28 Ekim 2014 Salı

BENCE PARALARI FAİZİYLE GERİ ÖDEMELİLER! | BEDRİ BAYKAM | 28 Ekim 2014 tarihli makalesi..


Geçen hafta çok ilginç bir durum yaşadık. Bilmiyorum kaç okurumuz buna dikkat etti. Ben köşe yazıma sonu büyük bir "katastrofik" hüsranla biten "Perfect Storm", yani Mükemmel Fırtına filmini anlatarak başladım ve bizlerin de artık Türkiye'de benzer bir halet-i -ruhiyede yaşayan insanlar olarak, girdaba kapılmış şekilde kabus dolu senaryolara çekilip gittiğimizi anlattım uzun uzun. Gazetemizin arka sayfasında ise, Işıl Özgentürk, "Melankoli" başlıklı yazısında, Lars von Trier'in aynı adı taşıyan filmini aktarıyordu. Görmediğim filmde, Melankoli isimli bir yıldızın dünyaya çarpması bekleniyormuş ; Özgentürk'te de aynı adı taşıyan bu yıldızla ilgili filmi izlerken "Hay Allah sıkıldım artık, çarpsa da gitsek artık" diye düşündüğünü aktarıyor. Halbuki son zamanlarda Özgentürk, kendini artık neredeyse yaşamın içinde bu filmin bir tutsak seyircisi gibi seyreder hale gelmiş!
             Şimdi buna tesadüf demek mümkün mü? Tabii ki hayır. Eminim bir çok farklı sinema sever vatandaşımız, belki kendilerini aniden bir Tsunami veya deprem tarafından yutuldukları başka bir filmin göbeğinde hissediyorlar. Yaşadığımız zaman dilimi, resmen bize zehir olmuş durumda. Işıl hanımı ben aradım ve bu olağandışı -ama aslında şaşırtıcı da olamayan!- durumu sordum. Kendisi de tabii ki fark etmişti!
            Bir yandan ülke olarak yaşadığımız mahçubiyet ötesi yüz kızartıcı rota değiştirmeler, dünya kamuoyu önünde alay konusu olmak, sabah akşam
"koridor açtım açmadım" diye söz değiştiren bir "Başkan" (Siyasi sıfatı bir belli olsa vallahi onu da belirteceğim, ama bugün Türkiye'de Başgan'ın hangi Anayasaya göre ülkeyi nasıl yönettiği konusunda hiç kimselerin en ufak bir fikri bile yok!); siz deyin uçuruma, ben deyim okyanusun göbeğine doğru hızla seyreden bir ülkenin şaşkın fertleriyiz.
          Herhangi bir tehlike veya kötü olay karşısında, her aklını ve vicdanını kullanan insan, öncelikle bir "kriz masası" kurar, hasar tespiti yapar, bu içine düştüğü durumdan nasıl kurtulacağı konusunda toplantı yapar. Ama emin olun şu anda kimse de buna benzer bir bilinçli çaba görmek bile zor.
            Tam size sokakta alçakça infaz edilen askerlerimizin yüreğimizi kahreden acısından söz edecektim ki, yeni bir şehit haberi daha geldi. Bu ülke tarihinde maalesef çok şehit verdi. Yeni bir durum değil. 30 yıldır da güneydoğu da çok şehit verdik. Ama hiç bir zaman kendimizi bu kadar kalabalık içinde yalnız, bu kadar çaresiz ve dayanabilecek bir gövdesi olmayan bir şekilde  bulmadık. Lütfen kendinizi o askerler ailelerinin yerine koyun. Kimi kime şikayet edecekler? Dost kim, düşman kim? Eskiden belki kanayan yaraları durdurmak için Genel Kurmay Başkanının demeçleri, samimi nutukları ve ziyaretleri, bir nebze olsun yara sarardı. Bugün artık şehit ailesinin de, aynen ülkenin kurtuluşunu "demokrasi"de arayan sade vatandaşın da, ne askerden ne de hükümetten duymak istediği tek bir söz yok. Çünkü artık "evladım vatan için öldü" cümlesini bile söyleyecek takat yok hiç birinde. Hergün değişen çıkar ilişkisi dolu kararların karanlığında, kendilerini devletin bir dalına ait hissedecek duyguları kalmadı!
Hani bizler kendimizi bildik bileli araştırmalar yapılır ya?
"En güvenilir kurum Türkiye'de hangisi" diye? Hani yanıt hep o üç harfli, devleti kuran kurumdan yana şekillenir ya? Gerçekten çok merak ediyorum, çoktandır kamuoyu araştırmalarında denk gelmediğim bu araştırma bu günlerde tekrar yapılsa, ortaya ne çıkar diye...
            Biliyorsunuz, o meşhur deyimin tekrar ettiği gibi, bu ülkede her şey olabilirsiniz, ama rezil olamazsanız. İşte balık hafızalı toplumumuz hakkında söylenilen bu sözler bile artık boyut değiştirdi.  Yüz kızartıcı hangi suçu işlerseniz işleyin, konu artık nasıl "arazi olup" kendinizi veya suçlarınızı unutturabileceğiniz değil, konu tam tersine, silah elinizdeyse, nasıl zeytinyağ gibi üste çıkmak için yapacağınız hamlelerdir. Hatta sıfırlayamadığınız için bir kısmı elinizden alınan ganimetler varsa, onlara da son sürat daha yılı dolmadan kavuşturulacağınız gibi, sizin hakkınızdaki temizlenememiş iddiaları gündeme taşıyan gazeteci veya karikatüristleri de oku tersine çevirerek suçlayabilecek yüzsüzlükle yüklü olabilirsiniz artık!
Ama durun, dahası da olabilir! Mesela neden bu 10 ay boyunca "merkez ticari misafir" ve diğer "mağdur"ların "boş" yere el konulan (!) paraları için faiz işletilmesin ki! Bence artık bu iş oralara kadar varmalı, böylece çeşitli bakan mahdumları ve misafirleri, bu işten sıyrık almadan çıktıklarını görerek rahatlamalıdırlar.. Var mı itirazı olan?

Cumhuriyet bayramımızı bu traji-komedilerin orta yerinde, her zamankinden daha da gür bir sesle kutlamak, boynumuzun borcu olsun!

21 Ekim 2014 Salı

Piramid Sanat | 'Turk Cagdas Sanatinin Devrim Yillari: 80'ler' - 5 Kasim, Carsamba | 18.00-21.00 / Piramid Sanat | 'The Revolutionary Years of Turkish Contemporary Art: the 80's' - November 5, Wednesday | 6.00 - 10.00 pm


"SİLAH KİMDEYSE GÜÇ ONDADIR" İKTİDARI | Bedri Baykam | 21 Ekim 2014 tarihli makalesi..


"Perfect Storm" yani "Mükemmel Fırtına" başlıklı bir film hatırlıyorum, Wolfgang Petersen’ın yönettiği... Eleştirmenler pek bayılmamıştı, ama ben çok etkilenmiştim. Özetle bir balıkçı teknesi, hava muhalefeti riski olan bir günde, denize açılıp kendini dev bir fırtınanın yarattığı ters dalgaların ortasında bulmuştu. Büyük mücadelelerden sonra, dev bir dalgayla toptan alabora oluyor ve tüm mürettebat azgın suların altında yok olup gidiyordu.
         Nereden mi aklıma geldi? Türkiye gemisi, son süratle, göz göre göre kendi mükemmel fırtınasının ortasına doğru yol alıyor. Bu ülkede en uç sağ-sol tartışmaların ortasında bile görülmeyen kaos, husumet, her Allah’ın günü büyümekte... Hatta sanki insanların tepkisini çekecek her damara bilerek basılıyor, kaptanlık köşkü tarafından! Vanalar sıkılıyor, akciğerlerimize inen oksijen her gün daralıyor. İnsanların gece kabusta görseler inanmayacakları senaryolar, zorla boğazımızdan aşağı sarkıtılıyor.
           Aslında gülüyorum ağlanacak halimize... Çevremdeki "bizden" gazetelere bakıyorum, mücadele arkadaşlarım, ister istemez yazılarının büyük bölümünde yapılan haksızlıklar, usulsüzlükler, savaş çığırtkanlıkları ve Atatürk düşmanlıklarının dökümünü yapıyorlar. Hepimiz o duruma itildik. Tüm bu şikayetlerimiz, özetle gücü elinde bulunduran iktidarın kural dışı hareketlerinin yorumu! İyi de niye mi gülüyorum? Ortada beynini doğru kullananlar arasında yaşanabilecek bir hayal kırıklığı yok ki! Adamlar kendileri açısından yapılması gerekenleri yapıyorlar! Ne eksik, ne de fazla! Bunu da çok iyi çalışılmış bir senaryoda, hangi ışığı saat kaçta söndüreceklerinin provasını çok iyi hazırlamış olarak gerçekleştiriyorlar.
            Şöyle toparlayayım: Bugünkü iktidarın zirvesi, siyaseti şöyle analiz ediyor:
"Polis zaten elimde. Asker desen zaten o da, en azından Necdet Özel Genel Kurmay Başkanı olduktan sonra toptan kontrolüm altına giren bir diğer güç... Dolayısıyla tüm silahlı güç benim emrimde. Yasalara uymak durumunda değilim. Mesela HSYK seçimi istediğim gibi gitmezse, geçersiz sayarım. Kim tutar beni? Gençler protestoya kalksalar, salarım silahlı gücü üstlerine, 4-5 muhalif gazete isterse her gün bunları ifşa etsin, zaten pek umrumda değil. Onu da lehime kullanırım, AB'nin gözüne sokarım 'bak işte bana diktatör diyorlar, öyle olsa bu gazeteler çıkabilir mi hiç bu ülkede?' diye. Sonuçta yasa-masa beni bağlamaz, her noktayı toptan fethedene kadar, her şeyi kılıfına uydururum. Fiili başkanlık rejimi başlatırım. Başbakanlık diye halkın parasıyla inşa ettirdiğim yeni sarayı, şimdi Cumhurbaşkanı oldum diye yeni köşk ,Çankaya'yı ise tarihten kalma hangar ilan ederim. Zaten artık halk iyice uyuştu, ama itiraz eden olsa nasıl olsa cop hazır, gül gibi twitter'ı bile DGM haline çevirecek maddelerim de hazır... Oh, gel keyfim gel!"
               Bilmem anlatabildim mi?
Konu yalnız, silah ve güç ilişkisi. Gerisi yolu bulunur teferruat. Bakın hani herkes şikayet ediyordu ya, "Ordu on yılda bir darbe yapıp, demokrasiyi kesintiye uğratıyor" diye. Artık öyle bir derdimiz kalmadı Allaha şükür. Rejim, toptan karamelize darbenin ta kendisi oldu! Biz o akvaryumun içinde yaşayan küçük balıklarız ve yeni yaşam alanımıza alışmamız bekleniyor.
                Yıllarca
"ama demokrasi.." diye laflarımı fazla “tutucu Kemalist” bulanlara bir şey anlattım: "Demokrasi, oyunun kurallarını kabul edenler arasındaki pişti oyunu gibidir. Kağıt dağıtma sırası kendine geldiğinde, masadaki diğer oyuncuların ellerini bağlayacak, veya tehdit edecek bir oyuncu ile pişti masasına oturamazsınız. Yoksa ne mi olur? İşte böyle pişti olup, şapa oturmuş olursunuz! Mesela o büyük pişkinlikle "sıfırlanan" yolsuzluk davalarına karşı yaşanan tepki var ya? Ne dedi Kılıçdaroğlu: "17/25 Aralık arasını 'Hırsızlar Haftası' ilan edelim". Çok haklı! Peki ne yapacak karşı taraf? Nisan ayına koydukları "Kutlu Doğum Haftası" gibi resmi programlarına mı alacaklar sandınız? Yoksa "bundan söz edeni hapse attırırız" mealinde tehditlerle mi ortaya çıkacaklar? Ne dersiniz?            Bence bütün bu konu ve sorunları en iyi çözecek olan grup, "akil insanlar”! Geçmişte AKP'nin ne kadar demokratik bir “tabu-yıkar parti” olduğunu gururla merkez medyada gözümüze sokan bu muhteşem grup, nasıl olsa yeni polis yasasının da, 17/25 aklanmasının da, bizim düşünemediğimiz inceliklerini ilk fırsatta yeni buluşmalarında hemen ortaya dökerler! İşte bu bizim tıkanmalarımızı açacağı gibi, benim gibi fırtınanın gözüne doğru yol aldığımızı sanan paranoyakların neden boş yere ürktüklerini de gururla izah ederler!

18 Ekim 2014 Cumartesi

FENER'İN İNTİHARI. | BEDRİBAYKAM

Özet: Fenerbahçe, Mert'i en azından 2. yarıda oyuna almadığı için kaybetti! diyip geneline bakalım:Emin olun o kadar bu halk futboldan soğudu ki, maçtan önce en büyük dileğim şöyle Türkiye'ye maç keyfini geri getirecek mesela son dakika golüyle bir tarafın 4-3 kazanacağı bir maç görmek istiyordum. Hatta belki kim kazanır, kim kaybeder, onu bile düşünmeden!Halbuki maçtan önce başlayan yağmur, tam tersine zor maçın golsüz geçme olasılığını bile çok arttıran bir faktördü. 
Tabii birincisini tamamlayan 2. dileğim de tabii maçın centilmence geçmesiydi. 
Maç en azından bu dileğe uygun bir ritmde başladı. Hakem Cüneyt Çakır'ın, GSaray Başkanı Aysal'ın akıl almaz provokatif demeçlerine rağmen maçı iyi yönetmesi, sakin ortamı koruyan bir faktördü. 
Fenerbahçe aynen süper kupa finalinde olduğu gibi, maça çok iyi başladı. Tüm ilk yarı sürdü bu baskı. Emenike'nin kaçırdığı pozisyonlar saç baş yoldurdu sarı lacivertlilere. Özellikle 41. dakikada yüzde yüzlük bir pozisyondan sonra ıskasını telafi etmek için komik şekilde penaltı talep etmesi, içler acısıydı. O dakikalarda Fener'in bir türlü Tanju veya Aykut gibi bir golcüye kavuşamamasının sıkıntısını hissettim. Her iki takımın da daha çok yerden oynaması yağmura rağmen dan-dunu azalttı. Emre'nin sakatlanıp daha 34. dakikada oyun dışı kalması, Fenerbahçe'yi zor durumda bıraktı. Meireles'in iyi bir maç çıkarması bu duruma biraz panzehir olduysa da yine de maçın arta kalan kısmında zorlandı kanaryalar. 
Maçın ikinci yarısına, tam tersine hızlı başlayan Galatasaray oldu. 45. dakikada Sneijder'in kritik şutunu kurtaran Volkan, 2. yarının zorlanan adamıydı. Bir yandan sakatlığı, bir yandan hızlı Sarı kırmızılı ataklar. 

Alves'in aldığı kırmızı kart, yüzde yüz haklıydı. Bekir'in Konya maçında aldığı kırmızı, anlaşılan ders olmamış sarı lacivertlilere. Yine aptalca bir orta saha yüksek topunda, arkadan rakibin omuzuna başına kalkan aptalca bir ayak! Demek ki İsmail Kartal bu işin gereksizliğini takıma hala anlatamamış! Sarı lacivertliler 10 kişi kaldıktan üç dakika sonra, Olcan'ın direkten dönen şutu ciddi bir ikaz oldu yine Fenerbahçe kalesine. 63. Dakikada Kadlec'in korner sonrası topu altı pastan kafayla auta atması şanssızlık ve hatta beceriksizlikti.
Kartal, Emenike'yi çıkarınca, Fenerbahçe ileriye de gidemez oldu. Durum 0-0 ken ciddi alarm ötesi sinyaller veren Volkan sakat sakat oynarken, nedense Mert oyuna alınmadı. Hollandalı savaşcı Kuyt'ın da yerini Sow'a bırakması, eksik oynayan sarı lacivertlilerin gardını tam düşürdü. Marke edilmeden şut attırılan Sneijder'in iki füzesi 0-0 a bağlanmış görünen maçı koparırken, GSaray haklı galibiyetine uzandı: iyi oynadığı için değil, maç akışında ister oyuncu, ister teknik direktör düzeyinde bariz kritik hatalar yapmadıkları için kazandı Sarı kırmızılılar. Bize de maçın kavgasız geçmediyle teselli bulup, sarı kırmızılıları tebrik etmek düştü. 

14 Ekim 2014 Salı

UZLAŞMASIZ ÜLKEDE, ARAMIZDA UZLAŞMAK... | Bedri Baykam | 14 Ekim 2014 tarihli makalesi..


Pazar günü, sevgili Tuncay Özkan ve Oda TV davası mağduru değerli aydın genç gazeteci Barış Terkoğlu'yla beraber Memleket Sevdalıları Derneği'nin düzenlediği panelde Yunus Emre Kültür Merkezi'nde ana ekseni Türkiye siyaseti ve "uzlaşma kültürü" olan bir panele katıldık. Salon tamamen coşkulu ve kararlı "Cumhuriyetçi demokrat" olarak özetleyebileceğimiz bir kitle ile doluydu.
          Tuncay'la olan eski siyasi dostluğumuz ve doğal dayanışmamız, Silivri yıllarından sonra kardeşliğe dönüştü. Ona yapılan haksızlıklar, yalnız hükümet veya "paralel yapı"dan gelmedi. Tuncay'ın deyimiyle
"en yakınında olan ve kendi yetiştirdiği bazı gazeteci gençlerin üç kuruş para için yaptıkları ihanet" kendisini en çok üzen gelişme olmuş o dönemde. Tabii o yıllarda "dışarıdaki ortama baktığımda genç veya yaşlı fark etmez, geride duran gazeteci takımında dağları saran korkular vardı. Üç ayda bir evler basılıp yeni "sorti"ler (!) yapılırken, demokratik mücadele arkadaşlarını hatırlayan insanlar büyük bir hızla azalmıştı. Her Silivri'ye gittiğimde, Tuncay'la, Balbay'la, Doğu Perinçek'le ve tüm diğer dostlarla uzaktan bağıra çağıra konuşmak, sevgi işaretleri yollamak, jandarmaların baskısı ve ortamın 2. Dünya Savaşı kokuları arasında süren ağır bir ritüeldi. Pazar günü o toplantıda da söylediğim gibi, şimdi o yol arkadaşlarımla beraber konuşabilmek, tartışabilmek, onlara rahatça dokunup sarılabilmek, sonsuz değerli bir hazine, bunu da hiç unutmamamız lazım. Bizim adımıza o nöbeti tutanları da, o günlerde yazıları ve eylemleriyle dışarıda dik duranları da hiç bir zaman unutmayacağız tabii ki.
         Tuncay özetle tutkulu, heyecanlı, romantik, ölümüne kararlı bir insan. Yaptığım konuşmada en çok güldüren sözlerim CHP ile ilişkimiz etrafında söylediklerimdi: Belki hatırlayacaksınız, Tuncay'a yöneltilen eleştiriler arasında en komiği
"CHP'yi ele geçirmeye çalışması"ydı! Tuncay’ın, o partide genel sekreterlik istediği haberleri medyada duyulmuş, "kötü niyet" (!) böylece açığa vurulmuştu. "Ben de CHP'yi ele geçirmek için Genel Başkan adayı olmuştum, aynı suçtan muzdaribiz. Meğer Ergenekon davası, CHP'yi bizim gibi insanlardan korumak için yapılmış" diye özetledim durumu!
           Panel başlamadan önce Türkiye'de "uzlaşma kültürü"nün olmamasını en acı şekilde gösteren bir görüntüler dizisi aktı ekrandan. Yine içimiz burkuldu. Siyasi, etnik, mezhepsel hoşgörüsüzlük, kadınlara yönelik ağır şiddet, başka canlıları öldürmekten, işkence etmekten zevk alan bir toplum olma yolunda 2000'li yıllarda büyük bir ivme kazandık! Türkiye'de hoşgörü, özellikle AKP döneminde "türbanın ve dindarların önünü her yerde açmak" olarak görüldü! CHP'de maalesef buna biraz seyirci kaldı. Alkol, sanatta çıplaklık, sansürler, yaşam tarzı baskıları ve bunun gibi çağdaş hakların korunmasında ana muhalefet partisi son derece çekingen bir tavır gösterdi. Böylece
"demokrasi mücadelesi" işçi hakları veya yolsuzlukla mücadele çağırıları dışında tek yönlü olarak, dinin dokunulmazlığının demokrasi kelimesi ile neredeyse özdeş haline geldiği bir alan haline geldi. Ayrıca Türkiye'yi ayakta tutan ana tutkal olan Atatürkçülük, 90'lı yıllarda sabahlara kadar süren sözde tabu kırıcı tartışmalarda sulandırılıp çözüldükten sonra, ülke 2.Cumhuriyetçi ve "yetmez ama evetçi"lerin medya baskısı altında beyni yıkanan bir yeni kuşağa geçiş yaptı. Türban, yobazlık, dincilik, demokrasinin anahtar kelimeleri olurken, Kemalizm tutuculuk veya muhafazakarlık olarak sorumsuz medyacıların diliyle tescillendi.
          Bugün artık iktidar için tek uzlaşma, kendi boyunduruğuna teslim olanlarla gerçekleşebiliyor.
Ya benim gibi ol, ya da kaybol! Kadrolaşmanın yanı sıra, normal liselerin zorla İmam Hatipe dönüştürülmesi ve süregelen yeni nesli "kindar/dindarlaştırma" çabaları, zaten halkın kötümserliğini arttıran faktörler. Şimdi pazar günü hükümetin envai çeşit vaat ve baskıyla elde ettiği HSYK sonucu ve Parlamento’da çok yakında yasalaştıracağı polisin yetkilerini ve muhalif eylemci gruplara cezaları katlayan yeni yasayla, baskı daha da artacak. İşte bu ortamda dahi, bizler ayakta durmaya, siyasete güvenmeye mecburuz. Tuncay, CHP'yi Türkiye'nin ayakta son kalesi olarak tanımladı, moral verici konuşmasında. Ben de ona katılırken, kritik 2015 seçimi öncesi, CHP'nin artık merkezi sistemle her adayını seçen ilkel görünümünden (Bkz Çankaya!) uzaklaşması gereğini tekrar vurguladım. Yani uzun lafın kısası, kafa kesiciler, bölücüler ve sıfırlayıcılarla kuşatılmış olduğumuz günlerde, önce aramızda uzlaşmayı başaracağız ki, sahte uzlaşmacılara hak ettikleri direnci gösterelim!

7 Ekim 2014 Salı

YAZAR-SANATÇINIZIN NOT DEFTERİ | BEDRİ BAYKAM | 7 Ekim 2014 tarihli makalesi..


            Sizin için bayramın son günü. Yaşadığımız iğrenç gündemin dışında, yazarınızın gözüyle biraz dünyayı paylaşmak istedim. Benim için günlerden Pazar şu anda. Sizin salı günleri okuduğunuz yazıları ben genellikle pazar gündüz veya gece yazıp pazartesi sabah rötuşları yapıp, öğleden sonra gazeteye yolluyorum. Benim daha iki buçuk günlük bayram zamanım var şu anda. Siz ise bir yerlere gittiyseniz belki dönüş yolundasınız. Bu yazı öncelikle o işe yarasın: Lütfen arabayla dönüyorsanız dikkatli kullanın! Hiç kimsenin provokasyonuna gelmeyin!

             İki gün Yalılavak'ta kaldık. La Maison'da. Keyifliydi. Dün gece 2 saat Atilla Demircioğlu ile beraber şarkı söyledik, arkadaş grubu arasında. Size bu yazıyı Gümüşlük sahilindeki Arriba restoranından yazıyorum. Yazın son günleri, hatta biten tatili de düşünürsek son saatleri, dev bir ziyafetten kedilere arta kalan kırıntılar gibi tatilcilerin önüne atılmış. Yalıkavak'ta değerli ressam arkadaşım Yusuf Taktak'la sergi açtık Mine Galeri'de, 16 Ekim'e kadar. Yusuf, resim dünyamızda 30 yıldır en yakın arkadaşlarımdan biri. Mine Galeri, günümüzün hızla mantar gibi batıp çıkan galerilerinden farklı olarak 30 yıldır dürüstçe sürdürür işini, meslek onurunu koruyarak...            Rüzgar ve havanın rengi, yazın artık gemisine binip bir dahaki yıla kadar basıp gittiğini net olarak haber veriyor.
           Yusuf'la beraber, Gümüşlük'te Suat Akdemir'i ziyarete geldik. Bu çağda hala Van Gogh hayatı yaşayan bir sanatçı varsa, o Suat'tır. Bir tarlanın ortasındaki kulübesinin içinde yıllardır resimlerini yapıyor. Kimi zaman resimlerini doğaya bırakıp, çimen, kuş pislikleri, rüzgar, yağmur, herbirinin izlerini de kullanarak soyut resimlerini "doğuruyor". Televizyon izlemez, piyasa oyunlarına girmez, işini yapar, edebiyat veya tarih-felsefe okur, parası varsa Arjantin, Küba veya New York'a gider. Yoksa atölyesinde işine devam eder. Küba ve Türkiye'yi baştan aşağı sahillerinden bisikletle gezip, binlerce fotoğraf çekip, onlardan da soyut resimler üretmiştir. "Facebook event page" açmaya benzemez bu. Hadi buyrun bir deneyin bakalım. Beat kuşağına yakın bir dille kaleme aldığı yol anılarıyla beraber o fotoğraflar da
yaptığı resimler de kitaplaştı bu yıl. Yolu açık olsun. Türk çağdaş soyut resminin en dikkat çeken isimlerinden biri.
           Bu yazıyı 2 güne yayarak yazdığımı söylemiştim değil mi? Bazen tabii Pazartesi aniden bir olay olur. 1 saatte onu yazıp yetiştiririz. Siz ne diyorsunuz kardeşim? Bir de meşhur futbol yazıları durumum var. Spor servisi sorumlumuz sevgili Arif Kızılyalın, Fenerbahçe maçları bittikten 120 saniye sonra yazıyı iletmiş olmamı ister! Bazen bir dakika için üç dakika didişiriz telefonda. O nedenle 1 saat, oohooo, müthiş bir zaman!
           Bu gece, -hani benim için hala pazar ya- eşim Sibel'le Ankara'ya uçuyorum. Şimdi sizin için salı ya, işte size göre şu anda Ankara'da John F. Kennedy cinayetinin 50. yılı hakkındaki sergimi asıyorum. Bu "zor" ve kapsamlı sergi İstanbul'dan sonra, yarından itibaren, 8 Ekim-1 Kasım arası Çankaya Belediyesi'nin Çağdaş Sanatlar Galerisi'nde görülebilecek. Şu anda (pazar), İstanbul’dan gelen ekibim Öykü, Erdal, Nuran ve Umut Kenedy Caddesi’nde işleri indiriyorlardır. 20 yıldır süren bir araştırmanın sonucu bu sergi. Ankara ve civar illerdeki sanatseverlerin ve tarih meraklılarının kesinlikle kaçırmamasını öneriyorum. Sergide ayrıca cinayetin tüm şifrelerini ve detaylarını çok uzuuunn videolarda anlatıyorum. 9 saat 45 dakika! Sıkılmayacağınızın da garantisini veririm! Bir de iki buçuk saatlik bir "gezdirme" videom var.
            Hani benim için hala pazar ya? İşte sizin şu anda, salı günü okuduğunuz bu köşe yazısını yazdıktan sonra çook yavaş ilerleyen yeni kitaplarımdan birinin başına döneceğim. Atatürk'ün doğumu ve 20. yüzyıl başından bugüne kadar Türkiye'nin siyasi tarihini yazıyorum. Yakın tarihimizin kimi malum sahte profesörler tarafından dünyaya yalan dolanla, uydurma kısayollardan anlatılmasından bıktım. Ne zaman mı biter bu çalışma? Vallahi orasını Allah bilir. Yayınlanmış 24 kitabım olsa da, şu anda 4-5 kitap üstünde aynı anda çalışıyor olmam, işi ciddi olarak yokuşa sürüyor. Bir gün de belki sırf bu konuya parmak basarak sizinle dertleşirim. Uykuyu ortalama günde 4 saate indirmeme rağmen, o kadar farklı çalışmayı paralel yürütüyor olmam, işleri zorlaştırıyor. Çünkü zaman azaldıkça tünel daralıyor, işler birbiriyle rekabet içinde yarışıyor, bazen de cidden içim sıkışıyor.
             Yazarlarınızı her gün, ya da her hafta, kimisini her ay izliyorsunuz da, onlar neler yaşıyorlar? Bence bazen diyaloglarla bunları da paylaşabilmeliyiz...

4 Ekim 2014 Cumartesi

FENERE BAYRAM ŞEKERİ. | BEDRİ BAYKAM

Fenerbahçe, evinde passolig saçmalığıyla ve malum krizlerle boşalan tribünlere rağmen ite kaka Konyayı yendi. "Fenerbahçe'nin vidaları sökük" demiştik geçen hafta son cümle olarak hatırlarsanız... İşte o noktadan devam ediyoruz, kaldığımız yerden. Bekir'in aldığı direkt kırmızı kart, bence biraz ağır bir karardı. Herhalde sarı kart çıkmalıydı orada. Ama benim eleştirim hakemden çok Bekir'e: Orta sahadaki o alakasız topta niye ayağını rakibin ağzına göğsüne kadar kaldırıp sokuyorsun? Gol mü kurtaracaksın o anda? Bir meslektaşını sakatlamaya değer mi? Ya da 1-1 giden bir maçta kırmızı alma riskine girmek değer miydi? Futbolda bir inancım var: sakatlama/sakatlanma. Mesela kim mi böyle oynardı? Alex. Ne gereksiz risk alırdı, ne arada tatlı-sert oyununa rağmen, rakibi sakatlardı. Peki Bekir atıldı. Hemen ardından "olağan şüpheliler" Volkan ve Caner'in hışımla olay yerine gidip, kırmızı kartı kıskanırcasına kendi sarılarını alma merakına ne demeli?
Penaltı pozisyonuna bakıyorum. hafif bonkörce olsa da, verilebilecek bir penaltı. "Ama"sını şöyle anlatalım: Bu penaltı Fenerbahçe lehine verilse, malum korolar haftalarca dediklerini bırakmazlardı, kimse aksini iddia etmesin!
Fenerbahçe'de Webo ve Sow'un golleri, birbirinin karbon kopyası. Duran toplarda, Caner kesmelerine kalecinin soluna bırakılmış şekerli kafalar. İyi anlamda şanslı anlar. Çünkü özellikle ilk yarıda, Fenerbahçe oyun akışında hiç bir pozisyon elde edemedi. Sarı lacivertliler kendi evinde futbol oynayan bir şampiyon takımdan çok, bilinçsizce top koşturan bir vasat takım görünümündeydi. 
İsmail Kartal, ikinci yarıda yine kendine has değişiklikler yaptı. Diego'nun yerine Selçuk, Webo yerine Alves, Bunlar tabii "gol yememek" üzerine tasarlanmış hamlelerdi. Özellikle 2. golden sonra anlaşılır kaygılar olsa da, Fenerbahçe seyircisi bu tavırları biraz yadırgıyor. Ama Kartal, kendi gerçekleri içinde tutarlı şekilde, "puan(lar)a tutunma" olarak görüyor bunları. Neredeyse bir imkanı olsa Sow yerine de Mert Günok'u alacaktı ama sakatlık geçiren Alper yerine Hasan Ali girdi. Halbuki forvette top tutan Webo'nun çıkması, müdafaa sorunlarını arttıran bir hamleydi.
Diego. Bir Alex değil. Orası kesin. Ama Diego da böyle kazanılmaz. Adamın en büyük eksikliği özgüven. O da böyle kazanılmaz. Seyirci gol veya asist yapmasını beklerken, çıkarılıyor. Bakalım, izliyoruz. Psikolojisi korunmazsa, sonu Krasiç gibi olabilir, bizden uyarması. 
Fenerbahçe 2. yarıda 10 kişi kalmış olmasına rağmen kesinlikle ilk yarıdan daha iyidi. Hiç olmazsa super lig takımına benziyordu.Özellikle maçın son 15 dakikasında, Konya çoğu karambol veya uzak şutlardan çok gol pozisyonuna girdi. Kadlec ve Gökhan'ın çizgiden çıkardıkları, boş sayılabilecek tribünlerde korku rüzgarları estirdi. Volkan maç boyunca çok iyi ve fedakarca oynadı, en az iki golü tek başına çıkardı. Sonuçta Fenerbahçe, kapandıkça kapandı ve 3 puanına ulaştı, bayramı taraftarına zehir etmedi... 

Piramid Sanat | Denizhan Ozer 'Bilinmeyen Hikayeler' 14 Ekim Sali, 18.00 - 21.00‏ / Piramid Sanat | Denizhan Ozer 'Unknown Stories' October 14, Tuesday | 18.00 – 21.00



DENİZHAN ÖZER

Bilinmeyen Hikayeler

14 Ekim-03 Kasım 2014








14 Ekim, Salı | 18.00 – 21.00
Çalışmalarında çeşitli nedenlerle yerlerini ve yurtlarını terk eden 
farklı sosyal gruplardan insanların hayatlarını konu edinen Denizhan Özer, 
“Bilinmeyen Hikayeler” adlı kişisel sergisiyle 
14 Ekim-3 Kasım tarihleri arasında Piramid Sanat’ta…
Kimlik ve aidiyet eksenli enstalasyon, resim, fotoğraf ve videolarında, yaklaşık 25 yıldan bu yana biriktirdiği gerçek doküman ve malzemelere yer veren sanatçı, öykülerini birebir takip ettiği mültecilerin bilinmeyen hikayelerini içeriden bir bakış açısıyla görünür hale getiriyor.
Çalışmalarını Londra’da sürdüren Denizhan Özer’in sanatı, yasadışı ile legal olan arasındaki ince çizginin tutarsızlığından besleniyor. Farklı nedenlerle memleketlerini terk edip mülteci olarak Londra’ya gelen ve farklı bir coğrafyada yaşama tutunmaya çalışan insanların hikayesini fotoğraf ve minimal düzenlemeleriyle aktarmaya çalışan sanatçı, özne ve iktidar arasında gelişen “sosyal adalet” kavramına işaret ediyor.
Sınır kapılarının işleyişi, devlet politikalarının hesapsızlığı, yasadışı örgütlerin sistemle olan ilişkisi, daha iyi bir yaşam arzusu ile başlayan göçün tehlikeleri ve gelenek ile modernlik arasında sıkışmış bireyin çaresizliği onun düzenlemelerinde ön plana oturttuğu ve savunusunu yaptığı ana olgular. Sanatçı, daha iyi bir yaşam ve çocukları için gelecek umutlarıyla yola çıkan, fakat tır kasalarında havasızlıktan boğulmayla son bulan yolculukların arka yüzüne odaklanıyor.
Piramid Sanat, bu sergi için metnini Ali Şimşek’in yazdığı bir katalog da yayınlıyor.
“Bilinmeyen Hikayeler", 3 Kasım 2014 tarihine kadar Piramid Sanat’ta izlenebilir.


-------------------------------------------------------------------------




PİRAMİD SANAT

DENİZHAN ÖZER
Unknown Stories
October 14 – November 3, 2014


Opening: October 14, Tuesday | 18.00 – 21.00
Denizhan Özer, who deals in his works, with people from different social groups who leave their countries will have in Piramid Sanat during
October 14-November 3 his solo exhibition “Unknown Stories”…

Denizhan Özer uses in his works, real documents and materials such as photographs, videos and installations centered around identity and belonging that he collected over 25 years. The artist makes the unknown stories of the immigrants that he has been following in person with a gaze from the inside.

The art of Denizhan Özer, who continues his works in London and İstanbul, feeds from the contradiction of the thin line between what is legal and illegal. The artist, who tries to convey the story of the people who come to London as immigrants and try to cling onto life in a different geography, emphasizes the concept of “social justice” which develops between the subject and the power structure.

The operation of the border gates, the unplanned manner of the government policies, the relationship of the illegal organizations with the system, the dangers of immigration which starts with a wish for a better life and the desperation of the individual stuck between tradition and modernity are the main phenomena that he places on the forefront of his works. The artists focuses on the hidden face of the journeys of the immigrants that start with hopes for a better future for their children and a better life but end up suffocating in the containers of trucks…

Piramid Sanat also publishes a catalogue for this exhibition, the text of which has been written by art critic Ali Şimşek.

Unknown Stories can be visited at Piramid Sanat until November 3, 2014.



For detailed information:
Piramid Sanat
Feridiye Cad. No:23 – Taksim t. +90 (212) 2973121