyi oynadığı Kayseri ve Trabzon maçlarını kaybettiyse, Galatasaray da çok iyi oynadığı bu maçı kazanamayabilirdi; ama “hakem kararıyla” üç puanı aldılar. Hiçbir GSaraylı, düşen Muriqi, düşüren Marcao olsa, o pozisyona penaltı çalınmasını hazmedemezdi! Ama sonuçta belki de bu mağlubiyet Fenerbahçe için iyi oldu. Çünkü son yıllarda takım Saraçoğlu’nda ezeli rakibine karşı kazanmaya değil, rekor için sanki yenilmemeye oynuyordu!

FENERBAHÇE’NİN İNTİHARVARİ HAMLELERİ
Koç Başkanlığı döneminde yaşananları tek başına ele alamayız. 2006’da Denizli felaketiyle başlayan negatif süreç, Kadıköy’de Galatasaray’a karşı 21 yıl sonra alınan mağlubiyetle belki yeni bir viraj aldı. 3 Temmuz’un da bu 14 yılın ortasında yer aldığını unutmayalım. Üç kere son hafta kaybedilen şampiyonluklar (ikisi kendi sahasındaki maçlardan sonra), Avrupa Kupası’na yarı finalde veda etmek, Aziz Yıldırım’ın hapse girip çıkması, Alex’in kovulması, defalarca Türkiye Kupası’nın finalde kaybedilmesi, başkanlığın olaylı bir kongrede değişmesi, hep bu 14 yıla sığan dramatik anlardı.
Yıldırım dönemini tesisleşme başarıları dışında ilk aklıma gelen, FB’ye en büyük zararları veren o ünlü cümle: “Hiç kimse Fenerbahçe’den daha büyük değildir”. Bu cümle kullanılarak yalnız Alex değil, Van Hooijdonk, Gökhan Gönül, Caner Erkin, Mustafa Denizli, Zico, ilk döneminde Ersun Yanal kapı dışarı edildi. Terraneo’nun Emre, Egemen, Webo başta olmak üzere takımı boşaltması, Kocaman’ın Alex’ten sonra Stoch’u takımdan çıkarması, daha sonra da Koç döneminde Comolli’nin aynı şeyi yaparak önce takımın iskeleti üç Brezilyalıyı (Josef, Guiliano ve Fernandao), ertesi sene Valbuena’yı satması, bütün bu hamlelerin ortak noktası yıldızların harcanmasıydı: “Fenerbahçe’de hiçbir başarı cezasız kalmaz.” 15 yıldır harcanan isimlerin yerine alınanlar ise, bugün yüz milyonlarca euro ile biriken borcu oluşturdu.

SABIRSIZ HOCA DEĞİŞİMLERİ YIKIM GETİRİR
Fenerbahçe “Hemen şampiyon olmamız lazım” sabırsızlığından vazgeçmezse, daha 15 yıl şampiyon olamaz. Artık “Basarız 80 milyon Euro’yu, taş gibi takım yaparız” dönemi sona erdi. Zaten UEFA izin vermiyor. Yanal’ın takıntılarından kurtulması, çakma mevki oyuncuları arama sendromlarına son vermesi lazım. Yönetimin BENCE, Yanal’a sahip çıkarak beklenilenin tersine, uzun bir kontrat sunması lazım. Çünkü şu anda her yeni hoca, 10 kişinin gitmesi, 10 oyuncunun da transferi demektir. Bu da yine birbirini tanımayan bir takım ve bu yeni hocaya güvenmeyen taraftarlar demektir. Kulübün bunu kaldıracak hali yok. Fenerbahçe’nin her yıl skorlara göre hoca azleden bir takım olmaktan çıkması lazım. GSaray maçı öncesi, Yanal’a açık çek verilseydi, durum çok farklı olabilirdi. Terim maça ne kadar özgüvenle çıktıysa, Yanal da “kazanamazsa Ersun gider” baskısı altında kırılmış olarak çıktı. Aynı medya, baskıya Trabzon kupa yarı finali öncesi devam ediyor! Halbuki Yanal’a sahip çıkılsa, bu yıl Kupa ve süper Kupa kazanılabilir! Fenerbahçe’nin Mahfi Eğilmez’in açık mektubunda dediği gibi, gençleri takıma monte etmeye yönelmeli. Benim buna ekleyeceğim Alex, Deivid, Luciano gibi Brezilyalı eski yıldızlara sahip bir Fenerbahçe’ye acilen onların seçeceği geleceğin yıldızlarının monte edilmesi! Taraftara düşen ise, bu yıkıcı nihilist aceleci tavrı bırakıp gerçeklerle yüzleşmek. Bunu yapmazlarsa, Fenerbahçe’ye fayda yerine büyük zarar verecekler.

20 Şubat 2020 Perşembe

KAVALA KARARI VE YARGININ YOKOLUŞU | Bedri Baykam | 20.02.2020


AKP döneminde alınan yargı kararlarında her zaman koca bir “sürrealizm” algısının ortalığa fırlama şansı vardır. En olmayacak bakış açısı birden en beklenmedik an ve ortamda gündeme geliverir. Bu durumlarda mesela Danıştay cinayeti davası, Ergenekon’a bağlanabilir. Atatürkçüler birbirini vurmuş olabilir, Cumhuriyet gazetesini bombaladıkları iddiasıyla suçlanabilirler. Bank Asya’ya para yatıranlar veya çocuğunu Fethullah’ın bir okulunda okutanlar veya Abant’ın çaycıları bile Fetö’den tutuklanırken, her gün Fetö reklamı yapan siyasilerin ortada pür-i pak gezebilmelerine şaşırma hakkınız yoktur! Veya ömründe adını duymadıkları faşist çetecilerle bir münasip uyduruk teknolojik varsayımla ilişkilendirilen kişilerin, “Türkiye Cumhuriyeti’ni devirmek için beraber çete kurdukları” iddiasıyla haklarında fezleke hazırlanabilir. Emin Çölaşan gibi hayatını yobazlıkla mücadele ederek geçiren bir insan “FETÖCÜ” ilan edilebilir ya da Necati Doğru veya Sözcü Gazetesi’nin kendisi hakkında bu iddialar gündeme getirilebilir! Bu hayal gücünün sonu yoktur!
Mantık, kanıt, somut deliller, elle tutulur güvenilir şahitler, işin doğal akışında bırakılan izler, hiçbir şeye gereksinim yoktur. Yargının suçlama yetkisine sahip kesimlerinin birinde böyle bir dahiyane ampul yanması yeter de artar bile!
O kadar merak ediyorum ki, Osman Kavala hakkında Gezi ile ilgili suçlamalardan salıverilme kararı çıktıktan sonra geçen altı saatte neler yaşandı da yalnız bizlere değil, duyan tüm dünyaya hem “Pes artık!”, hem de “pesoğlupes!” dedirten o karar alınabildi! Aslında o kadar iyi tahmin edebiliyoruz ki hangi telefon konuşmalarının yapıldığını, kimin kimleri aradığını, o arananların panik içinde hangi istişarelere veya toplantılara girişip bu yeni hukuki iddiayı (!) ortalığa çekinmeden salacak yaratıcı seviyelere tırmanabildiğini, nasıl alelacele bu “kararın” onaylandığını... O kadar iyi biliyoruz ki… Eskiden Türkiye nispeten daha normalimsi bir yer iken, Cumhuriyet’teki köşemden hayali “dinleme bantları” yayınlardım! Laf aramızda inanılmaz keyifli olurdu! Şimdi mesela bu konuda bunu uygulasam beni ciddiye alıp hangi kurumlar anında devreye girerdi, tahmin edebilirsiniz! Bu nedenle ben de sizlerin hayal gücüne güvendiğim için o konuşma trafiğini benim adıma sizler kafanızda yazabilirsiniz!
İki yıldır soruyoruz bu sütunlardan “Osman Kavala’nın suçu ne? Kanıtlarınız ne? Bu mahkeme ne zaman başlayacak ve Kavala en azından hangi konularda kendisini savunacağını ne zaman öğrenebilecek?” İşte neredeyse iki yıldır yanıtsız kalan bu sorular yargının içinden gelen tokat gibi yanıtlar bulduğu gün, diğer “Zihni Sinir Procesi”nin fitili ateşlendi.
Bu yeni dahiyane hukuki buluş şu işe bakın ki, tam Gezi hakkında karar çıktığı günden altı saat sonra alınıyor! Hey sevgili Allahım, sen nelere kadirsin! Tesadüfün böylesi, Milli Piyango’da üst üste iki yılbaşında büyük ikramiyenin size isabet etmesinden daha az görülecek cinsten! Kavala şimdi kalkıp kaderine mi isyan etsin yoksa kahrolarak beyninde mantık-matematik-istatistik üçlüsünün içinden çıkabilmek için belleğinde yeni düşünce dehlizleri mi açmaya çalışsın?
Bu Zihni Sinir ulemaları, ne yazık ki derslerini yeterince çalışmamışlar. Minimum düzeyde “en yakın tarihimizi” bilselerdi, mesela en azından Gezi boyunca Fetöcülerin var güçleriyle “Gezici”lere karşı ellerinden gelen her gücü kullandıklarını hatırlayabilirlerdi! Mesela daha sonra Fetöcülükten tutuklanan onca polisin, emniyet müdürünün, valinin Gezicilere kan kusturmak için hangi hamleleri üst üste yaptıklarını gizli arşivlerden değil, günlük gazete manşetlerinden çıkarabilirlerdi! Başta Zaman Gazetesi olmak üzere, Fetöcü basının her manşetinde Gezicileri nasıl hedef aldığını “unutmak” bu kadar kolay olmamalıydı. Fetö’nün bir numaralı “imaj milletvekili” Hakan Şükür’ün Gezi esnasında Gezicilere nasıl lanet okuduğunu, “Küfre sığınıyorlar” ifadesini kullanabildiğini hatırlayıp “yok artık bu kadar senaryo yazmayalım” diyebilirlerdi. Kavala hakkında önce “Gezi elebaşı”, sonra oradan dikiş tutturamayınca “Fetöcü elebaşı” iddianamelerini bir biri peşi sıra açabilmekle mesela aynı hakemin önce bir maçta A takımı lehine şike yaptığını, sonra aradan 2 yıl geçtikten sonra “Meğer aynı gün, aynı maçta B takımı lehine de şike yapmış olduğunu” iddia etmek arasında bir fark yoktur. Ya da mesela 12 Eylül öncesinin Türkiyesi’nde önce bir yazarı “Komünist” propaganda yapmakla suçlamak, oradan sonuç alamayıp beraat gelince de bu sefer de “Faşist-yobaz” propaganda yapmakla suçlamakla eşdeğerdir! Yani A şıkkını iddia ettiyseniz, B şıkkını iddia edemezsiniz! Bunu normal çocuklar en geç 5. sınıfta görebilirler. Bizim yargıdaki savcıların bu iddiaları ard arda nasıl dizebildiklerini anlayabilmek için herhalde eriştikleri paralel evrenlerde yeni bildiğimiz uzam dışında hangi kanalları açıp bu yaratıcı vizyona eriştiklerini bize kendilerinin anlatması lazım! Şaka yapmıyorum! Başka bir C şıkkınız varsa lütfen bana bildirin, öğrenmiş olurum!
İktidar mensuplarının “Bugün böyle bir karar çıkarsa, biz halka bunu nasıl izah ederiz?” diye bir kaygıları yok! Mesela İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinde her zarfa atılan oyu geçerli sayıp yalnız Ekrem İmamoğlu’na verilen oyları geçersiz sayarken, bu kararı nasıl halka dayatabildilerse, yine buna benzer bir mantıksızlıkla davranmak konusunda en ufak bir tereddütleri olmadıysa, şimdi de aynı kararlılıkla (!) hareket etmekte bir mahsur görmüyorlar! Emin olun, onları izlerken Salvador Dali de, sihirbaz David Copperfield de kıskançlıktan tırnaklarını yer, “Neden ben bu kadar yaratıcı olamıyorum” diye! Ama daha fenası, bu kararlar yurtdışında yabancı politikacı ve gazetecilerin önüne gittiğinde yaşanıyor! Onlar Burhan Kuzu değiller ki, kuzu kuzu her söylenileni hazmedip kararları alkışlamaya başlasınlar! Onlar Kuzu değil ki, Zindaşti konusunda yargıya müdahale skandalının hemen akabinde, utanma sıkılma olmadan, yargı kararlarına saygıdan dem vurarak Geziciler hakkındaki salıverilme kararlarının “vicdanları kanattığını” söyleyebilme konusunda uçsuz bucaksız bir serbest ruh ve beyin haline sahip olsunlar!
Kavala konusunda evvelsi gün verilen ve alelacele duyurulan karar, maalesef “Biz artık bağımsız bir yargıya sahip olmadığımızı dünyaya ilan etmek istiyoruz” mantığının tezahüründen başka bir şey değildir!


14 Şubat 2020 Cuma

FUTBOL VE SİYASET ÇIKMAZI | Bedri Baykam | 13.02.2020

Fenerbahçe ve hatta Sivasspor’un bu hafta başına gelenler ve başta “Damat” olmak üzere iktidar mensubu bazı bakanların Trabzonspor’un başarısı için açık demeçler vermeleri, Fenerbahçe’ye atılan gollerden sonra sevinç gösterileri içinde olmaları, sarı lacivertlilerin ötesinde sağ duyulu diğer takımların taraftarlarını bile çileden çıkardı. Aynı maçta aynı pozisyonda Fenerbahçe aleyhine penaltıyı veren hakem Ümit Öztürk, son dakikada Alanyaspor aleyhine beyaz noktayı işaret etmeye kıyamadı. Tabii kıyamadığı Alanyaspor muydu, yoksa Trabzonspor muydu, Galatasaray mıydı, orasını bilemiyoruz (Öztürk, Fatih Terim ile stad koridorlarında ailece fotoğraf çektirmek için sıraya girmiş bir sarı-kırmızılı taraftar). Rıdvan Dilmen gibi objektif bir yorumcu bile yaşananlara dayanamadı ve “Fenerbahçe’yi sistem dışına taşımaya çalışıyorlar” diye veryansın etti. Fenerbahçe’ye getirilen çifte standart bununla kalmadı: Koca sezonda kalecilerin kurtardığı penaltılardan yalnız Fenerbahçe kalecisi Altay’ın kurtardıkları tekrar edildi! Bu arada Fenerbahçeli Emre’nin penaltısını kurtaran Altay’dan çok daha fazla ileri çıkmış olması kimsenin derdi olmadı. Ben Fenerbahçe’nin teknik direktörü olsam, 2. penaltı atılırken kesinlikle Altay’dan kaleyi boşaltmasını isterdim.
Konu futbol ve hakem hataları ile sınırlı kalsa kimse olayı bu kadar büyütmezdi. Ama iş, kolektif çaba ile Trabzonspor’u öne çıkarma seanslarına benzemeye başladığı zaman herkes rahatsız oldu. Sivasspor 1-0 mağlupken Başakşehirli Clichy topu ceza sahasının içinde adeta koltuğunun arasına “karpuz gibi” alarak saha dışına taşıdı. Şu işe bakın ki, o penaltı da “görülemedi”. Aynı haftada ise, bir başka penaltı tartışması Gençlerbirliği-Trabzon maçında yaşandı. Maç 0-0’a kilitlenmişken, 76. dakikada Trabzonlu ve Gençlerbirliği’nden iki futbolcu, kendi aralarında tam ortalarında havalanan topa aynı anda müdahale etmeye çalıştılar ve ayakları tam eşit seviyede yerden kalktı (Ben seyrederken Trabzonlu futbolcunun yaptığına tehlikeli hareket” dedim). Ama birden VAR devreye girdi ve birkaç dakika sonra birden Trabzon lehine bir penaltı çalınıverdi. Ne diyeceğimi şaşırdım! O anda daha Fenerbahçe maçı başlamamıştı. Ama herkes o olaya bir mim koydu. Dolayısıyla Fenerbahçe maçından sonra bütün stadın “damat istifa” diye tempo tutmasını kimse yadırgamadı.
İşler artık öyle bir noktaya gitti ki, maalesef futbol veya hakem hatası değil yukardan bir üst gücün olaylara müdahalesi konuşuluyor-hissediliyor. Ömrüm boyunca futbol seyrettim 40 yıldır da yorumunu yapıyorum; hakem hatalarını konuşmadığımız hafta olmamıştır ama bu kadar tek yönlü ve farklı kanallardan ilerleyen bir gidişat, hatırlamıyorum! Burada konu, maalesef futbolun masumiyetinin kayboluşunun çok ötesinde, bir ülke çapında iktidarın sanki söz vermiş olduğu bir hedefe olayları yönlendirmesi gibi…
VAR olayından somut olarak ilk söz eden belki benim. 2000 yılında çıkan Kemik romanımda bu uygulama vardı. Fenerbahçe’nin kazandığı bir penaltı atışının gol olup olmadığı konusunda teknik direktör devreye girip Hakemi ekrana gönderiyordu… İşte işin püf noktası burada. VAR hakemi yine olsun. Ama her iki hocanın her iki devrede mesela ikişer kere orta hakemi ekrana “yollama” hakkı olsun! Ekrana gidip gitmemek hakemlerin keyfiyetine bırakılırsa bu işler daha çok koyu gri dumanlar tüttürür! FİFA, bu hakkı teknik direktörlere de vermeye mecburdur. İşin mantığı bunu gerektiriyor. Çünkü şu andaki uygulamalarda, hangi minik haberci kuşların, “messenger”lerin VAR odasına girip çıktığını kimse bilemiyor…
Son günlerde kulüp başkanlarının ise yangına körükle giden demeçleri, ortamı giderek daha da geriyor. Trabzon başkanının, “Fenerbahçe’ye ders verdik”, Galatasaray başkanının “Fenerbahçe başkanı ikide bir televizyonlara çıkıp ağlıyor” demeçleri, oturdukları koltuğa yakışmayan provokatif sözlerdi. Türk spor ortamı, buna benzer demeçlerle gelişmeyecek. Bu ikaz FBahçe dahil, her kulüp için geçerli.

RUSYA İLE SAVAŞ MERAKLILARI
Türkiye’nin Rusya ile ilişkisi, Erdoğan-Putin ilişkisinden daha titrek bir profilde seyrediyor. Cumhuriyetin ilk günlerinden itibaren hem iş birliği hem doğal “kol mesafesinde tutma” seyrini müteakiben, bu ikili ilişkiler özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra çok şey görüp geçirdi. Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu dünyada casusların cirit attığı Ankara sokaklarında, Nato üyesi Türkiye tarafını belirlemişken, iki ülke yine de her şeye rağmen o ağır nükleer savaş tehditli günlerden ilişkilerini canlı tutmayı başararak çıktılar. Tarihsel perspektifleri bir kenara bırakarak son yıllara dönersek, Rusya ilişkilerimiz inişli-çıkışlı! Düşürülen Rus uçağı krizini aşmamız oldukça zor olmuşken, bunu izleyen süreçin inşası, daha çok Erdoğan ve Putin’in kişisel yakınlaşmaları yani “beşeri ilişkiler”le başarıldı. Ekonomi ve ticaret alanında başta doğal gaz olmak üzere, birçok alanda ortak büyük maddi çıkar ilişkilerinin ortasında olan Türkiye ve Rusya, sınır ötemizdeki büyük sorunlarda giderek farklı kamplarda yer aldılar. Özellikle Türkiye’nin Suriye’de “Esed”e karşı inatçı ve komşu ülke liderini sürekli “iktidardan düşürülmesi gereken hasım” olarak tarif eden angajmanına karşı, Rusya tersine Şam merkezli ve Suriye’de Esad’ın resmi ordusunu besleyen ve her türlü lojistik katkı sağlayan açık bir politika izledi. Aynı şekilde Libya’da da Türkiye ve Rusya, bildiğiniz gibi farklı kamplaşmaların parçası oldular. Ruslar, ABD, Fransa, Mısır, Suudi Arabistan Hafter güçlerini desteklerken, Türkiye AB’nin de resmi görüşü doğrultusunda “Legal İktidar” olarak gördüğü Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin arkasında oldu. Dolayısıyla orada da yollarımız kesişmiyor! Şimdi her ne kadar her Erdoğan-Putin görüşmesinden sonra, ortalık güllük gülistanlık görünüyorsa da, artık işin tadı kaçıyor. Rusya ile süregelen ters düşmelerin sonu hayırlı değil. Dolayısıyla kelimelerin şehvetine kapılarak “Yansın Suriye, kahrolsun Esad, Şam’a girme planlanmalı, zalimler yerle yeksan edilmelidir” diye akıl almaz savaş çığırtkanlıkları yapan Devlet Bahçeli gibi siyasilere, Rusya ve Türkiye’yi doğrudan veya dolaylı bir savaşa iteklemenin bir felaket doğuracağı derhal birilerinin anlatmalazım! Yine İdlib’te vermiş olduğumuz şehitler kalbimizde yaradır ve iktidarın artık “Soçi Mutabakatı’na uyulmadı” gibisinden diplomatik yakınmaları artık maalesef kadük kalmıştır. Dış politikamız bu sıcak krizler ve hareketlenmeler yaşanırken ne yazık ki kendi kendini köşeye sıkıştıran bir hava yansıtmaktadır!

7 Şubat 2020 Cuma

DEDOLA: BİR FRANSIZIN ATATÜRK’Ü YENİDEN TARİFİ | Bedri Baykam | 06.02.2020


Türkiye’ye davet ettiğim Fransız Kemalist yazar ve müzisyen Loulou Dedola, güzel izler bırakarak ülkesine geri döndü. “Türk Baba” kitabının yazarı, ilginç vurguları ve Atatürk hakkındaki şaşırtıcı donanımıyla söyleşiyi izleyen meraklı kalabalığı kendisine hayran bıraktı. Piramid Sanat’ta halkla buluşan Dedola, birçok röportaj da verdi. Yarattığı etki dalgalarını izlerken, “Ferruh Tanay iyi ki kitabını bana hediye etmiş, iyi ki sosyal medyadan izini sürüp bulmuşum” diye düşündüm.
Dedola, Kemalist düşünceyi nasıl keşfettiğini, benimseme nedenleriyle beraber anlattı. Türkiye’de kitlelerin “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganı atmalarının kendisini nasıl duygulandırıp etkilediğini de ekleyerek...
Beni en mutlu eden konu, yıllardır Atatürk’ü savunurken aktardığım düşüncelerimin değer verdiğim benzer sözlerle bir Fransız tarafından ısrarla anlatılmasıydı…
GEÇEN YÜZYILIN ÇÖKMEYEN TEK İDEOLOJİSİ
20. yüzyılın içinden geçerken en önemli aydınların faşizm veya Bolşevizm’e yöneldiklerini hatırlatan Dedola, bu iki ideolojinin dünyayı kana buladığını ve insanları mutsuz ettiğini, her iki ideolojinin kontrol altında tuttuğu ülkelerden herkesin kaçmaya çalıştığını hatırlattı. Köktendincilik ve kapitalizmin bir çıkış yolu olmadığının tartışılacak bir yönü olmadığını savunan Dedola, 21. yüzyılda dünyayı taşıyabilecek tek ideolojinin Kemalizm olduğuna inandığını ekledi. Onun bu sözlerini dinlerken, aklıma kırk yıldır bu ülkede “Kemalizm bir -izm değildir” diye onu küçümseyerek, kendilerini Marksizm-Leninizm veya vahşi liberalizme teslim eden aydınlarımız geldi. Lenin’in özgürlüğü küçümseyerek onu “burjua bir değer” olarak tanımlamasına, Atatürk’ün tam tersine “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şiarı ile özgürlüğün temelini kutsaması ve her türlü diktadan uzak durmuş olmasının inanılmaz öngörüsünü tekrar alkışladım. Yıllardır aydınlarımızı faşizmden dinciliğe, kapitalizmden komünizme her türlü diktadan uzak tutmayı başaran ideolojisiyle büyük önderin bu vasfının, bir başka dünya insanı tarafından bu kararlılıkla savunuluyor olmasından sonsuz mutluluk duydum.
Kemalizm’in her şeyden önce toplumu ve insanı mutlu etmek üzere yola çıktığını söyleyen Dedola “Kemalizm karanlık değil ışık, savaş değil barıştır, cehalet değil bilgidir, karamsarlık değil umuttur, ağlamak değil gülmek, kavga değil dostluktur, renktir, sanattır, her şeyden önce özgürlüktür, zincirleri kırmaktır” sözleriyle de büyük takdir topladı. “Atatürk ve arkadaşları, dünyanın 100 yıl ilerisindeydiler” diyerek, Kemalist felsefenin 21. yüzyıl sorunlarına toplu bir çözüm getirdiğine olan inancını anlattı. O noktada da nasıl yıllardır özellikle Batı ve Avrupa için Kemalist ideolojinin tek çıkış yolu olarak görülmesi gerektiğini anlattığım sözlerimi hatırladım. Özellikle laiklik olmadan, Avrupa’nın artan Müslüman topluluklarının tehlikeli oluşumlara yönelmemesinin tek garantörünün bu olduğunu görüyor olmam bu düşüncemde etkiliydi. Ayrıca savaşlardan uzak kalmanın “Yurtta sulh, cihanda sulh” felsefesiyle ne kadar bağlantılı, anlatmaya gerek yok! Zaten Amerika, İngiltere veya Rusya’nın hangi aceleci iştahlarla bu savaş belasına balıklama atladıklarına baktığınızda yanıt kendiliğinden geliyor. Dedola’ya gelen sorulardan biri “II. Dünya savaşı esnasında Atatürk yaşasaydı, sizce savaşa etkisi ne olurdu?” olunca, Dedola yazdığı resimli romanın sonunda da yer alan Winston Churchill'e ait cümleyi okudu: "Atatürk yaşasaydı 2. Dünya Savaşı çıkmazdı."
Atatürk’ün evrensel değerlerinin her geçen gün daha da çok anlaşıldığını ifade eden Dedola, bunun ardından artık Kemalist Enternasyonali kurma vaktinin geldiğinin üstüne basarak büyük alkış aldı. Tabii bunun gerçekleşebilmesi için, önce bir kısım Türk aydınlarının artık “Lenin kadar ileri gitmeye cesareti olmasa da Mustafa Kemal de önemli bir devrimciydi” gibi kadük kalmış ve münasebetsiz şekilde büyük önderin dehasını tersten gölgelemeye çalışan yorumlarından kurtulmaları, batıda Marx, doğu blokunda Lenin-Stalin’e karşı duydukları ağır bağımlılık duygularını gözden geçirmeleri gerekecek! Sosyalizmin temel hedeflerine duyulan saygı, Kemalizmi anlamamaya varmamalı…
DİKTATÖRLÜK KRİTERLERİ HANGİLERİDİR
Atatürk’e diktatör diyen iç ve dış mihraklara karşı Dedola, diktatörlüğün üç kriterini hatırlattı:
Diktatörlük nepotizm içindedir. Rejimi bir hanedanlığa çevirirler ve ülkenin tüm çıkarlarını eşe dosta peşkeş çekerler. Atatürk bunu yapmadığı gibi kız kardeşine de ‘Atatürk’ soyadını taşımasını yasaklamıştır. İkincisi, kendilerine sürekli olarak bir düşman yaratırlar. Atatürk bunu yapmış mıdır? Kesinlikle hayır. Üçüncü kriter, diktatör, komşularının toprağına göz koyar, hükümranlık alanını büyütmek ister, savaşa girer. Atatürk’ün ise hepimize ezberlettiği barış sloganını demin zaten hatırlattık.” Dedola’nın bu kriterlerine ek olarak Mustafa Kemal’in nasıl Cumhuriyet’in en başından itibaren çok partili bir rejime geçmeye çalıştığını, kadınlara seçme ve seçilme hakkını nasıl sayısız Avrupa ülkesinden daha önce verdiği, nasıl din-dil-ırk ayrımı olmayan, eşitlikçi ve özgürlüğü kutsayan rejim anlayışı oturtmaya çalıştığını tekrar hatırladım ve içimi Kemalizm’e duyduğum hayranlığın sıcaklığı kapladı…

KEMALİZMİ DÜNYA GENÇLERİNE ANLATMAK
Fransa’da ve dünyanın değişik yerlerinde Mustafa Kemal’i nasıl tanıttığını anlatan Dedola, Fransa’daki genç nüfusun Atatürk hakkında giderek daha çok bilgi sahibi olduğunu anlattı. Gençlere Kemalizm’in özgürlüğünü anlatmanın, yanlış bilen insanlara anlatmaktan daha kolay olduğunu aktardı.
10 Kasım’da Afrikalılara saygı duruşunda bulunduran Dedola, Piramid Sanat’ta da Ermeni olaylarında iki taraftan da kaybedilen canlar anısına katılımcıları 1 dakikalık saygı duruşuna davet etti. “Bunu Fransa’da Cezayirliler için hiçbir Fransız’a teklif edemezdiniz ve dünyada hiçbir ülke bu olgun ve hümanist duruşu göstermez” cümlelerini ekleyerek herkesin birbirini ve bu tavrı alkışlamasını sağladı.
Dedola, “Türk halkı ile nihayet buluştuğum için çok mutluyum. Birbirimize geç kavuştuk ama artık ayrılmayacağız” sözleriyle Türkiye’ye gelmekten ne kadar mutluluk duyduğunu anlattı.

İyi ki sosyal medya sayesinde tanışmışız sevgili Loulou!