27 Aralık 2019 Cuma

GERGİN VE BİTMEZ KAVGALAR ÜLKESİ. | Bedri Baykam | 25.12.2019


Dört bir yanımız tartışma dolu. Sabah akşam tartışıyoruz. Her konuda, her platformda... Konular değişiyor ama yaşadığımız sendrom ve kavgalarımızın seviyesi değişmiyor. Bu karşılıklı görüşler sayesinde konuların ilerlediğine pek şahit olamıyoruz. Birbirini anlamak için değil, haklı çıkmak için kavga eden, birbirine laf sokmaya çalışan insanlar olduk. Medeni bir diyalektik yaklaşımla tez-antitez-sentez hattı üzerinden yapıcı farklı görüşlerin buluşması yok. Benimde 30 yıldır katıldığım bu tartışmalarda da son yıllarda bir hakem gözetiminde üçer kişi düello yapıyor... Sonuç ise maalesef pek iç açıcı değil! Kanal Istanbul’u ise bu yazıya sığdıramadım!

MANSUR YAVAŞ-SİNAN AYGÜN ÇARPIŞMASI
Yargıya intikal etmiş bir konuda, medya doldurmaları üzerine fikir yürütüp, kim haklı-kim haksız diye ahkam kesip bu atışmaların bir parçası olmam imkansız! Beni asıl ilgilendiren, aynı muhalefet partisine mensup iki bilinen ismin kamuoyunun önünde birbirlerine saldırmaları, mahkemelik olmaları ve özellikle iktidarın eline koz verecek şekilde yolsuzluk suçlamaları konuşuyor olmaları. Beni şaşırtan, bu son derece zararlı gerilim hattının, Kılıçdaroğlu’nun önünde çözülmeden, “Delirdiniz mi, kendinize gelin!” ihtarı bile yemeden, toplumun önünde gelişen bir kavga haline nasıl dönüşebildiği… Çok yazık oluyor. Tabii ki CHP kültürüne yakışmayan iddiaların havada uçuştuğu yoruma açık bir dipsiz kuyu. AKP ve fırsatçı medyası, bu konuya “Yeni dönem İSKİ’mizi bulduk” şeklinde yaklaşıyor. Fırsat bu fırsat diyerek bu fay hattı üzerinden yükleniyor. Yandaş kanallar sabahtan akşama sözü bu konudan açarak oradan CHP’nin iç çatışmalarına ve liderlik kavgalarına girişiyorlar. Burada, başta Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP A takımının kendine sorması gereken bir soru var: “Bizler her seçimde CHP kültüründen gelmeyen insanları partiye alarak bu tartışmaların ortamını mı yarattık?” Mesela rahmetli Ali Topuz ve rahmetli Kamil Kırıkoğlu veya Algan hacaloğlu arasında böyle bir kavga olabilir miydi? Veya Hurşit Güneş, Örsan Öymen veya benim aramızda hangi mevkide olursak olalım böyle bir kavga olabilir mi? Hiç sanmıyorum. Beni üzen, sonuçta bu kavgaların CHP üzerine çamur sıçratmak için fırsat haline dönüştürülmesi. Öte yandan bu suçlamaları yapanlar, tek bir kere dönüp kendileri hakkında gelişen hiçbir iddiaya da cevap vermeyi akıllarına getirmiyorlar, o da ayrı konu!

PARK YASAKLARINA GETİRİLEN SAÇMA DEĞİŞİKLİKLER
İlginç bir şekilde kurucuları arasında Türkiye’nin en önemli siyasetçileri, işinsanları ve bürokratları olan Trafik Vakfı’nın artık araç “çekme-kurtarma” görevini bıraktığı açıklandı. Ardından da yasak yere park etmiş arabalardan yalnız kamuya açık kritik yerleri tıkayanların kaldırılacağı, diğerlerine ise yalnız ceza yazılacağı bildirildi. Trafik Vakfı’nın halkı çileden çıkaran bir hızda olur olmaz her yerden araç çekmeye son vermesi sonuçta iyi bir karar. Zaten nasıl oldu da Türkiye’nin en egemen isimleri böyle bir işe soyunup yıllarca bu vakfı yönettiler, da anlaşılmaz! Trafik konusu yıllardır gündeme getirdiğim, hepimizi ilgilendiren bir alan. Hep söylemişimdir: Halk arabasıyla bankaya, alışverişe, işe, hastaneye, eşe dosta gidecek! Mesela Tarlabaşı Bulvarı’nda siz ölüm cezası da koysanız, arabalar on dakika sağa çekip işini görecek! Sonuçta insanların arabalarını park etmeye mecbur olması suç değil. Onların nereye park edeceğini hiç umursamayan şehircilik anlayışı, “trafik sorumlu-sorumsuzları” işlenen “suç”ların doğrudan varoluş nedeni. Şimdi bir adım nihayet atılmış, ama o da yanlış atılmış! Yahu kardeşim, kendin itiraf ediyorsun ki, bugüne kadar trafik akışında hiçbir zarar vermeyen noktalarda mecburen park etmiş arabaları da hep gereksiz yere çektiniz. Şimdi yoruma açık “Burası çekilebilir alandı-değildi” kavgalarını körüklemek yerine, gelin lütfen şu medeni teklifi dinleyin: Her ne kadar içiniz elvermese de, arabaların kimseyi rahatsız etmeden park edebileceği alanları yeşil boya ile çizin belirtin, ardından uygar ülkelerde gördüğümüz gibi buralara parkmetre koyun. Yani bu iptidai ceza verme hastalığından artık kurtulun! Bir şekilde belirtilmiş yerlere arabasını koyan herkes normal parasını ödesin. Nedir bu halkı cezalandırma hastalığınız? Onların içi rahat bir şekilde arabalarını park etmeleri ve devletin de legal bir şekilde parkmetreden parasını alması hiç aklınıza gelemiyor mu?

ERSUN YANAL’IN YAŞADIĞI MEDYA KUMPASI!
Fenerbahçe, Türkiye’nin medyada en çok ilgi gören takımı. Maçı kazandığında spor gazetesi satışları ikiye katlanır.. Aynı zamanda FBahçe’nin karışması başkan, yönetim, teknik direktör veya ünlü bir futbolcunun yerinden edilme olasılığı, medyanın iştahını kabartan, “vampir” kimliğine geçişine neden olan gelişmeler. Aklı olan herkes görüyor -ki zaten geçen yıldan da işaretlerini gördüğümüz şekilde- Türkiye liginde artık “4 büyükler her maçı kazanacak, diğerleri de nal toplayacak” devri bitti. Gerçekten herkes herkesi her yerde yenebiliyor. Fenerbahçe’yi deplasmanda yenen Antalyaspor bir sonraki hafta kendi evinde altı gol yiyebiliyor. Örnekler sonsuz. Artık bu makaslarını daraldığı yeni dönemi hazmetmemiz lazım. Her maçı kazanamayan büyük takım hocalarını, -Fatih Terim hariç- her mağlubiyetten sonra suçlu iskemlesine oturtup ayağını kaydırmaya gayret etmek medyanın bir hastalığı oldu. Özelikle bu seneki hedefleri, Yanal ve Abdullah Avcı. Birkaç haftadır ister televizyon programlarından ister gazete sütunlarından manşetlerden veya köşe yazılarından Ersun Yanal’a saldırıların ardı arkası bitmiyor. Kimi mesela Beşiktaş maçından önce TV’de Yanal’a “Güle güle sana” şarkısını çalıyor, kimi Fenerbahçe’nin beş gol attığı maçlardan sonra bile hocaya fatura çıkarabiliyor, hatta bir tek övgü kelimesi bile kullanmadan! Sonuçta her biri, Fenerbahçe Beşiktaş’a yenilsin kulüp karışsın Yanal gitsin diye yapmadıklarını bırakmadılar, adeta bu uğurda öldüler! Ben de bu komplonun farkına vararak elimden geleni sosyal medyada yaptım, Ersun hocaya moral verdim, kendisiyle de görüştüm. Sonuçta gözünü kan bürümüş medya terminatörlerinin hevesi kursağında kaldı! FBahçe iyi oynayarak kazandı. Ama sarı lacivertli takımın yöneticilerine de bir çift sözüm var: Bırakın artık bu yazboz tahtası meraklılarının baskısını . Yanal gibi bir hocaya 4-5 yıllık bir süreç sunarak güven verin. Takım ancak o zaman oturur. Yoksa her yeni hoca ve 8 oyuncu deprem yaratmaya devam ederse, FBahçe daha on yıl şampiyonluk görmez!

20 Aralık 2019 Cuma

AMERİKA’DA MASUMİYETE RASTLAMAK | Bedri Baykam | 19.12.2019


Üç hafta kaldığım “ABD seferinden” yeni döndüm. Merkezden en çok bu kadar uzak kalabiliyorum. Benim 45 gün ya da iki ay bir yerlere gitme lüksüm yok. Yarattığım sorumlulukların her biri, beni ayrı bir kementle merkeze çekiyor! Gerek UPSD, gerek IAA başkanlıklarım, gerek bu sütun, gerek ailem, gerek Piramid Sanat, gerek maddi mücadeleler, gerek üniversite beni ağır bir mıknatıs gibi çekiyor.

IAA/USA’i dünya başkanlığım sırasında, son 3 yılda yaptığımız çabalarla kurmak keyifli oldu. IAA, 2. Dünya Savaşı sonrası, Braque, Magritte, Miro, Delaunay, Matta, gibi dünyanın en önemli sanatçıları tarafından kurulduğunda, ABD bu çok önemli uluslararası örgütün içindeydi, ardından koca Kuzey Amerika kıtası, nedeni bilinmez koptu gitti. Taa ki 2011’de başlattığımız ve önce IAA Genel Kurulu’na kabul ettirdiğimiz Dünya Sanat Günü, 2015’den itibaren California’dan başlayarak tekrar onları içeri çekene kadar! Son güzel haber, geçen yıl UNESCO Genel Direktörü ve ardından Yürütme Kurulu’na Türkiye ve Meksika ortaklığıyla yönlendirdiğim başvurunun önce orada, sonra da 26 Kasım’da Genel Konferans’ta kabul edilmiş olması. 15 Nisan Dünya Sanat Günü, artık sonsuza dek Uluslararası UNESCO Günleri’nden biri oldu ve bu fikir Türkiye’den çıktı. Bu beni mutlu ediyor.
Sonuçta Los Angeles sergim vesilesiyle, IAA/USA’in yeni örgütüyle toplantı yapma ve onları daha sağlam bir geleceğe yönlendirme şansım oldu.
Her gün asistanım ve eşimle kovaladığımız “yapılacak işler listesi” dışında birkaç müze gezme, sevdiğimiz bazı kafelere gitme fırsatı bulduk. Benim kitaplarımı da sunan Venice Beach’in ünlü Small World Books kitapçısında dolanırken nefis bol fotoğraflı bir yayın dikkatimi çekti. New York’ta Abrams yayınlarından çıkan Orhan Pamuk’un “Şeylerin Masumiyeti” (The Innocence of Objects) kitabıydı bu. Elime alıp karıştırdığımda, ortak geçmişimize yayılan görüntüler önümde resmi geçide başladı. Üstü açık bir Chevrolet, bir taksinin büyük ihtimalle çalışmayan taksimetresi, oyuncak kalıntıları, kartpostallar, pipolar ve daha ne “şeyler”! Kitap beni vurdu, olağanüstü bir çekicilikteydi. Hemen aldım.
Bu yazıda, Pamuk’la aramdaki kabuk tutmuş yaraları önünüzde deşip akıtacak değilim, 15 yıl öncenin yakın tarihi. Türkiye’de savcıların onu yabancı basın önünde sarf ettiği sözlerden dolayı dava etmesini, bu sütunda yazdığım yazılarla önlemeye çalışmış, başaramamıştım. Kendisi ile hiç aynı fikirde olmamama rağmen!
Bu olaylardan 20 yıl önce Orhan’la arkadaştık. Eskiden ressam olmak istemiş. Fransızlar’ın deyimiyle “Peintre Manqué” (ıskalanmış ressam) yaşıyordu onun içinde. Benim “halkla ilişkiler” sistemimi analiz ediyordu. Mesela başta sevgili dükkanı Alaaddin olmak üzere, oralarda afişimi görmesi onu pek şaşırtıyor, onlarca soru soruyordu! Yıllarca, aklında bir ressamla ilgili bir kitap yazma fikri gezindi ama el atmadı o işe. Halbuki bence onun yaşamının iki ucunu bağlayacak büyük çalışma bu olabilir. Beni en çok etkileyen romanı, Kara Kitap olmuştu. Hakkında Gösteri’de yazdığım yazı, bu başyapıt hakkında satılmaya devam eden bir eleştiri kitabında bulunuyor.
Masumiyet Müzesi kitabını da sevdim. Sonuçta bugün de bu yeni renkli kitaba sahip olmaktan mutluyum. Türkiye’nin kendi bitmez dertlerinin bizi daha fazla kin dolu kamplara ayırmasından zevk almıyorum. Belki yaşım artık 62’ye geldiği için mi? Kaliteli sanat, edebiyat ve kitap dünyasına olan değişmez tutkum nedeniyle mi? Bu “Kovboy-Kızılderili” kapışmasından yorulduğum için mi? Bilemem. Zaten Pamuk, hoşuna gitse de gitmese de, doğrudan Kemalist bir burjuazinin ürünü. Benim de fikirlerimi hiçbir güç değiştiremez. Ama bu cennet cehennem sınır ayrımlarından gına geldi artık!
Fotoğraflı ve Müze’nin yansıması olan Şeylerin Masumiyeti, işte böyle bir kitap olarak elime yapıştı. Keyifle eve taşıdım, karıştırıyorum. Çevrem kamplara bölünmüş insanlarla dolu. Yalnız siyasi, dini, etnik konular değil, spor da aynen böyle. “Vay, onunla mı konuştun? Bununla mı yemek yedin? Vay! Avrupa maçında şu takımımı mı alkışladın? O zaman sen hainsin! Sen düşmanımızsın” Siyasi partiler, solun içi, sosyalist sol, her yer bu kızgınlıklar, bu keskinlikler ve uzlaşmaz sayılan yol ayrımlarının timsah dolu derelerle dolu. Bunlar yetmezse, özel hayat ayrımları, kıskançlıkları, fil hafızalı kinlerce oynanan Rus ruletleri, tarihi nedenlere dayalı nefret yayanlar, o da yetmezse ticari kavgaların yol ayrımları her yerde hepimizin karşısına çıkıyor. “Yetti gari!” Sen komünist misin? Ben Kemalist miyim? O da ateist veya kapitalist veya Kürt mü? Bu bizim birbirimizle pişti oynamamıza, bir sinemaya gitmemize, uygarca tartışmamıza mâni olmamalı…
2003 yılında, AKP, Irak’a ABD’nin yapacağı o affedilmez saldırıdan önce Parlamento’dan ABD’nin Türkiye’yi bir üs olarak kullanmasının onayını almak istiyordu. Biz sanatçılar, yazarlar, Ankara’ya Sıhhiye Meydanı’na gidip mitinge katılmakla kalmadık, aynı zamanda, her birimiz belki 40’ar AKP vekilini telefonla arayarak ikna etmeye çalıştık. Sonuçta birkaç oy farkla tezkere geçmedi, hiç beklemediğimiz anda bu korkunç olayı durdurabildik. Ve ne oldu biliyor musunuz? O gün heyecandan ve sevinçten Bedri Baykam ve Abdurrahman Dillipak sokakta dans ettiler! Şahit mi? Orhan Aydın! Hedef savaşı durdurmaktı, başarmıştık.
O gün her aydın bize destek vermemiş olabilir. Sürekli zor günlerde, zor bir coğrafyada, sanki hep sırat köprüsünde yaşıyoruz…
Çevremizde bir Masumiyet Müzesi olduğu gibi, masumiyetini toptan kaybetmişler de var. Şili’de kadınların canlarına tak diyen ağır şiddeti protesto etmek için yarattıkları Las Tesis dansı, oradan dünyaya yayıldı. Bildiğiniz gibi, maalesef ülkemiz yine kara mizah konularına öncülük edercesine, şiddete karşı yürüyüş yapan kadınlara şiddetle yaklaşıp onları gözaltına almaya cüret edenlerin toprağa basabildikleri yer oldu! Veya bu ülkede birileri, hatta aynı birileri kalkıp “Adana’daki Rakı Festivali”nin “geleneklerimizle örtüşmediğini” öne sürebildi.
Adana’lı bir hemşerim, Bakan Soylu’ya bir cevap vermiş, internette dolaşıyor. Bana sevgili Fikri Sağlar yolladı. Muhalif kadın milletvekillerimiz ise, Parlamento’da Las Tesis dansını korsan şekilde gerçekleştirerek durdukları yeri kanıtladı.
Oyun artık masumiyetini ve bundan kaynaklanan doğal inancını koruyanlar ve toptan kaybedenler arasında... İnsanlık ise, bu görüş ayrımlarına bazıları gibi kin ve nefreti taşımayanların ruhunda başlıyor.




















13 Aralık 2019 Cuma

YAŞAM ÖRGÜLERİ | Bedri Baykam | 12.12.2019


İki haftadır sergim için Amerika’dayım. Sergim beş gün önce Gloria Delson Contemporary Arts’ta açıldı. Siz bu satırları okurken ben University of California Los Angeles’da (UCLA) galiba 4. kez konuşmuş olacağım. Sonuçta, buradaki 20 gün rüzgar gibi geçecek ve haftaya yazımı Türkiye’den yazma şansım olacak.
Amerika’ya her gittiğimde felsefi sorular beni kuşatıyor; ikilemler, “üçlemler” arasında kalıyorum! 1987’de geçirdiğim mide rahatsızlığı kendiliğinden çözülmüş olabilirdi. Kariyerimi Amerika merkezli olarak yürütebilirdim. Türkiye’ye sergiler, aile ziyaretleri için gidip geliyor olabilirdim. California’da daha önce “direkten dönen” İsveçli iki sevgilimin ardından belki bir başka Amerikalı kızla evlenir, ona 2-3 çocuk yapabilirdim! Amerika’da 40 yıldır yaşayan bir “yerli” sanatçı haline mi dönüşürdüm yoksa? O zaman kariyerim nasıl giderdi? Ya da kim bilir, belki bir trafik kazasında, 33 yaşında ölecektim... Nereden bilebilirsin ki? Yaşamın her zerresinin her saniyesinde oluşan alternatif paralel yaşamlar ve bunun dünyanın siyasi, kültürel, sosyal ve kişisel gidişatını nasıl derinden her saniye etkilediğini düşündükçe, insan gerçek hayatı yaşayamaz hale gelebiliyor! Geçmişin “kilit” anları, insanı deli edebilir. Bu konudan sizlere ilk bahsedişim olmadığı gibi, son bahsedişim de olmayacak...
Burada kişilerin mütevazi yaşamlarından örnekler verebileceğimiz gibi, ülke tarihine doğrudan etki etmiş anlara da dönebiliriz.
Yer, Nokta Dergisi’nin “Doruktakiler” ödüllerinin seremoni kokteyli. Bülent Ecevit siyasette almış ödülü, ben sanatta… Bülent Bey, 1960’ların başlarından beri yakından tanıdığım, bizim evde görmeye alışık olduğum, babamın dönemdaşı bir önemli isim. O gün Bülent Bey’i bir köşeye çekip adeta yalvarırcasına, “solun birleşmesi için tekrar liderlik yapması” gibi kritik bir konuyu gündemine taşıyarak, bulabildiğim her duygu veya mantık dolu kelimeyle kendisine ciddi şekilde ısrar ediyorum. O gün doğru kelimeleri bulsam, belki ortada ne Erbakan hükümeti olacak ne de daha sonra RTE’nin uzun kariyeri. Ben her boşluğun doldurulduğunu ve bunun çok ağır bedelleri olduğunu Bülent Bey’e aktarıyorum. (İşin en inanılmaz yönü ne biliyor musunuz? Geçenlerde Piramid Sanat ekibinden Eren Teoman, bana arşivimizde bulduğu o videoyu gösterdi: Elimde o tarihi anın “canlı” görüntüleri var, düşünebiliyor musunuz?
Yıl 1913. Mustafa Kemal Bulgaristan’da askeri ataşe. Eski Bulgar Savunma Bakanı General Stilyan Kovaçev’in ikinci kızı Dimitrina Kovaçeva ile Mustafa Kemal ciddi bir aşk yaşıyorlar. Kemal, evlenmek istediği kızı babasından iki defa istiyor ama başarılı olamıyor, Kovaçev ikna olmuyor. Sonuçta sinematografik akışlarla dolu bu ilişki, muradına eremiyor. Peki erebilse, Türkiye Cumhuriyeti doğabilecek miydi? Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşabilecek miydi? Bugün Gazetemizin adı hala “Cumhuriyet” olabilecek miydi? Atatürk “çoluk çocuğa karışsa” ideallerine yine de kavuşabilecek miydi?
Birkaç yıl sonra ise bildiğimiz gibi, Çanakkale’de iken şarapnel parçası göğsünü isabet ediyor. Tarih 9-10 Ağustos 1915. Atatürk, o saati aradan uzun bir süre geçmeden Alman General Liman Von Sanders’e hediye ediyor. O şarapnel parçası biraz daha üstten ortalasa, bu hedefine maazallah ulaşsa, Cumhuriyet yine ne olurdu, biz nasıl olurduk ya da olamazdık, sonsuza dek düşünebilirsiniz!
Menderes, 1959’da Londra yakınlarında uçağı düştüğünde farklı bir koltukta oturup vefat etmiş olsa, siyasi sahnemizde neler yaşanacaktı kim bilir!
Ya da 1960 Devrimi’nden önce, üç kere istifaya karar veren Menderes, Celal Bayar’ın itirazlarına pabuç bırakmasa, ülke seçime gitse, nefes alsa, hiçbir darbeye gerek kalmasa, demokratik yaşamımız ondan sonraki yıllarda nasıl akardı acaba?
Ya da o Cumartesi öğleden sonra, 1961 Eylülü’nde Milli Birlik Komitesi’nde birkaç kişi son anda baskılara boyun eğmese, o uğursuz üç idam cezası çıkmasa, o zaman nasıl akacaktı ülkemizin yakın tarihi?
Kim bilir, sizler yine bu satırları okurken neler düşünüyorsunuz? Hani şimdi ki eşiniz yerine o 5-6 yıl evvel rastladığınız çocukluk aşkınızla evlenseydiniz, neler olup biterdi hayatınızda düşünebiliyor musunuz? Veya o gün seçmelere, o sokağınızda lastiği patlayan salak nedeniyle gidemediğinizde, belki 21. yüzyıl en büyük aktör veya aktrislerinden birini kaybetti! Hem de siz, milyonlarca başka çocuğu da etkileyemediniz. Peki İstanbul’da macera aramaya geleceğinize, Anadolu’daki baba evinde kalıp, yan köyün ağasının kızı ile evlenip şimdi fazlasıyla mala mülke sahip olsaydım diye kendi kendinize söylendiğiniz veya hatta ağır fırçalar attığınız olmuyor mu? Biliyorum oluyor, sakın aksini söylemeyin, sizi kaç kere uzaktan izledim!
Kader, kısmet, olup bitene verdiğimiz adın ta kendisidir. Şans, bazen şanssızlıkla, bazen kendisine inanmayan yoldaki bahtsızlarla da mücadele eder. Her otobüs veya uçak, sizin bahçenizde yer alan ve patlayan her kanalizasyon, evinizi hep son anda fiyakasını bozabilecek her türlü detay, sizlere hep dev olaylar gibi sinir ederek yansır. Bunların her biri, sayısız farklı insanları da etkiler.
Yaşam, bu SONSUZ alternatifler örgüsü ile geleceğin otobanlarını veya kimine göre de çakıl kaplı yollarını ve insanların kaderlerinin haritasını çizer. Başarısız ressam Adolf Hitler’in başına gelenler, herhalde bu örneklerin en ağır ve us ötesi abartılı olası sonuçları arasında en ağır derstir dünyamızda...
İşte bütün bunlar kafamda binlerce tur attıktan sonra, vardığım karar şu oldu: İyi ki Türk olarak yaşadım ve yaşamımı sürdürüyorum. Hiçbir pişmanlığım yok. Hatta sanatımı bu kadar çok katmanlı hale taşıyan unsurun da, Türkiye gerçekleriyle karşılaşmak ve beş duyuya hitap eden büyük mekan düzenlemeleri yapmak olmuş olduğunu bile söyleyebilirim. Mesela “Demokrasinin Kutusu” (1987) ve “The Muzır-Ölçer” (1988) işte bu ağır şartlar ve ülke sıkıntıları yüzünden/sayesinde doğdular! Sanatımın çok sesliliği bu köklerde gelişti.
İnsanın doğal akışta gençliğinde başka bir ülkeye yerleşmiş olmasını normal karşılıyorum. Ama ülke kötü gidiyor diye on yıldır kararlı bir şekilde bu diyarlardan ayrılanları pek anlayamıyorum. Ne diyebilirim ki? Gidin bütün dünyayı gezin. Ama her şeyi elinin tersiyle iterek, başka diyarlarda ikinci veya üçüncü sınıf olmayı göze alanlara da diyecek laf bulamıyorum…


7 Aralık 2019 Cumartesi

KADIN CİNAYETLERİ VE SABOTE EDİLEN DEVRİMLERİMİZ | Bedri Baykam | 05.12.2019


Sergim için Amerika’da, Los Angeles’tayım. Arada ülkemdeki haberlere bakıp hasret gideriyorum. Sonuç mu? “Günün önemli haberi ne?” diye elinize tableti alıyorsunuz, okuduğunuz haberler tiksinç şekilde tanıdık geliyor. Ordu’da genç balerin Ceren Özdemir, evinin önünde bıçaklanmış. Kaldırıldığı hastanede ölmüş. Yok olan gelecekler, yuvaları sönen aileler... Aramızda gezen katiller!
Efendim, Amerika’ya gelip, buradan da Türkiye’de ardı arkası kesilmeyen kadın cinayetlerini mi yazacaksın Bedri? Zaten daha geçenlerde yine yazmamış mıydın?
Evet, yine yazacağım. Yine yazacağız. Bıkmadan, sıkılmadan. Bu ülkede kızını, karısını, ablasını, kız kardeşini, sevgilisini veya askıntı olduğu kızı dövmeye meraklı alçaklar oldukça, biz de elimizden ne geliyorsa yapacağız. Yazıysa yazı, yürüyüşse yürüyüş, yasaysa yasa... Komşu dairede yaşanan erkek şiddetine kulak tıkamayıp müdahale etmekten, sokakta açıkça şiddet uygulayan şeytanlara karşı koymaya kadar, elimizden ne geliyorsa yapacağız. Yapmazsak, bizler de kanıksamamız istenen bu adiliğe göz yummuş oluruz. Genç kızlar birbiri ardına yok olup gidiyorlar. Şule Çet, Güleda Cankel, Berivan Minaz, hangisini sayalım, liste maalesef korkunç. Birçok kadın ise, 3. sayfaya bile düşmeden bu dünyadan ayrılıyorlar. Geriye bir istatistik haline dönüşen isimleri ve şayet biliniyorsa, “cinayet gerekçeleri” kalıyor! Onların katilleri, dayakçıları, adi suçlular ise onlara hafifletici nedenler bulan avukatlar peşinde, adaletin açıklarını, zaaf noktalarını arıyorlar!
Bu ülkede, polisler dövülüp karakola sığınan kadınlara “Kocana dön, eşindir, ister sever, ister döver” dediği müddetçe, komşular çığlıklar yükselen yandaki dairelere karşı ayağa kalkmadıkça, daha çok kadın ölür.

ŞORT VE MİNİ ETEK Mİ DEDİNİZ?
Kadınlara yapılan saldırılar arasında bildiğimiz gibi, otobüste, metroda tekme sallayanlar, hakaret edenler, taciz edenler gırla gidiyor. Genç kadınlar her an her yerde “bir durum”la karşı karşıya kalıyorlar. Cinsel gerekçeler, kıskançlık, açlık, asalak aşklar, hepsine bir gerekçe buluyorlar! Bu durumlar nedeniyle son yıllarda çevremizde yer alan genç kızlarımız, kadınlarımız artık mini etek veya şort giymeye çekindiklerini, kentin birçok yerinde ancak uzun etek veya pantalon giydiklerini söylüyorlar. İçinde yaşadığımız Atatürk Cumhuriyetinde, gerçekten çok üzücü ve kabul edilemez bir durum. Bakın yukarıdaki cinayetler ve dayaklar konusu ile, bu bölümde ele aldığım konu birbirinden çok farklı görünse de aslında birbiriyle doğrudan ilişkili: Kadınlarımız, kazanımlarından tek bir adım geri gidemezler. Ne meslek hayatlarında, ne bağımsızlık savaşlarında, ne etek boylarında. Atatürk devrimleri, getirdiği her kazanımıyla bir bütündür. Yobaz, eril baskılarla, orta çağ kafası dayatmalarla bir ucundan kırpılmaya başlanacak “tadilata açık alanlar” değildir onlar! İnadına saldırganların üzerine gidilerek korunacak en önemli değerlerimizdendir bu devrimler. Kadınların seçme ve seçilme hakları ne kadar değerliyse, yalnız yaşama hakları, özgürlükleri, özel hayatlarının dokunulmazlığı, mini etekleri, şortları, makyaj yapma keyfiyetleri de bir o kadar tartışılmaz derecede değerlidir. Kadınlarımız, bu coğrafyada mini etek ve özgür yaşam haklarını korumadan, seçme seçilme haklarını koruyabileceklerini sanıyorlarsa, gerçekten çok mu çok yanılıyorlar. Bu devrimler, aynen laiklik gibi, aynen hukuk devriminin ötesinde eğitim ve sanata yaslanan aydınlanma devrimi gibi, her zerresiyle dokunulmazlığı olan bütünlerdir. Kısmi korumalara başlarsanız, bütünlük artık elinizden kayar gider.
Alçak baskılar ister siyasetle, ister bürokrasiyle, ister mahalle baskısıyla, ister aile veya sokak saldırısıyla gelsin, birbirinden farkı yoktur. Yalnız kadınlarımıza değil, tüm topluma düşen bu yobaz geri dönüşle kora kor mücadele etmektir.

DEVRİMLERİ KORUMAK NEDİR, NE DEĞİLDİR?
İnsan üzülüyor. Kendi topraklarında, kendi insanlarının ileriye gideceğine gerilediğini görerek üzülüyor. İnsanın aklına 1930’ların, 1940’ların 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı gösterilerindeki görüntüler geliyor… Atatürk’ün partisindeki yöneticilerin, büyük devrimci önderin “Türkçe ezan” devriminden yalnızca söz edenleri bile partiden ihraç etme talebiyle disipline gönderebildiklerini görüp, kahroluyor. Kabus gibi bir durum. Tarihi inkar, bir günden diğerine ortamın üzerine zift ve katran dökerek bir anda gelmez. Böyle yavaş yavaş gelir. Alıştırarak, ödünler talep ederek, cerahati yayarak, karşı devrimcilerin nasıl yeni mevzilere yerleştiklerini görmezden gelerek... Geri adımlar böyle atılır ve insanoğlu olağandışı hamlelerle efsanevi bir devrimcinin attığı adımları, kendi evinden başlayarak sabote edebilecek kadar tarihi sorumsuzluklarla dolu kararların sahibi olabilir. Halbuki devrimler bir bütündür ve birbirlerine çelik örgülerle bağlıdırlar. Onlara “böl-parçala-yönet” mantığıyla bakanlar, yalnız o devrimleri yerinden sökmeye çalışanlar değil, aynı zamanda onları ayrılmaz bir bütün olarak görmeyi başaramayan bahtsızlardır. Yaşam tarzlarını, üniversitelerdeki nü modelleri, resmiyle, heykeliyle, filmiyle nü sanatı ya da içkili lokantaları savunmaya cesaret edemeyenlerdir. Bu saydıklarımıza karşı mahcup gezmeyi tercih edenlerdir. “Mütedeyyin-muhafazakar-dindar-kapalı” ve buna benzer tanımlamalarla tanınan kesimlerin her hakkını ölesiye savunup diğer yanda çağdaş yaşamın gereklerini korkusuzca dile getirenlere karşı sessiz kalmak veya onları uzaklaştırmaya kalkışanlardır. Onlar ne devrimlerin bütünlüğünü görebilirler ne de onları savunanlardırlar. Kadınlar bugün sözde aşk, kıskançlık veya namus cinayetlerine kurban gidiyorlarsa, bunun sebebi devrimlerin her birinde atılan geri adımların toplamına denk gelmektedir. Yoksa yobazlık da durup dururken o gençlerin beyninin içinden doğup yerleşen bir kurtçuk gibi girmez! Bugün metroda taciz edilen genç kızları görmezden gelenler, bu gerilemenin gerçek sebeplerini görmek istemeyenler, kendilerini derhal toplamazlarsa, akıl almaz bir ihanetin ortasına imza atmış olacaklardır.