25 Haziran 2013 Salı

SİLİVRİ’DE ZEYNEP KÜÇÜK TARİH YAZDI / Bedri Baykam / 25 Haziran 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..


Silivri’de tutuklu sanıklar salona girer girmez ilk sözü Balbay aldı: “Yıllardır beraber hukuk arıyoruz... Lütfen artık insanlar doğru gazetecilik yapsın. Yıllardır halkı darbe yalanları ile kandırmak istediler ama sizler kanmadınız. Biz hep haklıyız ve haklı kalacağız.”
Silivri’ye defalarca gidip duruşma izledim. Maalesef normal bir insanın aklını yitirebileceği iddialara karşı ülkemizin en değerli aydınlarının nasıl dayandıklarını, aileleri adına sabredip, nasıl akıl sağlıklarını koruyup değerli avukatlarıyla beraber yanıt vermeye çalıştıklarını gördüm. Defalarca sütunlarıma da yansıyan bu seanslarda kendi akıl sağlığımı da korumaya çalıştım. Çünkü insanlar bir ay öncesine kadar sokaklarda normal bir hayat yaşarken, bizler
“Silivri Zulümhanesi”nde kimliklerini yitirmeleri için her şey yapılan arkadaşlarımıza yardım edemediğimiz için yıkılıyorduk.
İşte geçen cuma günü, Av. Zeynep Küçük, Ergenekon Davası’nı, Cumhuriyet’e atılan bombalara ve Danıştay Davası’na bağlayan iddiaları bir daha hiçbir zaman insan içine çıkamayacak hale getirdi. Tabii ki daha önce de bu yanıtlar verilmişti. Ama bu defa sunum kanıtlı ve toptan değerlendirmeli oldu. Cumhuriyet’e atılan bombalar ve Danıştay Cinayeti de, tutuklu arkadaşlarımıza biçilmek istenen ağır cezaların ana kaynağı olduğu için, Küçük’ün büyük başarısı, aslında Ergenekon Davası’nın bu haliyle sürdürülmesini imkansız hale getirmek oldu. Yani şöyle özetleyelim: Dava’nın normal bir hukuk akışı içerisinde sürdürülebilmesi için, hakimlerin ve hatta savcının bir an önce
“gerçeğe ulaşmak üzere”, ya Küçük’ün iddialarını çürütmeleri ya da mükemmeliyete şapka çıkarıp davanın akış yatağını değiştirmeleri lazımdı. Bu da tabii Küçük’ün ana talebini artık kabul etme gereğinden başlıyordu. Yani, Danıştay Cinayeti’ni, Ergenekon Davası’na yamama çabalarını tarihe gömmek ve tarafsız bir şekilde artık dayanağı kalmayan davayı bu yeni tespitler ışığında yürütüp adil olarak sonlandırmak.... Ama bu doğrultuda bir işaret göreceğimize, davada, aniden sonlandırılmak üzere herkesten “son sözleri” soruldu ve 5 Ağustos’ta Karar Duruşması’nın yapılacağı duyuruldu. Hem de henüz dinlenmemiş bir çok tutuksuz sanık olmasına rağmen!
Ben Küçük’ün o gün gösterdiği performansın benzerini bir tek sinemada gördüm! Savcı Garrison rolünü oynayan Kevin Costner’in JFK filmindeki başarısı geldi aklıma. İçi boş bulutlar arasına birkaç yıldır sıkıştırılmış bu sözde iddiaları öylesine çözüp attı ki, hiçbir Japon yapıştırıcı onları bir daha bir araya getiremez! Peki ne dedi Küçük?
Penguen Medya’nın her gün yayınladığı 100 sayfalık gazetelerde hiç değinmediği metni, ben de bir köşe yazısına sığdırıp anlatamam. Ama siteme girerseniz (www.bedribaykam.com) en azından yazılı şekliyle bu inanılmaz dokümana ulaşabileceksiniz. Lütfen bunu zaman ayırarak bugün, aynı zamanda muhteşem bir “gerçek polisiye” okur gibi de yapın. En afilli hafiye romanları yanında halt etmiş! Birkaç cümlede özeti çok zor ama deneyelim: Türkiye’de siyasi akışı toptan değiştiren Ümraniye bombalarının ele geçiş saatleri her yerde değişik ve çelişkili. Ayrıca anormal bir kararla bu bombalar büyük dikkatle saklanmak yerine, ertesi gün haklarında “imha” (!) kararı çıkıyor! Dava daha sonra iktidarın işaret ettiği bölgeye doğru akıl almaz bağlantılarla uçuşarak ilerlemeye başlıyor. Kendisini kurtarmak için “bombaları Veli Küçük ve Muzaffer Tekin’den aldığını” söyleyen sanık Osman Yıldırım’ın destek ifadeleri, yine “tanık ve aynı zamanda gizli tanık” olan Osman Yıldırım’dan! Danıştay Davası ise tam bir trajedi ve mantık iflası. “Allah’ın askerleriyiz” diye bağırarak Danıştay binasında üyelere saldıran ve Yücel Özbilgin’i öldüren Alparslan Aslan’ın babası, cinci Salih Hoca ile ilişkide olan oğlunun, saldırıyı yaparken “Esma-ül Hüsna okuyup yüzümün görünmezlik kazanacağını düşünüyordum” dediğini 158. celsede aktarıyor! Ve ardından insan beynine meydan okuyan varsayımlarla Aslan ve Tekin-Küçük ilişkisi inşa ediliyor, üstelik “örgüt” varsayımı bir bulut gibi böylece davaya yayılıyor!
Hakim heyeti Küçük’ün bu dava ayırma çağrısına hem de gerekçe göstermeden kulak vermezse, tarih önünde hiçbir zaman yanıtlayamayacağı bir köşeye sıkıştıracak kendisini.
Son sözleri de salona Tuncay Özkan söyledi sayılır:
“Burada hukuk yok, delil, suç, suçlu yok. Ülkenin her çakıl taşını koruyoruz . Bu kavga Türkiye özgürlüklerine kavuşana kadar sürer. Gençliğe ve özgürlüğe, mücadeleye devam ederek hizmet edeceğiz. İçeride gerekirse beş metre karede inançlarımız için böyle yaşayıp öleceğiz. Dava ve sonuç bellidir, hepinize teşekkür ediyorum”.

Avukat Zeynep Küçük'ün Ergenekon davasına karşı yaptığı muhteşem savunmayı ve iddiaları çürüten kanıtları paylaşıyoruz:

18 Haziran 2013 Salı

ACI HİKAYENİN DÜNÜ VE BUGÜNÜ / Bedri Baykam / 18 Haziran 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..


Hikayenin geçmişi 1923’e kadar gidiyor. Ama kısa kenardan alırsam 1980’e bağlarım. 12 Eylül’ün ardından Ecevit’in solun birleşmesine karşı çıkan tavrının ölümcül olacağını biliyorduk. Ne heyetler, ne ricalar gitti kendisine, ne makaleler döşenildi, özellikle seksenlerin ortasından itibaren! Ama kendine göre sebepleri vardı Ecevit’in. Mesela “demokratik sol” ve “sosyal-demokrat” arasındaki “farkları” önemsiyordu! Bizim kaygılarımız çok daha büyüktü. Özal’ın dinciliği siyasete soktuğu o yıllarda, solun birleşememesi ekseni sağa kaydırdı. 1994 yerel seçimlerinden önce tüm çabalarımıza rağmen bu olmayınca, Erdoğan ve Gökçek, küçük bir farkla belediye başkanı oldular.
1990’da, TCK’dan 163. maddenin çıkarılması, zaten şeriat propagandasını serbest bırakıp, yobazlığın önünü açmıştı. Orada da Muammer Aksoy ve Türkan Saylan’la beraber, Erdal İnönü’yü ikna edememiştik. Ne DSP, ne SHP, ne de 1992’de tekrar kurulan CHP, tekrarlanan seçimlerde bu mağlubiyetten ders almayınca, adım adım şeriat heveslilerinin kucağına düştük. İflas, daha hızlı gelebilirdi. Ama bir nebze Anayasa Mahkemesi ve bağımsız yargı, bir yere kadar da TSK, Cumhuriyet’i korumaya çalıştılar. Ordu, medya tarafından herşeyin suçlusu gösterilip, psikolojik savaşla halktan uzaklaştırılacak ve ardından
paşa paşa teslim olacaktı. Yargı ise, 10 yıllık AKP iktidarında adım adım kontrol altına alındı. 12 Eylül 2010’da bu işlem de tamamlandı. “Medya”’da, Cem Uzan’ın iktidar tarafından pes ettirilmesi, aranan “ibret örneği” oluverdi ve bundan herkes ürktü. Gerisi malum... Ergenekon ve Balyoz davaları, hayali suçlarla zindanlara terkedilen ülkenin değerli kalemleri, parti başkanları, işten el çektirilen ünlü yazarlar, programcılar. “Korku İmparatorluğu” kitabımın adının ülkenin ruh halinin tek tarifi haline gelmesi ve bundan gurur duyan “değişik” bir lider tipolojisi! Meşhur “yavaş pişen kurbağa” fıkrasında gördüğümüz taktikle, İran’a dönüştürülüşümüz...
İşte orada bir karışıklık yaşandı: Zirve sarhoşluğu ile kendini bir cennet kuşu kadar özgür hisseden Erdoğan, birden, yaşam tarzlarına ve Cumhuriyet’e saldırıyı hızlandırınca yıllardır “üzerine ölü toprağı serili” dediğimiz gençlik, uyanıverdi! “İki ayyaş-kürtaj-sezaryen-sanat kurumları kapansın-alkol saatleri-yatak odanız” derken Gezi üzerinden ülke patladı! Bilgisayar kuşağı, “Gençliğe Hitabe”yi hatmetmiş olarak, iktidarın göbeğine “yeteerr bee!!” diye yürüdü... Yıllardır laik-kemalist-demokrat kesimi istediği gibi aşağılayan Erdoğan’da konuyu kavrayamayıp, “bu 5-10 ağaç meselesi olamaz” diye daha da sertleşti. Çünkü tehdit dışında yöntem bilmiyordu. Konu tabii ki yalnız Gezi değil, insan yerine konma ve özgürlük...
Şimdi yaşananlara bakıyorum da, aklıma acı acı 1987’den beri verdiğimiz mücadele geliyor. Dinin siyasallaşmasının bu seviyelere kaçınılmaz şekilde ulaşacağını, vizyonu yetersiz sayısız siyasi ve gazeteciye anlatamıyorduk. Halbuki şimdi herkes pişman. Şu anda demokrasiye tabii ki düşman olan “siyasal İslam”
iktidarı, ülkeyi çağdaş dünyada görülmemiş bir kargaşaya taşımaktan çekinmiyor. Batı dünyası ve hatta tüm ülkelerden, Türkiye’den yükselen haykırışlara destek akıyor.. AKP Hükümeti ise, yüzünü kızartmadan, akıl almaz bir faşist şiddet uygulayarak, Başkanın verdiği yetkiyle gazlıyor, suçluyor, kurşunluyor... Gencecik insanlar ya ölüyorlar, ya insanlığını kaybetmiş polislerce dövülüyorlar, gözlerini, yüzlerini kaybediyorlar. Mehmet Ayvalıtaş ve Abdullah Cömert’ten sonra kaybettiğimiz Ethem Sarısülük örneğinde gördüğümüz gibi, cenazelerine bile saygı gösterilmiyor; 14 yaşındaki Berkay Elmas, ölümle pençeleşiyor.( Daha önce bize Gezi olaylarında öldüğü söylenen Keremcan Karakaş’ın kaybı ise farklı nedendenmiş.) Hipokrat yemininin anlamını bile bilmeyen Vali, “doktorlar eylemcilere olay yerinde müdahele ediyorlar” diye onları “suçlu” ilan ederek kendi üstünü çiziyor. Park’ın karşısında bir revir gibi kullanılan Divan, demokrasi tarihimize geçerken, emniyet güçleri, savaşta bile görülmeyen yöntemlerle oraya saldırıp gaz kullanıyor, eli satırlı “sözde polisler” (!) sokak arşınlıyor, insanlar kask numarası gizli yüzü kapalı polislerce nereye götürüldüğü belli olmadan tutuklanıyor... Penguen medya, gözlerini açmaya hala korkuyor. Ama gençlik kararlı şekilde geleceğine sahip çıkarken, Emniyet güçleri, en acımasız tekme ve dayaklarla, biber gazlarıyla saldırmaya devam ediyor. Hem de gerilimi her an sorumsuzca tırmandıran iktidar desteğiyle! Anıtkabir mi? Her şeye rağmen daha mutlu uyuyor...

   Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

Bedri Baykam Gezi Parkı müdahalesini ve hükûmeti eleştiriyor

http://www.youtube.com/watch?v=56Q5FtHfX8k

17 Haziran 2013 Pazartesi

NO STOPPING NOW, GO ON WITH THE VİOLENCE & THREATS! / BEDRİ BAYKAM


The police forces of AKP, have led serious attacks against the secular democrat crowds that have been protecting the Gezi Park in Istanbul's Taksim Square and last saturday have cleared the Gezi Park by evacuating the Park by using brutal force, tear gas and pressurized water sheds. Since then during the whole week end Turkey has been a battlefield between self protecting young democratic crowds and police forces using all kinds of violence including plastic bullets. At night time on Sunday in Istanbul, islamist fundamentalist groups went on the streets to "assist" the police in chasing the secular protesting youths. Very violent scenes have been seen around Istanbul while a group of 50 protesters were dangerously encircled by a conservative islamist group in the conservative town of Konya. At this point, following the Sunday rally of Prime Minister Erdoğan who spoke extremely provocatively, the tensions rose and the country entered a climate that reminds very closely those of a country in civil war. Turkey has seen several dark periods in its 90 year old Republic Era but no clash has been so dramatic and has ever brought masses confronted with one another!
How did we come to this point? It's worth having a glance at:
What AKP (Justice and Development Party) has been trying to do to this country can be summed up as follows: "Inch by inch let's see how far we can go jumping down on the throat of the opposition and make them even regret the day they were born?" The government for 10.5 years first installed itself at the base and took roots and then started to tighten the screws as they increased their pressure until the contemporary people suffocated. Had they not alternately broken the wings of the opposition already? From the Constitutional Court to the Army, from the media to all the NGO's, from the universities to the independent judicial bodies that had all been transformed into numb institutions, with almost "removed nerve terminals". Therefore, now the way was paved for making open insults or referential humiliations to the opposition, to the founder of the Republic and to those who preferred contemporary ways of life. We witnessed all this insolence one after the other: insulting İsmet İnönü (a major Army General during the War of Independence, and later the Prime Minister, and second President of Turkey also titled as 'National Chief'), while imposing the alcohol ban articulating "two drunkards" (insinuating Atatürk and İsmet İnönü) or insulting people who oppose the ban with lines such as "they should drink till they drop dead", attacking the CHP (Republican People's Party) saying "the root of CHP is dirty and fruitless", provoking people who do not approve AKP's rulings by overtly suggesting "take your mother and go" (leave the country) and the abortion-cesarean law almost prohibiting on all cases both practices and a long list of all kinds of provocations and attacks on the secular lifestyles...
The ​"Siege of Taksim" became the dagger that AKP wanted to plunge into the heart of art and conviviality in Turkey. The target of course was not to embellish or to make the Square more functional! With the alterations made one after the other the idea was to make people more and more sick and tired, because the bankruptcy of cafe-bars and other entertainment centers and to try to cut off Beyoğlu away from the life of İstanbulites. As part of its usual characteristic tactics, AKP wanted to proceed with one of the most critical changes against the public, which was to place back the "Artillery Barracks" into the Gezi Park; Those barracks which are the symbol of the reactionary uprising led by the soldiers stationed there and by some religious groups during the "2nd Mesrutiyet" (2nd Constitutional era) known as the "March 31st Incident" in 1905 and thus AKP was purposely going to make a new public demonstration of strength. Then all hell broke loose! Just as they were sure that "All opposition centers had been paralyzed", they had obviously overlooked some people: the Turkish youth to whom Atatürk had entrusted his revolutions and the masses of people who were weary of the government! The people whose pride was trampled on, whose private life was overstepped... On the night of May 31st, the public who could no longer take the gas feast deemed proper towards those guarding the Gezi Park, suddenly stood up fiercely and pushed forth to become the worse nightmare of their oppressors!
When we look back at what we have seen so far since that date, these people are role models who have exhibited their reaction unarmed, without any military back up and graciuosly in a civilized manner and have tried to protect themselves when attacked
with gas, nightsticks, water cannons… And these honorable people standing up proudly were broadcasted of course not by the "penguin media" (the reason for this metaphor was that on the first night that the Turkish crowds hit the streets, the central media CNN Turk was broadcasting a documentary on the life of penguins!) but by the true opposion media and the social media…
​When the world started watching what was going on in Turkey, the government's policy of violence was interrupted for a little while. When the Prime Minister was making his unprosperous North African visits, President Abdullah Gul and Deputy Prime Minister Bulent Arınç stepped in using some tactical smoothing efforts, but all were tossed out into the bin as soon as Erdoğan returned home. And when we pay close attention, the words used by the Prime Minister as if to provoke the people, were like mines set down to cause further tension. This is a Prime Minister who today kept calling the activists at Gezi Pank "3-5 looters"; who still holds the protesters responsible for the death of a policeman stating "Our policeman was martyrized" although knowing that the policeman unfortunately lost his life after falling off a bridge under construction while chasing the activists. This PM who makes intangible threats like "If you continue with these acts, we will respond in a language you understand!" and who turns a deaf ear to the international diplomacy world's call for peace and mutual calm. When Erdogan says "You cannot present this country as a land of terrorism" there is of course only one answer that comes to mind: Then he should draw back the gas, the stick, the riot police and the bullets, and apologize to his people! There's no other way! Because before him stands a wonderful youth of this world that he is not familiar with, who uses guitars, spray paints, a sense of humour, twitter and slogans instead of weapons! In this society, those who choose not to live the way Erdoğan commands, hereinafter do not accept to be treated like and be humiliated as "3rd rate citizens and creatures whose existence is only tolerated"! So Tayyip Bey has understood correctly that this is not about just 5 or 10 trees! Now it's time to do what is needed to be done: For example, he will have to learn not to call kids who stroll around with only a simit (kind of pretzel) and lemonade money in their pockets as "paid men of the interest rate lobby" (!) Or learn not to speak degradingly of the main opposition party as "CHP's (Republican People's Party) mentality is full of filth" if he wants peace in his country… Can you imagine the opposition leader, the President of CHP, Kılıçdaroğlu saying something similar about Erdoğan's Party? The Prime Minister will need to review from A to Z, all his reflexes of addresing the crowds and the way to lead his politics..

​When it comes to the patriotic, independent-minded, creative nation-wide demonstrators that have started their democratic struuggle journey with Gezi Park and that have been unfortunately devastated by the police forces, I admire their improvised social defense reflexes, consciousness, and commitment. Conducting this solidarity with lots of belief, in spite of all the hard days they are going through, the violence they have been subject to, has directed in envy the attention of the whole world to Gezi Park. This resistance is now the responsibility of all of us. Turkish democracy is facing its worst period in these coming dark days and the whole world has to watch closely. The President of Turkish Lawyers Mr Metin Feyzioğlu, has declared today that they will take to the European Counsel all the infractions against Human Rights Agreement of the AKP government. The reactions of Europe will also weigh a lot in the coming near future of Turkish politics and its relations with Europe.  

11 Haziran 2013 Salı

DURMAK YOK, TEHDİDE DEVAM! / BEDRİ BAYKAM / 11 Haziran 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



             AKP'nin bu ülkeye yapmaya çalıştığı özetle şuydu: "Yavaş yavaş giderek, bakalım nereye kadar bu muhaliflerin ümüğünü sıkabilirim, onları pişman edebilirim?". Hükümet 10,5 yılda önce işi alttan alarak iyice yerleşti, ardından da gücünü arttırdıkça vidaları sıkmaya başlayarak çağdaş insanların hava yollarını kesti. Nasıl olsa muhalefetin bütün kanatlarını sırayla kırıp yok etmemiş miydi? Anayasa Mahkemesi'nden Silahlı Kuvvetler’e, medyadan sivil toplum örgütlerine, üniversitelerden bağımsız yargı kurumlarına kadar, hepsi sinirleri alınmış, uyuşturulmuş kurumlara dönüştürülmüşlerdi. Dolayısıyla artık muhalefete, Cumhuriyet’in kurucusuna, çağdaş yaşam tarzını tercih edenlere hakaret veya ima yollu aşağılamaların da önü açılmış sayılıyordu! Sırayla hepsini peşi sıra yaşadık: İnönü'ye hakaret, alkol yasakları, "2 ayyaş", "aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içsinler", "CHP'nin kökü bereketsizdir", "ananı da al git", kürtaj-sezaryen yasağı ve uzayıp giden türlü provokasyonlar...
"Taksim Kuşatması",  AKP'nin Türkiye'de sanatın ve eğlencenin kalbine saplamak istediği hançer oldu. Hedef tabii ki Meydan’ı güzelleştirmek veya kullanışlı kılmak değil! Üst üste yapılan değişiklerle insanları bezdirmek, eğlence yerlerini veya cafe-barları iflas ettirmek, İstanbullular’ı Beyoğlu'ndan uzaklaştırmaktı. Her zamanki AKP taktikleriyle halka karşı yapılmak istenen en kritik değişikliklerden biri, “31 Mart Vakası” olarak bilinen gerici ayaklanmanın simgesi olan "Topçu Kışlası"nı Gezi Parkı'nın yerine koymak ve böylece inadına yeni bir gövde gösterisi yapmaktı. İşte ne olduysa orada oldu! "Tüm muhalefet odakları artık felç edilmiş" derken, unutulan birileri vardı: Atatürk'ün devrimlerini emanet ettiği Türk gençliği ve bezmiş halk kitleleri! Onuruyla oynanmış, özel yaşamına tecavüz edilmiş insanlar… 31 Mayıs gecesi, Gezi Parkı nöbetçilerine reva görülen gaz ziyafetine katlanamayan halk, birden birilerinin kabusu olarak ayağa kalktı ve şahlandı!
             O günden beri gördüklerimizi hatırlarsak, tepkisini medenice ortaya koyan, silahsız, ordusuz, güler yüzlü ancak gazla, copla, tazyikli suyla saldırılınca kendini korumaya çalışan örnek insanlar... Dik duruşlarını "penguen medyası" değil, muhalif olan gerçek medya ve sanal dünya üstünden gösteren onurlu insanlar...
               Dünya Türkiye'de olan biteni izlemeye başlayınca, Hükümet’in şiddet politikası biraz kesintiye uğradı. Başbakan başarısız geçen Kuzey Afrika gezisindeyken devreye giren Gül ve Arınç'ın taktiksel yumuşatma çabaları, dönüşüyle birlikte çöpe atılıverdi. Hatta dikkat edersek, Başbakan'ın halkı tahrik edercesine kullandığı sözler, ortamı daha da geren mayınların yerleştirilişi gibiydi. Bu hafta sonu hala "3-5 çapulcu"dan söz eden, inşaat halinde köprüden düşüp maalesef ölen komiser için "Polisimizi şehit ettiler" demekten çekinmeyen, "Bu eylemlere devam ederseniz, anladığınız dilden yanıt veririz!" şeklinde soyut tehditler savuran ve uluslararası diplomasi dünyasının sükunet çağrılarını bile duymazdan gelen bir Başbakan! Erdoğan "Bu ülkeyi terörün estiği bir ülke olarak gösteremezsiniz" derken akla gelen tek cevap var tabii ki: O zaman gazı, copu, polisi, kurşunu geri çekip halktan özür dilenmesi lazım! Bunun başka yolu yok! Çünkü karşında silah değil gitar, sprey boya, espri, twitter ve slogan kullanan alışmadığınız bir dünyanın güzel gençleri var! Bu toplumda Erdoğan'ın emrettiği gibi yaşamak istemeyenler, bundan böyle "3. sınıf ve ancak varlığına müsamaha edilen yaratıklar" olarak gösterilip aşağılanmayı kabul etmiyorlar! Yani Tayyip Bey konunun salt 5-10 ağaç olmadığını doğru anlamış! Şimdi sıra geliyor artık gereğini yapmasına:  Mesela cebinde simit limonata parasıyla gezen çocuklara "faiz lobisinin adamları" (!) dememeyi başaracak! Veya "CHP zihniyeti pisliktir" diye konuşmamayı öğrenecek, ülkesinde huzur istiyorsa... Bunun tersini Kılıçdaroğlu'nun söylediğini düşünebiliyor musunuz? Başbakan’ın A’dan Z’ye tüm konuşma ve siyaset yapma reflekslerini gözden geçirmesi gerekecek!

                 Gezi Parkı’nın tüm Türkiye’ye yayılmış, yurtsever, özgürlüğüne düşkün, yaratıcı direnişçilerine gelince... Bu güzel insanların doğaçlama gelişen sosyal savunma reflekslerine, bilinçlerine ve kararlılıklarına hayranım. Bu dayanışmayı şiddetsiz, güler yüzle ve zeka dolu esprilerle götürmeleri dünyanın gözünün imrenerek Gezi Parkı’na çevrilmesine neden oldu. Bu direniş artık hepimizin sorumluluğu!

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

9 Haziran 2013 Pazar

The Struggle for Freedom has to Last till the End! / BEDRİ BAYKAM

Turkish democracy is going through its brightest, yet most critical and most important period. For over a week the Turkish people have been standing up for their rights and rediscovering the dignity of living as a free person.  The Gezi Solidarity Movement, which is responsible for my having been gassed and exposed to other vile chemical weapons several times this week alongside hundreds of thousand citizens, belongs to the public, the youth.  They are neither member of “marginal groups” nor CHP partisans, as Erdoğan would want us to believe.

They are the real public of this country. They have voted for different parties; and some of them have never voted.  To be frank, for many of them this is their first exposure to politics.  And this is a tremendous gain. This civil disobedience and "resistance" movement has brought together aunts, the intelligentsia, the jobless, students, businesswomen, small business owners, taxi drivers... people from all walks of life.

Even “those apolitical children raised by apolitical parents” have suddenly found themselves in the middle of a political battle. Lovers of rock, punk, pop, football fans of different stripes arm in arm!   Even the most ardent rivalries have been put aside.  “Now do you understand why Atatürk entrusted the republic to the youth, and not to the military, the police, nor the politicians?” asks a young TWEETER.  Yes, now we truly understand my friend.  Because Atatürk understood that our youth would be the ones to fight to preserve their freedom! The youth of Turkey, having sensed the final straw, have put their own future on the line for the future of their country. Our history will note the events of the night of May 31 in golden letters for its contribution to our democracy.  That night the “Empire of Fear” imposed on us since the election of AKP in November 2002 was finally lifted. That sordid period of illegal wiretapping, reign of religious sects... all gone.    
            
On that same night the plug was pulled on the mainstream media.  Media moguls had traded in their journalistic integrity in exchange of political cronyism and its financial rewards. In the eyes of the public they will never regain their integrity.  The public now knows which media sources to trust:  Ulusal Kanal, Halk TV, Hayat TV.  And the real opposition newspapers: Cumhuriyet, Aydınlık, Sözcü, Yurt, Sol, Birgün... I trust that in the days following these events they will not forget what they have learned in the process.  And that they will use these lessons towards the development of their vision for a new Turkey.  After all that has been lived, I look at the TV programs they have been doing, and I can just scream in anger: All we got is a symphony of so called journalists that either have been together with the government all along. Or some others who are "colorless- odorless"!

Sadly we have already had 3 martyrs in this battle for democracy:  Keremcan Karakaş, Mehmet Ayvalıtaş and Abdullah Can Cömert.  Rumors of other deaths abound.  In his last communication Abdullah (“Abdocan,” my dear Brother) proved to friend and foe alike that Atatürk had made the right choice by entrusting the republic to the youth.  He predicted that he would “die” in this battle and wrote that he was ready to do so.  All three of you now have a place in our hearts, next to Deniz Gezmiş and  Uğur Mumcu.  Who is responsible for these deaths?  The drivers of the vehicles that killed Keremcan and Mehmet, the person who pulled the trigger on Abdullah?  Or the leadership that gave them the green light to go ahead? That is the main question!

I find myself wondering, who were the mothers and teachers who raised those who have been attacking the protesters with such violence? What does it mean to be “drunk with power?”  Why did the “two drunkards” (!) who founded this republic never succumb to this?  I have had AKP members of Parliament say “I swear to you that pepper spray is only effective on contact, it has no long term effects.”  My offer to them is clear:  OK, let’s put those of you who believe thisstatement into the Chamber of Parliament and fire pepper spray at you from a distance of three meters.  Let’s see what they say then!
Turkey needs to finally recognize and understand the difference between true democrats and the pseudo-democrats such as the “Yes but not enough” group and the likes of Orhan Pamuk and the 2nd Republic media.  No one should ever be able to appropriate the title of intelligentsia so lightly.    

            As the Performers and Artisits Initiative, we met several times with the Chamber of Architects and the Taksim Solidarity Movement to prevent events from reaching this point.  I personally have spoken three times on Taksim square, on this topic. But no person in authority ever listened to us.  And for this reason I don’t take the vice-prime minister Arinc’s "crocodile tears" seriously.  They cannot escape responsibility so easily.  Neither the press nor the politicians in the US and the EU saw these events coming.  They never understood, nor wanted to accept, that their image of “Erdogan the Democrat” had no base in reality.  As of now, nothing in Turkey will ever be the same... all has changed.

At this point AKP is trying to reduce tensions and when the environment is ripe, will want to reinstate its repressive leadership.  This is a tactic, a very dangerous tactic.  This protest wasn’t for “4 trees.”  It was undertaken by a coalition of proud, laic, proAtaturk people who are leftists, who are Alevis, who are also for some of them neither on the left nor on the right, and all those whom Erdogan sees as “the other.”  And it was undertaken to fight the injustice, the belittling, the lifestyle and political pressures imposed upon them.  It was undertaken in response to AKP’s refusal to acknowledge those who had not voted for them.  Therefore, until this ignoble curtain of darkness is lifted, it would be wrong to end this movement.  Turkey should use these summer months to return to democracy and freedom; to regain and solidify its sense of dignity. All in peace and constant presence.      

We can not end this protest until politicians in this country realize that they can no longer target pro Ataturk factions, Alevis, the intelligentsia and the public.  If we end this too soon, before achieving our aims, there will be grave ramifications.  In fact, the fight for freedom and democracy will have lost ground instead of gaining.  For this reason, the unions must realize that they need to provide support for this movement.  The union movement is more than just marching every year on May 1st on routes determined by the police.  


For these reasons as the election season nears, it is critical to harness the votes of the Gezi Solidarity Movement.   No one has the right to damage this cooperation.  Rest assured that we, the enlightened performers and artists of this country, will do everything in our power to ensure that Gezi Solidarity’s vision for a peaceful, democratic future in which human rights and the values of the republic are respected emerges from the ballot box.

8 Haziran 2013 Cumartesi

IAA/UNESCO EC RESOLUTION FROM PARIS ABOUT "GEZİ PARK/İSTANBUL"

IN LIGHT OF THE ONGOING CRISIS IN İSTANBUL/TAKSİM SQUARE, THE IAA/WORLD EXECUTIVE COMMITTEE HAS ADOPTED THE FOLLOWING RESOLUTION:

Taksim square and its surrounding Beyoğlu-Pera district are the artistic and entertainment centers of Istanbul.

The sensibility of the Turkish youth,  intellectuals, NGO's and artistic community, is very understandable in regards to the protection of the Gezi Park which has become a symbol of free speech, peace and democratic solidarity, not just in the country, but also in the world. It’s not acceptable for a government to enforce the destruction of a park, against the will of the people in that city.

Also in the clashes between the police and the protesters, the excessive use of police force as well as tear gas at dangerous levels, are unacceptable. It is now obvious that those problems between the Turkish government and the large group of protesters are obviously beyond this park. İAA is concerned about the repeated attacks on secular lifestyles as well as the freedom of speech and the democratic rights of the opposition. As far as the Turkish governments insisting efforts in changing other groups lifestyles, we would like to remind our resolution approved in Bratislava at the European IAA Meeting in 2010:

"When, conflicts arise, between different lifestyles, cultures and religions, it has to be accepted that all lifestyles are untouchable and sacred as one another, not just the religious ones. The rights of an artist or contemporary secular democratic person are also untouchable as the rights of any believer to any religion"

Which leads us to conclude that the Turkish government and the city of Istanbul have to take into consideration the will of the Istanbul community.  For the future of democracy, brotherhood and lasting peace within the country, the government should neither interfere in freedom of speech or secular lifestyles, nor continue to use brutal force within the country against pacifist demands of mutual respect.


          IAA/UNESCO (International Association of Art) WORLD EXECUTIVE COMMITTEE
          Rosa Maria Burillo Velasco
          President

          Members:

          Bedri Baykam
          Dev Chooramun
          Kan Irie
          Anders Lidén 
          Anton Loubser
          Grete Marstein
          Anne Pourny
          Ulises Romàn
          Christos Symeonides

"GEZİ PARKI" HAKKINDA IAA/UNESCO YK BİLDİRİSİ-PARİS

İSTANBUL TAKSİM MEYDANI’NDA DEVAM EDEN KRİZ SEBEBİYLE IAA/UNESCO DÜNYA (SANAT BİRLİKLERİ) YÜRÜTME KURULU, AŞAĞIDAKİ KARARI ALMIŞ BULUNMAKTADIR:
 Taksim Meydanı ve etrafındaki Beyoğlu-Pera bölgesi, İstanbul’un sanat ve eğlence merkezleridir.
Türk gençliğinin, aydınların, sivil toplum örgütlerinin ve sanatçıların duyarlılığı, sadece ülke çapında değil, tüm dünyada, özgür konuşma, barış ve demokratik dayanışmanın simgesi haline gelmiş Gezi Parkı’nın korunmasına yönelik bir tepkidir. O şehirde yaşayan insanların tüm tepkilerine rağmen bir parkın hükümet tarafından imha edilmesi kabul edilemez.
Ayrıca, polis ve protestocular arasındaki çatışmalarda polisin orantısız güç kullanımı, biber gazının eylemcilere karşı tehlikeli oranlardaki kullanımı uygulamaları da kabul edilebilir değildir. Türk Hükümeti ile Gezi Parkı’yla başlayıp büyüyen protesto grubu arasındaki gerginliğin, bir park meselesinden çok daha derin olduğu aşikârdır. IAA, laik yaşam biçimleri, ifade özgürlüğü ve demokratik hakların kullanılmasına yönelik olarak tekrarlanan saldırılardan endişe duymaktadır. Türk hükümetinin diğer grupların yaşam biçimini değiştirmeye yönelik ısrarcı tutumu karşısında, 2010 yılında Bratislava’daki Avrupa IAA toplantısında yürürlüğe giren kararı hatırlatmak isteriz:
"Farklı yaşam biçimleri, kültürler ve dinler arasında çatışmalar ortaya çıktığında sadece dini olanlar değil, tüm yaşam biçimleri dokunulmaz ve kutsal sayılmalıdır. Bir sanatçının veya çağdaş, laik ve demokratik bir kimsenin hak ve özgürlükleri, bir dine inananların hak ve özgürlükleri kadar dokunulmazdır"
Türk Hükümeti'nin ve İstanbul Belediyesi'nin İstanbul halkının talebini dikkate alması gerektiği ortaya çıkmıştır. Hükümet, ülkede demokrasinin, kardeşlik ve barışın kalıcı geleceği adına, ifade özgürlüğüne, laik yaşam biçimlerine müdahale etmemeli, karşılıklı saygı çerçevesinde taleplerini dile getirenlere kesinlikle kaba güç kullanmamalıdır.

          IAA/UNESCO DÜNYA (ULUSLARARASI SANAT BİRLİKLERİ) YÜRÜTME KURULU
          Rosa Maria Burillo Velasco
          Başkan

          Üyeler: 
          Bedri Baykam
          Dev Chooramun
          Kan Irie
          Anders Lidén 
          Anton Loubser
          Grete Marstein
          Anne Pourny
          Ulises Romàn
          Christos Symeonides

5 Haziran 2013 Çarşamba

ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ SONUNA KADAR SÜRMELİ! / BEDRİ BAYKAM



  Türkiye, Demokrasi tarihimizin en ışıltılı, en  önemli günlerini yaşıyor. Halkımız bir haftayı aşmış bir süredir toptan ayakta ve özgür insan olarak yaşama onurunu tekrar keşfediyor. Defalarca biber gazının ve diğer alçak kimyasal silahların tadını bana da defalarca tattıran Gezi Dayanışması’nın gerçek sahibi halk, gençlik! Onlar Erdoğan'ın çelişkili açıklamalarında okuduğumuz gibi ne "marjinal gruplar", ne de CHP’ye ait kitleler. Onlar halkın ta kendisi. Bugüne kadar farklı partilere oy vermişler, ya da bir kısmı oy kullanmaya bile gitmemiş. Bir çoğu itiraf edelim siyaseti bu dayanışma sayesinde keşfediyor. Bu büyük bir kazanç.  O onurlu direnişte her renkten insan var. Teyzeler, aydınlar, işsizler, öğrenciler, işadamları, esnaf, taksiciler, herkes orada... Hatta "Apolitik olmaya zorlanmış anne-babaların, apolitik yaşamış çocukları" bile, birden siyaset havuzunda buluverdiler kendilerini. Rockerlar, punklar, popçular... Birbirine sarılmış her renkten futbol taraftarı! Aralarında bugüne  kadar birbirini paralamış en azılıları dahil!
"Şimdi anladınız mı, bu Cumhuriyet'i  Atatürk neden orduya, polise, siyasilere emanet etmedi de gençlere emanet etti?" diye soruyor twitterda bir genç. Evet, çok iyi anlıyoruz dostum! Çünkü Ata, özgürlüğe en iyi gençlerin sahip çıkacağını biliyordu da ondan! İşte bu gençlik de artık bardağı taşıran son damlalardan sonra kendi geleceği ve ülkesi adına göğsünü siper etmeye karar verdi en doğal haliyle. 31 Mayıs'ı 1 Haziran'a bağlayan gece demokrasi tarihimize altın harflerle yazıldı. O gece, AKP’nin iktidara geldiği Kasım 2002’den, o geceye kadar süren "Korku İmparatorluğu" çöktü gitti. Hatta vefat etti diyebiliriz. O tiksinç dönem, dinlenme korkuları, tarikat baskıları, hepsinin üstüne sifon çekildi...
O gece belki de halkın gözünde vefat eden bir kesim daha vardı: İdeallerini üç kuruşa satmış olan merkez medya. Artık hiç bir şekilde halkın gözünde eski itibarlarını bulamayacaklar. Türk halkı bu olaydan sonra hangi gazeteleri okuyabileceğini anladı. Başta Ulusal Kanal, Halk TV, Hayat TV, olmak üzere izleyebileceği kanalları tanıdı. Umarım bu günler durulunca da bu kararlılıklarını unutmaz, yeni bir Türkiye için, gereğini yapar. Onca tepkiden sonra da yapabildikleri programlara bakıyorum, pes diyorum. Yandaşlar ve renksizler senfonisinden ibaret bir komedi, ortada tek muhalif yok!
Bu mücadelede demokrasi şehitleri verdik şimdiden. TOMA yüzünden ölen Keremcan Karakaş, araba tarafında ezilen Mehmet Ayvalıtaş ve insafsız bir kurşuna hedef olan Abdullah Can Cömert, henüz resmileşenler. Başka kötü haberler de ortalıkda dolaşıyor. “Abdocan” son paylaşımında, dosta düşmana Atatürk'ün emanetini emin ellere verdiğini kanıtlayan inanılmaz cümleler yazmış. Bu mücadelede "öleceğini", ölmeye hazır olduğunu da vurgulamış can kardeşim... Sizler artık kalbimizde, Deniz Gezmişlerin, Uğur Mumcu’nun yanında yer alıyorsunuz. Bu cinayetin gerçek sorumluları tetiği çeken basiretsizler mi, yoksa onlara yeşil ışık yakarak bu rahatlığı tanıyan büyük üstler mi? İşte ana soru bu!
Halkın üstüne bu şiddetle saldıran ve saldırtanların annesi kimdi, öğretmenleri kimdi merak ediyorum. Nasıl bir şeydir bu "iktidar sarhoşluğu"? Neden eski yasalarımızı yapan ve Cumhuriyeti kuran "2 ayyaş" (!) hiç bir zaman bu duygulara kapılmadılar?
"Vallahi biber gazı sırf o anda etkili, zararı hiç yok" diye bana yanıt veren AKP’li vekiller bile oldu. Onlara teklifim net: Buyrun bu düşünceye sahip olanları, parlamentoya kapatıp üzerlerine 3 metreden sıkalım o biber gazını, o zaman ne düşünecekler görelim!!
Türkiye artık yetmez ama evetçilerle, Orhan Pamuklarla, medya 2. Cumhuriyetçileriyle, gerçek demokrat özgürlükçü aydınları arasındaki farkları iyi görmeli, bilmeli. Bir daha hiç kimse
"aydın" sıfatını bu kadar kolayca kullanamamalı.
Sanatçılar Girişimi olarak, olaylar bu noktalara gelmeden Mimarlar Odası ve Taksim Dayanışması’yla beraber defalarca toplantı ve eylem yaptık. Üç kere ben konuşma yaptığımı biliyorum. Ama bizi dinleyen "otorite" olmadı! Bu nedenle Arınç'ın timsah gözyaşlarını ciddiye alamıyorum. Bu sorumluluklardan kaçış o kadar kolay değil. ABD ve AB ise, ne siyasileriyle, ne basınlarıyla bu olayları öngöremediler. Onların kafalarında kurdukları "Demokrat Erdoğan" imajının gerçeklerle hiç bir ilişkisi olmadığını bir türlü göremediler, görmek istemediler. Türkiye'de artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
Şu anda AKP’nin yapmaya çalıştığı, tansiyonu düşürüp ortam müsait olduğunda kabus gibi tekrar ortamın üstüne çökmek. Bu bir taktik. Buna kanmak son derece tehlikeli. Bu direniş "4 ağaç" için yapılmadı. Onurlu,  laik,  Atatürkçü, solcu, alevi insanlara yapılan toptan hukuksal, yaşamsal, siyasi, her türlü ısrarlı aşağılama ve saldırıya karşı yapıldı. Bir "yok saymaya" karşı yapıldı. Bu nedenle üzerimizdeki bu soysuz kara perde kalkmadan bir saman alevi gibi bu mücadeleden vazgeçmek son derece yalnış olur. Türkiye, önümüzde bizleri bekleyen uzun yazı, tekrar demokrasi ve özgürlüğünü, onurunu tekrar kazanmak ve korumak için harcamalı. Bundan sonra hiç bir siyasinin, Atatürkçüleri, alevileri, Türk halkını, aydınları hedef tahtası yapma keyfiyetini devreye sokmayı aklına bile getiremeyeceği bir ülkeye ulaşmadan bu mücadele bırakılmaz. Bırakılırsa da bedeli bu sefer çok ağır olur.
Hatta demokratik mücadelede daha geri gidilmiş bile olunabilir! Bu nedenlerle, acilen Sendikaların da, esas görevlerinin bu dayanışmada yer almak olduğunu hatırlamaları lazımdır. Sendikacılık, 1 Mayıslarda polisin izin verdiği yerlerde yürüyerek yapılmaz!
İşte bu nedenlerle seçim süreçleri de yaklaşırken, Gezi Dayanışması’nı en demokratik, en barışcı emellerle gerçekleştiren o muhteşem dayanışmanın, kurulacak ittifaklarla ortak akılla oyunu aynı sepete akıtabilmesi şart oldu. Hiç kimsenin bu büyük güçbirliğini bozma hakkı olamaz. Bu ülkenin aydın sanatçıları olarak, her ne pahasına olursa olsun, bu barışcı, demokratik, insan haklarına ve Cumhuriyet değerlerine saygılı geleceği seçim sandıklarında da kazanmak için elimizden gelen her şeyi yapacağız, bundan kimsenin şüphesi olmasın!

 Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

4 Haziran 2013 Salı

THE GOVERNMENT STILL DOESN’T UNDERSTAND WHAT’S GOING ON!!! / Bedri Baykam

  
     
            We are experiencing one of the largest and most rapturous grassroots movements in the history of Turkey. There is not only the civil society and young people on the streets. Aunts, high school students, rockers, the unemployed and workers, everyone is gathered in the town squares to scream the place down shouting “Tayyip Resign!”. The people, with the last straw, broke the chains as if prompting big time these lines from the National Anthem: “I have been free since the beginning and forever shall be so. What insane man could put me in chains! I defy the very idea!” Images and clips from the streets make the headlines worldwide... 
            What would you expect? At least for the government officials to ask themselves “For god's sake, where did we go wrong, where did we overstep the limit?”. Right? Wishful thinking! On the contrary! On the television, the Prime Minister, in the face of probably one of history's greatest media “servile flatterers”  got on his high horse and got carried away in his braggadocio: “I will not be deterred by a hand-full of plunderers. We will build the Artillery barracks (at Gezi), we will demolish Atatürk Cultural Center (AKM), we will build a mosque in Taksim”. Then of course there is a known flock who assert: “Pardon! So what, we plant more trees than we uproot.”
           So, it is necessary to remind Mr. Prime Minister of his “ideological practices”: Aren’t you the ones who by force and without necessity turned high schools into religious vocational high schools; banned the celebration of May 19th - the commemoration of Atatürk youth and sports day and April 23rd - the national sovereignty and children's day, and disregarded these historic days; supported the unlawful and the illogical carrying on of Ergenekon and Balyoz (Sledgehammer) cases; tried to destroy the T.C. (Republic of Turkey) inscriptions; pursue the destruction of statues and censored  theaters; made unspeakable remarks against Alawite and tried inconsequentially to impose bans on alcohol, and dared to insinuate Mustafa Kemal Atatürk and İsmet İnönü were “two drunks” who lifted the ban on prohibition of alcoholic beverages way back in 1926... We are aware that these are just a small portion of your "performance", you are much more diligent! Also, your words, “If we wanted to, we could too get 50% of Turkey hit the streets” are unfortunate! Let us forget that you ever said this and pretend we never heard it. Because that would unfortunately mean a call for a civil war. On the contrary, people on the street are pursuing peace and freedom and not strife or clashes.

             For these reasons “a hand-full of plunderers” using the words of Erdoğan, are in the streets! I wanted to make this clear, if there are still AKP (Justice and Development Party) members who do not understand! And the police who seems to have memorized fascist methods from beginning to end, in an incomprehensible violence attack the people of Turkey who pay their salary! We do not of course watch these acts on the TV channels which the people have already dumped into the gutter! The terrible scenes are posted on the social networking sites: in Izmir, police regarding as an enemy, try to push the demonstrators into the sea with water cannons; in İstanbul and elsewhere throw gas bombs into private homes after breaking the windows; brutally beat people, at the end of which spectacles of bodies lying motionless that set one's teeth on the edge and of demonstrators drenched in blood... Fascist raids at CHP (Republican People's Party) Provincial Branch and Ankara University Faculty of Political Sciences Alumni Association (Mülkiyeliler Birliği)... Meanwhile, let’s give notably Halk TV, and Ulusal Kanal, Hayat Tv their due for their performance of taking on a mission as genuine broadcasters and enshrining themselves in our hearts. The mainstream media (ownership concentrated among few large private companies) not only flunked the test but also went down as a disgrace in the history of the Turkish press. While in their country the people were pursuing democratic revolution, they broadcasted programs on marriage or the life of penguins, and were thus recorded as gargoyles on the black pages...
               
            Well done to AKP! They actually did a great job! United everyone, from the unemployed to employed; high school students to university students; bourgeoisie to civil servants, all parties and associations. The masses at resistance lines I have chatted with consist of the world's most diverse and most colorful people. Thank you! For years the public who kept saying "Atam izindeyiz" (Our founding father Mustafa Kemal Atatürk, we follow your footsteps. “İzindeyiz” also means “we’re on vacation”), is now back from vacation and no longer an absentee but at the wheel!
               
                I have to admit that in the tension and chaos the country is undergoing, and there were moments that gave way to painful smiles: For example Bashar Assad’s statement: “I condemn Erdoğan for persecuting his people”. This is called what comes around goes around! There were also those who managed to add the event some humor: Group Çarşı’s (reknown supporter group of Beşiktaş soccer club) who confronted the police in Beşiktaş the second day of the resistance, calling 155 (Police hot-line) and saying “Hey, its noon. Aren’t you coming?” and adding “Do you have melon gas? Bring it along and we’ll open a bottle of Raki!” Later on seizing a backhoe loader and naming it “POMA” (Police Intervention Tool)! (İn opposition with TOMA, Crowd intervention tool) Meanwhile, what brought tears to my eyes were Fenerbahçe and Galatasaray fans (hard core rivals in soccer) entering Beşiktaş arm-in-arm shouting Beşiktaş fan slogan “Beşiktaş here we come to die with you”...
       
            This is the movement of the people and not political parties. But of course, all the opposition parties should support the people's movement at all times. This is also the case with the trade unions. The Confederation of Public Workers' Unions (KESK) has decided to go on strike. Not sufficient! Confederation of Revolutionary Trade Unions of Turkey (DİSK) too has to support this initiative and adopt an ultimate attitude against the government's unreasonably hardening rhetoric and actions. Unless these decisions are applied there can be no success.

            I will now make some positive reminders: There is a vacation time ahead when we will not be able to go on vacation. Schools are on summer holiday, all the exams are almost over; and most importantly, there are no football matches, even the television serials (!) are on vacation! So Turkey has none other important work than this. The weather is also a nice... What more do you want? Now is the time for the people to discreetly raise their voices!

HÜKÜMET HALA KONUYU ANLAYAMAMIŞ!! / Bedri Baykam / 4 Haziran 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..


             Tarihin en büyük ve en coşkulu halk hareketlerinden biri yaşanıyor. Yalnız sivil toplum ve gençler yok sokakta. Teyzeler, liseliler, rock’çular, işsizler, işçiler, herkes meydanlarda "Tayyip İstifa!" diye ortalığı inletiyorlar! Halk artık bardağı taşıran damla ile beraber zincirlerini kırdı, "Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım" dizelerini fena halde hatırlamış durumda. Sokak görüntüleri dünyada birinci haber durumunda...
            Ne beklersiniz? En azından hükümetin, "Yahu biz nerede kantarın topuzunu kaçırdık da bu sonuç çıktı ortaya, nerede hata yaptık?"diye kendi kendine sormasını, değil mi? Ne gezer? Tam tersine! Başbakan, tarihin en büyük medya yağcısının karşısında televizyonda coştukça coştu: "3-5 çapulcuya pabuç bırakmam, Topçu Kışlası’nı yapacağız, AKM’yi yıkacağız, Taksim'e cami yapacağız". Bir de bildiğiniz gibi, "Efendim ne olmuş, biz söktüğümüzden daha fazla ağaç dikiyoruz" diyen güruh var!
            Demek ki Sn Başbakan'a hatırlatmak lazım "ideolojik icraatlarını": Liseleri zorla ve ihtiyaç dışı İmam Hatip'e çeviren, 19 Mayıs ve 23 Nisan kutlamalarını yasaklamaya, bu tarihi günleri yok saymaya kalkışan, Ergenekon ve Balyoz davalarının hukuk ve mantık dışı akışlarını destekleyen, T.C. ibaresini yok etmeye çalışan, heykelleri yıkıp tiyatroları sansürleme peşinde koşan, Aleviler’e karşı ağıza alınmayacak sözler sarf eden ve alakasız şekilde halka alkol yasakları dayatmaya çalışan, “iki ayyaş"tan söz etmeye cüret eden sizler değil miydiniz? Bunların da"performanslarınızın” küçük bir kısmı olduğunu biliyoruz, siz çok daha çalışkansınız! "İstesek biz de Türkiye'nin en az 50% sini sokağa dökeriz" sözlerini ise, ne siz söylemiş olun, ne de biz duymuş olalım. Çünkü bu kardeş kavgasına çanak tutmak olur! Sokaktaki halk kavga değil, barış ve özgürlük arıyor.
             İşte bu nedenlerle o “üç-beş çapulcu" sokaklarda! Hala anlamayan AKP’li varsa hatırlatalım dedim! Ve faşist yöntemleri hatmetmiş görünen polis akıl almaz bir şiddetle saldırıyor, maaşını ödeyen halka! Görüntüleri artık halkın çöplüğe attığı televizyon kanallarından izlemiyoruz tabii ki. Sosyal paylaşım sitelerinden geliyor korkunç sahneler: İzmir’de polisin tazyikli su ile düşman görüp denize itmeye çalıştığı direnişçiler, camları kırıp evlerin içine attığı gaz bombaları, acımasızca dövdüğü insanlar,  yerlerde yatan hareketsiz ve içimizi ürperten vücutlar, yüzü gözü kan içinde direnişçiler... CHP İl Başkanlığı’na ve Mülkiyeliler Birliği’ne yapılan faşist baskınlar... Bu arada hakkını yemeyelim: Gerçek televizyonculuk yapan başta Halk TV, Ulusal Kanal,  Hayat TV gönüllerde taht kurdular... "Merkez Medya" ise yalnız sınıfta kalmakla yetinmedi, basın tarihine yüz karası olarak geçtiler. Kendi ülkesinde halk demokratik devrim peşindeyken evlilik veya penguenlerin hayatı hakkında program yapabilen hilkat garibeleri olarak kaydedildiler kara sayfalara...
                Helal olsun AKP'ye! Aslında büyük iş başardılar! İşsizi işçisi, liselisi üniversitelisi, burjuvası memuru, tüm partileri tüm dernekleri, herkesi birleştirdi. Direniş hatlarında sohbet ettiğim halk kitleleri, dünyanın en farklı ve en renkli insanlarından oluşuyor. Teşekkürler! Yıllardır"Atam izindeyiz" diyen halk, artık izinden döndü ve görevinin başında!
                İtiraf etmem lazım, ülkeyi bu gerginlik ve kaos ortamında acı acı gülümseten anlar da yaşandı: Mesela Esad'ın "Halkına zulüm yapan Erdoğan'ı kınıyorum" demeci! Etme -bulma dünyası derler buna! Bir de olaya mizah katmayı başaranlar vardı: Çarşı grubu mesela, 155’i arayıp polise "Öğlen oldu, gelmiyor musunuz?" diye sorabilmeleri ve eklemeleri, "Sizde kavun gazı da var mı, getirin de rakıyı açalım!" Bu arada ele geçirdikleri kepçeye "POMA" adı vermeleri, yani "Polise müdahale aracı"! Bu arada gözümü yaşartan sahneler arasında, Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarlarının kolkola "Beşiktaş seninle ölmeye geldik" diye Beşiktaş'a girişleri vardı...
             Bu hareket halkın; siyasi partilerin değil. Ama tüm muhalif partilerin tabii ki bu halk hareketini her an desteklemeleri lazım. Keza bu sendikalar için de doğru. KESK grev kararı almış. Yetmez, DİSK'in de bu girişime destek vermesi ve hükümetin anlamsızca sertleşen söylem ve eylemlerine karşı net tavır alması lazım. Bu kararlar uygulanmadan sonuç alınamaz.
             Bazı olumlu hatırlatmalar yapacağım: Önümüzde tatil yapmayacağımız bir tatil süreci var. Önümüzde okul yok, sınav neredeyse kalmadı ve hepsinden önemlisi futbol maçı yok, hatta diziler (!) tatilde! Yani Türkiye'nin daha önemli hiçbir işi yok! Hava da güzel... Daha ne istiyorsunuz? Şimdi halkın sesini sağduyu içinde yükseltme zamanı!

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..