25 Ekim 2011 Salı

ÇÜNKÜ ONLARIN BİR ATATÜRK’Ü OLMADI... / Bedri Baykam / 25 Ekim 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..

Kaddafi’nin ölüm anları, uzun süre bu sahneyi televizyonlarda neredeyse “naklen” izleyen insanların belleğinden gitmeyecek. 42 yıldır ülkesinin liderliğini yürüten diktatörün gözlerinin üstünden boşalan kan, ter ve belki gözyaşlarına aldırmadan onu tekmeleyerek, tokatlayarak, çekiştirerek, yaralarına aldırmadan adım adım ölüme taşıyan linç sahneleri bunlar… En katı Kaddafi düşmanlarının bile, şayet bir nebze insanlık taşıyorlarsa içlerini kaldıran insanlık dışı tiksindirici görüntüler: Kaddafi’yi, çoğu diktatörlüğe geçişinden sonra doğmuş kendi “halkı” öldürdü.
Dünya ve özellikle içinde bulunduğumuz coğrafyada Türkiye, dünyanın yaşadığı gerginlik hatları üstünde belirsiz geleceğine kuşkularla bakarken, Batı emperyalizminin bu yeni “Orta-Doğu fethi”, doğal olarak birçok tepkiyi beraberinde getirdi. Avrupa ve ABD’nin ortaçağ psikozlarıyla 21. Yüzyıl’ın doymaz çıkarcılıkları arasına sıkıştıkları senaryolarda bu çirkin linç olayını neredeyse olumlayan ve hatta dünya barışı adına “kutsayan” tavırları, tabii ki ülkemizde de birçok solcu ve ulusalcının tepkisini çekti. Birçok makale, Kaddafi’nin anti-emperyalist ve batıya meydan okuyan yanlarını öne çıkarıp emperyalizmin bugün Ortadoğu’da üstlendiği çirkin sömürgeci rolü bir kere daha şiddetle kınadı. Bu noktada bir itirazımı, Kemalist bakış açısının getirdiği kaçınılmaz nesnellik ve siyasi-felsefi bakış eşliğinde belirtmek istiyorum: Bugün sol kesimin kendisini Kaddafi ve batı ikilemi arasında Kaddafi’ye daha yakın hissetmesi, kesinlikle Kaddafi’nin yıllardır halkına çektirdiği anti-demokratikten de öte zulümleri görmezden gelmek için bir gerekçe olamaz. Biraz düşünmeyi ve bugün yaşananlardan geriye geniş açıyla bakmayı bilenler, ne demek istediğimi hemen görebilir. Bu nedenle ifrata kaçan “Kaddafi’yi aklama veya mazlum gösterme” çabalarına gerek yoktur. Aynı şekilde, tabii ki batının mide bulandırıcı sahte demokratlığının da elle tutulur hiçbir tarafı kalmamıştır. Onlar da her zaman ki gibi, Ortadoğu petrolüne el koymak isteyen artık gelenekselleşmiş “eşkıya-devlet” kimliğiyle hareket etmektedirler.
Zaten Ortadoğu halklarının kaderi değil midir bu? Batı sömürgeciliği ile halkını ezen veya onun yaralarına merhem olamamış faşist veya şeriatçı dikta rejimleri arasında sıkışmak, batılı ülkelere göç ederek yaşama tutunmaya çalışmak, fırtınada yalpalanan bir duba gibi oradan oraya savrulmak! Çünkü onların bir Atatürk’ü olmamıştır. O ülkelere elle tutulur bir anayasa, bir hukuk devleti kimliği, bir aydınlanma devrimi, bir kadın-erkek eşitliği, bir laik-demokratik çok partili parlamenter rejim altyapısı, din, mezhep ve ırktan bağımsız bir vatandaşlık kimliği taşınamamıştır. İşte bu nedenledir ki, “Arap baharı” hiçbir şekilde bu ülkelere demokrasi veya insan hakları taşıyamayacaktır. Tüm bu ülkelerde görülen o abartılı sevinç gösterileri tarihte ne yazık ki bir köpük gibi kalacaktır. Batı emperyalizmi ve/veya şeriatçı iktidarlar, bu eğitimsiz ve feodal yapıya bağımlı kitleleri, ne olduğunu anlamadan imrenerek baktıkları gerçek demokratik rejimlerin yanına bile yaklaşamadan nüfuslarına geçireceklerdir.
“Hayatta ‘ne oldum’ değil, ‘ne olacağım’ diyeceksin” derler… Diktatörler, güç ellerindeyken gerçekleri algılamak istedikleri gibi görürler. Zaten güçleri kendilerine sonsuz gözükür. Tarihten hiçbir şekilde ders almazlar. Bu nedenle de tarih hep tekerrür eder. Bu diktatörler doğal nedenlerle ölmezlerse, onları birileri en korkunç şekilde tarihin çöplüğüne taşır. Adları, ideolojileri ne olursa olsun... Son anlarında pişmanlık duyarlar mı bilemem, ama her birinin kendine göre bahaneleri, gerekçeleri, ideolojik amaçları vardır. Ortak noktaları demokrasi ve insan hakları düşmanlığıdır. Ömürlerini muhaliflerini yok etmekle geçirirler.
Bir gün herkes ölür. Lider vardır, Atatürk gibi uğurlanır. Kuşaklar arkasından ağlamaya devam eder. Lider vardır, kendi halkı tarafından linç edilir. Bu halk belki çeşitli aşiretlerdir, belki farkında olmadan emperyalizmin kuklası olmuştur. Ama yanıt hangisi olursa olsun, suç yine buna elveren o liderin değil midir? Türkiye Kemalist devrimin getirileriyle son yüzyılda bu senaryolara yaklaşmadan halkının çoğunluğu Müslüman olmasına karşın bağımsız, demokrat bir hukuk devleti olmuş, her olumsuzluğa rağmen Batı’nın oyuncağı haline gelmemeyi başarmıştır. Başarmıştı…

ÇÜNKÜ ONLARIN BİR ATATÜRK’Ü OLMADI... / Bedri Baykam / 25 Ekim 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..

Kaddafi’nin ölüm anları, uzun süre bu sahneyi televizyonlarda neredeyse “naklen” izleyen insanların belleğinden gitmeyecek. 42 yıldır ülkesinin liderliğini yürüten diktatörün gözlerinin üstünden boşalan kan, ter ve belki gözyaşlarına aldırmadan onu tekmeleyerek, tokatlayarak, çekiştirerek, yaralarına aldırmadan adım adım ölüme taşıyan linç sahneleri bunlar… En katı Kaddafi düşmanlarının bile, şayet bir nebze insanlık taşıyorlarsa içlerini kaldıran insanlık dışı tiksindirici görüntüler: Kaddafi’yi, çoğu diktatörlüğe geçişinden sonra doğmuş kendi “halkı” öldürdü.
Dünya ve özellikle içinde bulunduğumuz coğrafyada Türkiye, dünyanın yaşadığı gerginlik hatları üstünde belirsiz geleceğine kuşkularla bakarken, Batı emperyalizminin bu yeni “Orta-Doğu fethi”, doğal olarak birçok tepkiyi beraberinde getirdi. Avrupa ve ABD’nin ortaçağ psikozlarıyla 21. Yüzyıl’ın doymaz çıkarcılıkları arasına sıkıştıkları senaryolarda bu çirkin linç olayını neredeyse olumlayan ve hatta dünya barışı adına “kutsayan” tavırları, tabii ki ülkemizde de birçok solcu ve ulusalcının tepkisini çekti. Birçok makale, Kaddafi’nin anti-emperyalist ve batıya meydan okuyan yanlarını öne çıkarıp emperyalizmin bugün Ortadoğu’da üstlendiği çirkin sömürgeci rolü bir kere daha şiddetle kınadı. Bu noktada bir itirazımı, Kemalist bakış açısının getirdiği kaçınılmaz nesnellik ve siyasi-felsefi bakış eşliğinde belirtmek istiyorum: Bugün sol kesimin kendisini Kaddafi ve batı ikilemi arasında Kaddafi’ye daha yakın hissetmesi, kesinlikle Kaddafi’nin yıllardır halkına çektirdiği anti-demokratikten de öte zulümleri görmezden gelmek için bir gerekçe olamaz. Biraz düşünmeyi ve bugün yaşananlardan geriye geniş açıyla bakmayı bilenler, ne demek istediğimi hemen görebilir. Bu nedenle ifrata kaçan “Kaddafi’yi aklama veya mazlum gösterme” çabalarına gerek yoktur. Aynı şekilde, tabii ki batının mide bulandırıcı sahte demokratlığının da elle tutulur hiçbir tarafı kalmamıştır. Onlar da her zaman ki gibi, Ortadoğu petrolüne el koymak isteyen artık gelenekselleşmiş “eşkıya-devlet” kimliğiyle hareket etmektedirler.
Zaten Ortadoğu halklarının kaderi değil midir bu? Batı sömürgeciliği ile halkını ezen veya onun yaralarına merhem olamamış faşist veya şeriatçı dikta rejimleri arasında sıkışmak, batılı ülkelere göç ederek yaşama tutunmaya çalışmak, fırtınada yalpalanan bir duba gibi oradan oraya savrulmak! Çünkü onların bir Atatürk’ü olmamıştır. O ülkelere elle tutulur bir anayasa, bir hukuk devleti kimliği, bir aydınlanma devrimi, bir kadın-erkek eşitliği, bir laik-demokratik çok partili parlamenter rejim altyapısı, din, mezhep ve ırktan bağımsız bir vatandaşlık kimliği taşınamamıştır. İşte bu nedenledir ki, “Arap baharı” hiçbir şekilde bu ülkelere demokrasi veya insan hakları taşıyamayacaktır. Tüm bu ülkelerde görülen o abartılı sevinç gösterileri tarihte ne yazık ki bir köpük gibi kalacaktır. Batı emperyalizmi ve/veya şeriatçı iktidarlar, bu eğitimsiz ve feodal yapıya bağımlı kitleleri, ne olduğunu anlamadan imrenerek baktıkları gerçek demokratik rejimlerin yanına bile yaklaşamadan nüfuslarına geçireceklerdir.
“Hayatta ‘ne oldum’ değil, ‘ne olacağım’ diyeceksin” derler… Diktatörler, güç ellerindeyken gerçekleri algılamak istedikleri gibi görürler. Zaten güçleri kendilerine sonsuz gözükür. Tarihten hiçbir şekilde ders almazlar. Bu nedenle de tarih hep tekerrür eder. Bu diktatörler doğal nedenlerle ölmezlerse, onları birileri en korkunç şekilde tarihin çöplüğüne taşır. Adları, ideolojileri ne olursa olsun... Son anlarında pişmanlık duyarlar mı bilemem, ama her birinin kendine göre bahaneleri, gerekçeleri, ideolojik amaçları vardır. Ortak noktaları demokrasi ve insan hakları düşmanlığıdır. Ömürlerini muhaliflerini yok etmekle geçirirler.
Bir gün herkes ölür. Lider vardır, Atatürk gibi uğurlanır. Kuşaklar arkasından ağlamaya devam eder. Lider vardır, kendi halkı tarafından linç edilir. Bu halk belki çeşitli aşiretlerdir, belki farkında olmadan emperyalizmin kuklası olmuştur. Ama yanıt hangisi olursa olsun, suç yine buna elveren o liderin değil midir? Türkiye Kemalist devrimin getirileriyle son yüzyılda bu senaryolara yaklaşmadan halkının çoğunluğu Müslüman olmasına karşın bağımsız, demokrat bir hukuk devleti olmuş, her olumsuzluğa rağmen Batı’nın oyuncağı haline gelmemeyi başarmıştır. Başarmıştı…

Lig otoyol değil..

İşte lig böyledir! “Oh ne güzel! Galatasaray takıldı. Trabzonspor takıldı. Bursaspor takıldı. Ben kolay yolumda yürüyeyim. Farkı daha da açarım “ dersin, ama evdeki hesap çarşıya uymaz. Bir bakarsın en beklemediğin anda çelmeyi sen de yemişsin. Fenerbahçe, kafasında çeşitli rekor matematikleri ve galibiyet koleksiyonculuğu merakı içinde çıktığı maçta iki değil üç puan bile bırakabilirdi. Türkiye Ligi’nin bu sene her zamankinden daha çok herkesin herkesi yenebildiği veya çelmeleyebildiği bir er meydanı olduğu gerçeği, her geçen gün daha çok ortaya çıkıyor.

Sarı-lacivertliler, maça her zamanki gibi büyük seyirci desteği ile çıktı. Oyunun özellikle ilk 25-30 dakikasında Fenerbahçe, ayağa pas yapan, oyunu kendi kurgulayan, yönlendirici ve olumlu bir profil çiziyor görünse de maçın içine girdikçe çeşitli tıkanıklıklar su yüzüne çıktı. Sarı-lacivertliler, yerini bulmayan ayarsız doldur boşalt ortalarla, yerden sırtı kaleye dönük futbolculara denedikleri zararsız dikine paslarla, kendilerini oyuna hakim gösterip esasında kendi zamanlarını yediler.

İkinci yarının başında üst üste Stoch, Semih ve Emre’nin ayağından kaçan pozisyonlar, “Herhalde artık golün ucu göründü” dedirtse de daha sonra aynı amaçsız bal yapmayan arı baskısı, sarı-lacivertlilerin tıkanıklıklarını adım adım strese dönüştürdü. Dakikalar geçtikçe liderin galibiyete olan inancının kaybolduğu ve Samsunspor’un gittikçe daha yere sağlam basarak paniklemeden oynadığı bir maç izledik. Özellikle üst üste gelen kötü şutlar ve orta sahanın yaratıcılıktan yoksun baştan savma pasları ve Alex’in çok iyi bir gününde olmayışı, maçı adım adım beraberliğe taşıyan faktörlerdi.

Ama size bir itirafta bulunayım; Her ne kadar kalbim sıkıştıysa da ligin bu ağır stresini özlemişim. Bu futbol gerginliği yazın başından beri yaşadığımız diğer dramatik senaryolardan çok daha güzel. Sarı-lacivertlilerin elinde artık 27 maç üst üste yenilmeme rekoru ve bu hafta içinde Kara Kartal’a karşı geliştirmeye çalışacakları 12 maçlık deplasman galibiyet rekoru var. Bunlar da az şey değil, ama sarı-lacivertlilerin hızla bu istatistikleri unutup hem kendilerine hem seyircilerine daha çok zevk verecek sorumluluk alan bir yapıcı futbola dönmeleri şart.

Lig otoyol değil..

İşte lig böyledir! “Oh ne güzel! Galatasaray takıldı. Trabzonspor takıldı. Bursaspor takıldı. Ben kolay yolumda yürüyeyim. Farkı daha da açarım “ dersin, ama evdeki hesap çarşıya uymaz. Bir bakarsın en beklemediğin anda çelmeyi sen de yemişsin. Fenerbahçe, kafasında çeşitli rekor matematikleri ve galibiyet koleksiyonculuğu merakı içinde çıktığı maçta iki değil üç puan bile bırakabilirdi. Türkiye Ligi’nin bu sene her zamankinden daha çok herkesin herkesi yenebildiği veya çelmeleyebildiği bir er meydanı olduğu gerçeği, her geçen gün daha çok ortaya çıkıyor.

Sarı-lacivertliler, maça her zamanki gibi büyük seyirci desteği ile çıktı. Oyunun özellikle ilk 25-30 dakikasında Fenerbahçe, ayağa pas yapan, oyunu kendi kurgulayan, yönlendirici ve olumlu bir profil çiziyor görünse de maçın içine girdikçe çeşitli tıkanıklıklar su yüzüne çıktı. Sarı-lacivertliler, yerini bulmayan ayarsız doldur boşalt ortalarla, yerden sırtı kaleye dönük futbolculara denedikleri zararsız dikine paslarla, kendilerini oyuna hakim gösterip esasında kendi zamanlarını yediler.

İkinci yarının başında üst üste Stoch, Semih ve Emre’nin ayağından kaçan pozisyonlar, “Herhalde artık golün ucu göründü” dedirtse de daha sonra aynı amaçsız bal yapmayan arı baskısı, sarı-lacivertlilerin tıkanıklıklarını adım adım strese dönüştürdü. Dakikalar geçtikçe liderin galibiyete olan inancının kaybolduğu ve Samsunspor’un gittikçe daha yere sağlam basarak paniklemeden oynadığı bir maç izledik. Özellikle üst üste gelen kötü şutlar ve orta sahanın yaratıcılıktan yoksun baştan savma pasları ve Alex’in çok iyi bir gününde olmayışı, maçı adım adım beraberliğe taşıyan faktörlerdi.

Ama size bir itirafta bulunayım; Her ne kadar kalbim sıkıştıysa da ligin bu ağır stresini özlemişim. Bu futbol gerginliği yazın başından beri yaşadığımız diğer dramatik senaryolardan çok daha güzel. Sarı-lacivertlilerin elinde artık 27 maç üst üste yenilmeme rekoru ve bu hafta içinde Kara Kartal’a karşı geliştirmeye çalışacakları 12 maçlık deplasman galibiyet rekoru var. Bunlar da az şey değil, ama sarı-lacivertlilerin hızla bu istatistikleri unutup hem kendilerine hem seyircilerine daha çok zevk verecek sorumluluk alan bir yapıcı futbola dönmeleri şart.

18 Ekim 2011 Salı

CHP ve “MUHALİF” KESİMLERİN ÖLÜMCÜL HATASI… / Bedri Baykam / 18 Ekim 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..

İnsan hatalarından ders alır. Bebeklikten başlar bu “bedel ödeyerek tecrübe edinme” süreci. “Evladım, bu ateş, elinle dokunma yanarsın” der anneler… Ama bebek elini yakmadan bu açıklamaya prim vermez. Hatayı üst üste 10 kere yaparsa, bir psikiyatra götürülür, soruna teşhis koyabilmek için…
Ne yazık ki Türk Solu, öğrendiği acılardan, edindiği tecrübelerden ders alamayan çocukların durumuna benziyor. Bir yandan solun ana partisi CHP, bir türlü tüm muhalif grupları çatısı altına toplamak için bir efor harcamaz, kendi gücüne (haksız yere) güvenip, “olsa da olur, olmasa da olur” havasındadır. Diğer yandan muhalif kanaat önderleri, demokratik kitle örgütleri, belki biraz da CHP’nin bu tavrı yüzünden, başka bir tuzağa düşerler:“Efendim biz burada hiçbir partiyi tutmuyoruz, hepsine eşit mesafedeyiz, şu anda bu konuda seçimimiz yok.”
İyi güzel de insan biraz düşünür… Şu anda Silivri’de suçsuz olduğunu söyleyen ve ikna edici kanıt yokluğunda gençliğinden, ailesinden, işinden koparılan aydın, sivil toplumcu, asker ve gazeteci dostlar, bu zaaflar nedeniyle, umutsuzluk içinde yüzerek, acılarını kalplerine gömüyorlar. “Dışarıdakiler” birbirleriyle didişip, şu durumda bile hala bölünmelerle kendi dirençlerini kırarken, onlar bir hücrede, Tuncay Özkan’ın “Hapiste yatacak olana öğütler” kitabında nefis sade bir dille anlattığı içler acısı deneyimlere maruz kalıyorlar. CHP ve muhalifler bu “nazlı-kaprisli” buluşmalarla yetindikçe, AKP daha çoook seçim kazanır ve masum kardeşlerimiz daha çoook içerde yatarlar!
Bu sütunlarda CHP’nin iktidara gelmesi için düşüncelerini masaya yatıran, öte yandan, bu yolda yapıldığına inandığı tüm hataları acımasızca eleştiren biriyim. CHP bugün belki bir tek DP döneminde üstlenmeye mecbur kalmış olduğu bir sorumluluğun altında. Cumhuriyeti kuran Partiye aşırı önem vermeliyiz çünkü alternatifi yok. Bu gerçek, CHP’yi doğru olduğuna inandığımız yola çekmek için ona yön göstermemize mani değil. Çünkü siyaset ve sandıkta somutlaşan sonuçlar, bir acımasızlık içinde yol alıp bir ülkeyi bazen dümdüz edecek sonuçlara ulaşırlar. AKP’ye karşı en sert muhalefeti yaptığına inanan insanlar, aslında güçlerini geniş bir ortak payda içinde dayanışmaya taşıyamazlarsa, bu gücü sandıkta AKP’yi mağlup edebilecek tek parti olan CHP’ye akıtamazlarsa, kendi kendilerini aldatmaktan başka bir şey yapmamış olacaklardır.
Şimdi kitle örgütlerinin içinde yüzdükleri traji-komik hatayı gözden geçirelim. “Her partiye eşit uzaklıktayız”… İyi, Hüseyin Ergün’ün daha geçen gün yeniden kurduğu SODEP’e de, yarın Parti kuracak olsam bana da, son seçimde hiçbir oy alamayan “iddialı” (!) DSP’ye de aynı uzaklıkta olun… Böylece CHP’nin AKP’yi bir gün alt etme şansı toptan ortadan kalksın ve siz rahat uyuyun. Silivri’de yaşam kavgası veren aydınlarımız da oralarda yaşlansın gitsin, öyle mi? Sorarlar insana, dün iyi niyetlerle kurulan ÖDP, Yaşar Nuri Öztürk’ün, Vural Savaş’ın, Yekta Güngör Özden’in, Metin Akpınar’ın, adını hatırlamadığımız alevi işadamlarının partileri ne oldu? Onlara da eşit uzaklıktaydınız değil mi? Nereye kadar? Bu sorumsuzluk ülkeyi yok edecek! Türk solunun artık adının yanında “Parti Başkanı” sıfatı görmekten başka hedefi olamayacak egosantriklerden uzaklaşması lazımdır.
Neden mi bunları şimdi gözler önüne seriyorum? Çünkü daha geçen gün, bu sağlıksız düşüncenin hortladığı bir ortamda bulundum ve hala bu bilinçsizlikte olan bazı dostlarımıza şaşırdım. Geçmişte de onca seçim mağlubiyetine neden olan bu hesaplaşmalar, bugün artık Cumhuriyeti bitirebilecek bir veba. Mühim olan bu hastalıkları tedavi edip, seçimler kapıya dayanmadan köprüleri inşa edebilmektir. Solun tek adresi CHP’dir. CHP bugün yanlış yollara sapmışsa, bunun mücadelesi yine yalnız CHP’de verilir. Türkiye bu sözde alternatiflerle zaman kaybederek, demokrasisini gömme noktasına gelmiştir: Bugüne kadar siyasete girmemişlerin, sendikaların tek adresi CHP olabilir. İP, DSP veya Türkiye Komünist Partisi bile kendi programlarını takip edip, seçimlerde açıkça CHP’ye destek vermelidirler. CHP ise, kendi tarihini, dinlemeye, muhaliflere çağrı yapıp onlarla el ele vermeye, bahanelerin arkasına sığınmadan, acilen hazırlanan yeni demokratik tüzükleri ciddiye almaya, AKP’nin Aydınlanmanın tüm kalelerine savaş açtığını görmeye mecburdur. Bu dayanışma acilen başarılamazsa, Türk solu son nefesini verme noktasına kadar gerileyecektir!

CHP ve “MUHALİF” KESİMLERİN ÖLÜMCÜL HATASI… / Bedri Baykam / 18 Ekim 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..

İnsan hatalarından ders alır. Bebeklikten başlar bu “bedel ödeyerek tecrübe edinme” süreci. “Evladım, bu ateş, elinle dokunma yanarsın” der anneler… Ama bebek elini yakmadan bu açıklamaya prim vermez. Hatayı üst üste 10 kere yaparsa, bir psikiyatra götürülür, soruna teşhis koyabilmek için…
Ne yazık ki Türk Solu, öğrendiği acılardan, edindiği tecrübelerden ders alamayan çocukların durumuna benziyor. Bir yandan solun ana partisi CHP, bir türlü tüm muhalif grupları çatısı altına toplamak için bir efor harcamaz, kendi gücüne (haksız yere) güvenip, “olsa da olur, olmasa da olur” havasındadır. Diğer yandan muhalif kanaat önderleri, demokratik kitle örgütleri, belki biraz da CHP’nin bu tavrı yüzünden, başka bir tuzağa düşerler:“Efendim biz burada hiçbir partiyi tutmuyoruz, hepsine eşit mesafedeyiz, şu anda bu konuda seçimimiz yok.”
İyi güzel de insan biraz düşünür… Şu anda Silivri’de suçsuz olduğunu söyleyen ve ikna edici kanıt yokluğunda gençliğinden, ailesinden, işinden koparılan aydın, sivil toplumcu, asker ve gazeteci dostlar, bu zaaflar nedeniyle, umutsuzluk içinde yüzerek, acılarını kalplerine gömüyorlar. “Dışarıdakiler” birbirleriyle didişip, şu durumda bile hala bölünmelerle kendi dirençlerini kırarken, onlar bir hücrede, Tuncay Özkan’ın “Hapiste yatacak olana öğütler” kitabında nefis sade bir dille anlattığı içler acısı deneyimlere maruz kalıyorlar. CHP ve muhalifler bu “nazlı-kaprisli” buluşmalarla yetindikçe, AKP daha çoook seçim kazanır ve masum kardeşlerimiz daha çoook içerde yatarlar!
Bu sütunlarda CHP’nin iktidara gelmesi için düşüncelerini masaya yatıran, öte yandan, bu yolda yapıldığına inandığı tüm hataları acımasızca eleştiren biriyim. CHP bugün belki bir tek DP döneminde üstlenmeye mecbur kalmış olduğu bir sorumluluğun altında. Cumhuriyeti kuran Partiye aşırı önem vermeliyiz çünkü alternatifi yok. Bu gerçek, CHP’yi doğru olduğuna inandığımız yola çekmek için ona yön göstermemize mani değil. Çünkü siyaset ve sandıkta somutlaşan sonuçlar, bir acımasızlık içinde yol alıp bir ülkeyi bazen dümdüz edecek sonuçlara ulaşırlar. AKP’ye karşı en sert muhalefeti yaptığına inanan insanlar, aslında güçlerini geniş bir ortak payda içinde dayanışmaya taşıyamazlarsa, bu gücü sandıkta AKP’yi mağlup edebilecek tek parti olan CHP’ye akıtamazlarsa, kendi kendilerini aldatmaktan başka bir şey yapmamış olacaklardır.
Şimdi kitle örgütlerinin içinde yüzdükleri traji-komik hatayı gözden geçirelim. “Her partiye eşit uzaklıktayız”… İyi, Hüseyin Ergün’ün daha geçen gün yeniden kurduğu SODEP’e de, yarın Parti kuracak olsam bana da, son seçimde hiçbir oy alamayan “iddialı” (!) DSP’ye de aynı uzaklıkta olun… Böylece CHP’nin AKP’yi bir gün alt etme şansı toptan ortadan kalksın ve siz rahat uyuyun. Silivri’de yaşam kavgası veren aydınlarımız da oralarda yaşlansın gitsin, öyle mi? Sorarlar insana, dün iyi niyetlerle kurulan ÖDP, Yaşar Nuri Öztürk’ün, Vural Savaş’ın, Yekta Güngör Özden’in, Metin Akpınar’ın, adını hatırlamadığımız alevi işadamlarının partileri ne oldu? Onlara da eşit uzaklıktaydınız değil mi? Nereye kadar? Bu sorumsuzluk ülkeyi yok edecek! Türk solunun artık adının yanında “Parti Başkanı” sıfatı görmekten başka hedefi olamayacak egosantriklerden uzaklaşması lazımdır.
Neden mi bunları şimdi gözler önüne seriyorum? Çünkü daha geçen gün, bu sağlıksız düşüncenin hortladığı bir ortamda bulundum ve hala bu bilinçsizlikte olan bazı dostlarımıza şaşırdım. Geçmişte de onca seçim mağlubiyetine neden olan bu hesaplaşmalar, bugün artık Cumhuriyeti bitirebilecek bir veba. Mühim olan bu hastalıkları tedavi edip, seçimler kapıya dayanmadan köprüleri inşa edebilmektir. Solun tek adresi CHP’dir. CHP bugün yanlış yollara sapmışsa, bunun mücadelesi yine yalnız CHP’de verilir. Türkiye bu sözde alternatiflerle zaman kaybederek, demokrasisini gömme noktasına gelmiştir: Bugüne kadar siyasete girmemişlerin, sendikaların tek adresi CHP olabilir. İP, DSP veya Türkiye Komünist Partisi bile kendi programlarını takip edip, seçimlerde açıkça CHP’ye destek vermelidirler. CHP ise, kendi tarihini, dinlemeye, muhaliflere çağrı yapıp onlarla el ele vermeye, bahanelerin arkasına sığınmadan, acilen hazırlanan yeni demokratik tüzükleri ciddiye almaya, AKP’nin Aydınlanmanın tüm kalelerine savaş açtığını görmeye mecburdur. Bu dayanışma acilen başarılamazsa, Türk solu son nefesini verme noktasına kadar gerileyecektir!

14 Ekim 2011 Cuma

Bedri Baykam 20-23 Ekim 2011 Tarihleri Arasında Paris Show Off Fuarı’nda


Bedri Baykam 20-23 Ekim 2011 Tarihleri Arasında
Paris Show Off Fuarı’nda, Piramid Sanat Standında (C4)

Her yıl daha fazla sanatseveri bir araya getiren ve bu yıl 6.’sı düzenlenen FIAC’ın bir uzantısı olan Show Off Fuarı, Paris’in artık gelenekselleşen çağdaş sanat haftasında, 20-23 Ekim 2011 Tarihleri arasında sanat-severlere kapılarını açacak.

Aynı günlerde yapılan FIAC fuarıyla eşzamanlı gerçekleştirilen Show-Off’da uluslararası birçok galerinin, birbirinden iddialı sanatçılarının kişisel sergileri yer alacak. Piramid Sanat standında,
Bedri Baykam’ın 2007 Yılından bu yana ürettiği, Monaco, İstanbul, Paris, Londra, Berlin, Kaliforniya, Şangay başta olmak üzere, dünyanın birçok yerinde sergilenen 4 Boyutlu (4D) işleri C4 standında izleyicilerle buluşacak.

Baykam’ın 2010 Yılında Paris’in Pinacotheque Müzesi’nde “Edvard Munch’a Saygı” ismi ile sergilenen 4D işlerinden birkaçı da fuarda görülebilecek. Aynı zamanda geçtiğimiz Mayıs ayında ünlü Roland-Garros stadının içinde yer alan Fransa Tenis Federasyonu Müzesi’nde açılan, yine sanatçının 4D işlerinden oluşan “Bedri Baykam’ın Hayali Roland Garros Müzesi” isimli sergi de Mart ayına kadar sürüyor…

Adres: Port Des Champ Elyseés, Paris

Bilgi İçin:

Ceyda Akın: 0033 6 77 64 86 69
Lir Tan: 0033 6 14 91 64 27
Tuba Kurtulmuş: 0212 297 3120

bedri.baykam@gmail.com

Bedri Baykam 20-23 Ekim 2011 Tarihleri Arasında Paris Show Off Fuarı’nda


Bedri Baykam 20-23 Ekim 2011 Tarihleri Arasında
Paris Show Off Fuarı’nda, Piramid Sanat Standında (C4)

Her yıl daha fazla sanatseveri bir araya getiren ve bu yıl 6.’sı düzenlenen FIAC’ın bir uzantısı olan Show Off Fuarı, Paris’in artık gelenekselleşen çağdaş sanat haftasında, 20-23 Ekim 2011 Tarihleri arasında sanat-severlere kapılarını açacak.

Aynı günlerde yapılan FIAC fuarıyla eşzamanlı gerçekleştirilen Show-Off’da uluslararası birçok galerinin, birbirinden iddialı sanatçılarının kişisel sergileri yer alacak. Piramid Sanat standında,
Bedri Baykam’ın 2007 Yılından bu yana ürettiği, Monaco, İstanbul, Paris, Londra, Berlin, Kaliforniya, Şangay başta olmak üzere, dünyanın birçok yerinde sergilenen 4 Boyutlu (4D) işleri C4 standında izleyicilerle buluşacak.

Baykam’ın 2010 Yılında Paris’in Pinacotheque Müzesi’nde “Edvard Munch’a Saygı” ismi ile sergilenen 4D işlerinden birkaçı da fuarda görülebilecek. Aynı zamanda geçtiğimiz Mayıs ayında ünlü Roland-Garros stadının içinde yer alan Fransa Tenis Federasyonu Müzesi’nde açılan, yine sanatçının 4D işlerinden oluşan “Bedri Baykam’ın Hayali Roland Garros Müzesi” isimli sergi de Mart ayına kadar sürüyor…

Adres: Port Des Champ Elyseés, Paris

Bilgi İçin:

Ceyda Akın: 0033 6 77 64 86 69
Lir Tan: 0033 6 14 91 64 27
Tuba Kurtulmuş: 0212 297 3120

bedri.baykam@gmail.com

12 Ekim 2011 Çarşamba

Bedri Baykam / Show Off / Paris

Bedri Baykam / Show Off / Paris

CHP NEREYE KOŞUYOR, KOŞTURULUYOR? / Bedri Baykam / 11 Ekim 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..

Türkiye’nin son dokuz yılının özeti şu: Sanki hasta cinsiyet değiştirme amacıyla habersiz masaya yatırılmış, üzerinde 1001 işlem yapılıyor. Masadan kalkma vakti yaklaştıkça, artık yeni hayatında cinssiz bir “ucube” olarak yaşayacağı netleşmeye başlamış. Organları, beyin hücrelerinin büyük kısmı değiştirilmiş, bir kısmı toptan silinmiş… Şimdi sıra eline yeni kimlik tutuşturmaya gelmiş. Bu operasyonun adı “Anayasa”… Yaratılan yeni ülke ve onun yeni vatandaşına büyük plana uygun elle tutulur kulp bulmak!
Sözde gerçeklere dönersek, bu Parlamento yeni Anayasa yazamaz, çünkü ortada Kurucu Meclis yok. Sadece Atatürk Cumhuriyeti’ni “demokrasi” sözcüğü ile çarpıtarak silip, yerine eski İmparatorluğu geçirmek isteyen malum kesim var. Galiba Sn. Kılıçdaroğlu henüz anlamadı: AKP’nin hedefleri arasında “Demokrasi” yok! “Anti-laik faaliyetlerin odağı olan ve ucubeler ucubesi 12 Eylül referandum sürecini bu topluma dayatmış bir Parti, şimdi Türkiye’ye muhteşem bir demokratik yapı mı getirecek? Bu masala inanılır mı? CHP bunun farkına varsa, nereye sürükleneceği belli olmayan bir “Uzlaşma Komisyonu”’na balıklama atlamaz! AKP’nin hedefi, yeni Anayasa ile, ameliyat masasındaki işlemlere yasal çıkış uydurmak! Mesela başta o “değişmesi teklif dahi edilemeyecek ilk 4 madde”yi temelinden uçurmak! Yoksa var olan Anayasa ve ülke ruhuna göre bu ameliyatın her noktası hesap sorulmasını gerektiriyor. Bu kimlik şimdi değiştirilirse, bundan güç alarak bir adım sonra, “manzara buralarda çok güzel, başkenti Istanbul’a taşıyalım” veya “bu İstiklal Marşı’nda prozodi sorunu var, değiştirelim” diye yaratıcı (!) fikirler radikal entel dünyada öne sürülebilecek.
AKP sürekli olarak aynı telden çalıyor: “İdeolojisiz bir Anayasa”. Çünkü onlara göre Atatürk Cumhuriyeti’nin temel maddeleri, rahatsız oldukları bir “ideoloji”… İşin ilginç tarafı, Kılıçdaroğlu da AKP’nin harmanladığı ortama “CHP’nin bir ideolojisi yok” diyerek dolaylı olarak farkında olmadan destek verdi. CHP Başkanı bunu “CHP’ye kitleleri sürüklemek için bir ideoloji lazım” anlamında kullanıyor. Yani bir süredir izlediğimiz bir durumu teyid ediyor: “Yeni CHP” adıyla oldu bittiye getirilen Parti, her gün Atatürkçülük, laiklik, çağdaş yaşam kavramlarından uzaklaşıyor. “Efendim AKP’nin silahlarını ellerinden almak lazım” sivri fikrine uyum tavrıyla, Parti artık ne haksız saldırılara uğrayan TSK’ya, ne Beyoğlu’ndan kaldırılan masalara, müzisyenlere, ne yıkılan heykellere, ne şiddet gören sanatçılara el uzatıyor. Bunlar yalnız bazı örnekler. CHP yönetimi“Aman içkici görünmeyelim, putsever gözükmeyelim, ulusalcılığa fazla sahip çıkmayalım, cinselliği savunuyor görünmeyelim” diye diye artık iktidar partisi seçmenlerine göz kırpıyor: “Bakın, biz de yobazlığa demokrasi demeyi başarırız, biz de kafirleri savunmayız, üstüne de maaş dağıtırız!”
CHP önce Cumhuriyet tarihini ardından kendi tarihinin köşe taşlarını AKP’nin istediği şekilde revize etti ve 2. Cumhuriyetçi takımı da mest ederek tarihiyle bağlarını koparıp kendini “mahçup suçlu” rolüne soktu. Tüm liberal, hatta “ılımlı Islamcı” eleştirileri dinsiz veya anti-demokrat görünmemek için kabullenen CHP, bizlere değil, Nazlı Ilıcak, veya Mahmut Övür gibi yazarlara yaranma peşinde. İkaz da hep o kesimden geliyor:“Hala ulusalcılıkla bağlarını tam koparamadılar”.
Sn Kılıçdaroğlu’na sormak lazım: “Yeni CHP” gibi kabul edilemez özürlü bir deyimi dolaşıma sokmadan önce kime danıştı: Kurultay’ı topladı da bizim mi haberimiz olmadı? Referandum mu yaptı? Sn Başkan, derhal bu tanımlamadan vazgeçmeli ve Parti yönetiminin kafasını karıştırmamalı. Abant’ta bu dayatmalara direnen CHP’li vekiller haklıdırlar. Ne kendisinin, ne MKYK’nın böyle bir yetkisi var. Atatürkçülük ise, doğal olarak bu Partinin ideolojisi. Sosyal demokrasiyle ve onun sonuçlarıyla örtüşen bir evrensel siyasa. Sn Perinçek’in de ikaz ettiği gibi, “Karşı devrim içinde yerini arayacağına” veya kurultayları erteleyeceğine, derhal başka bahanelere sığınmadan Parti yeni bir demokratik tüzüğe kavuşturulmalı, seçimlerin yaklaşması beklenip ardından “şimdi bu demokratik arayışların sırası değil” gibi cümlelerin arkasına sığınılmamalı. Kamuoyu, hafızasını yitirmiş, gerçek Atatürkçü kimliğinden utanan bir CHP değil, ülkeye reva görülen işkenceyi durduracak ve siyasete geniş mercekten bakan, emperyalizmin tuzaklarına düşmeyen bir Parti istiyor!

CHP NEREYE KOŞUYOR, KOŞTURULUYOR? / Bedri Baykam / 11 Ekim 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..

Türkiye’nin son dokuz yılının özeti şu: Sanki hasta cinsiyet değiştirme amacıyla habersiz masaya yatırılmış, üzerinde 1001 işlem yapılıyor. Masadan kalkma vakti yaklaştıkça, artık yeni hayatında cinssiz bir “ucube” olarak yaşayacağı netleşmeye başlamış. Organları, beyin hücrelerinin büyük kısmı değiştirilmiş, bir kısmı toptan silinmiş… Şimdi sıra eline yeni kimlik tutuşturmaya gelmiş. Bu operasyonun adı “Anayasa”… Yaratılan yeni ülke ve onun yeni vatandaşına büyük plana uygun elle tutulur kulp bulmak!
Sözde gerçeklere dönersek, bu Parlamento yeni Anayasa yazamaz, çünkü ortada Kurucu Meclis yok. Sadece Atatürk Cumhuriyeti’ni “demokrasi” sözcüğü ile çarpıtarak silip, yerine eski İmparatorluğu geçirmek isteyen malum kesim var. Galiba Sn. Kılıçdaroğlu henüz anlamadı: AKP’nin hedefleri arasında “Demokrasi” yok! “Anti-laik faaliyetlerin odağı olan ve ucubeler ucubesi 12 Eylül referandum sürecini bu topluma dayatmış bir Parti, şimdi Türkiye’ye muhteşem bir demokratik yapı mı getirecek? Bu masala inanılır mı? CHP bunun farkına varsa, nereye sürükleneceği belli olmayan bir “Uzlaşma Komisyonu”’na balıklama atlamaz! AKP’nin hedefi, yeni Anayasa ile, ameliyat masasındaki işlemlere yasal çıkış uydurmak! Mesela başta o “değişmesi teklif dahi edilemeyecek ilk 4 madde”yi temelinden uçurmak! Yoksa var olan Anayasa ve ülke ruhuna göre bu ameliyatın her noktası hesap sorulmasını gerektiriyor. Bu kimlik şimdi değiştirilirse, bundan güç alarak bir adım sonra, “manzara buralarda çok güzel, başkenti Istanbul’a taşıyalım” veya “bu İstiklal Marşı’nda prozodi sorunu var, değiştirelim” diye yaratıcı (!) fikirler radikal entel dünyada öne sürülebilecek.
AKP sürekli olarak aynı telden çalıyor: “İdeolojisiz bir Anayasa”. Çünkü onlara göre Atatürk Cumhuriyeti’nin temel maddeleri, rahatsız oldukları bir “ideoloji”… İşin ilginç tarafı, Kılıçdaroğlu da AKP’nin harmanladığı ortama “CHP’nin bir ideolojisi yok” diyerek dolaylı olarak farkında olmadan destek verdi. CHP Başkanı bunu “CHP’ye kitleleri sürüklemek için bir ideoloji lazım” anlamında kullanıyor. Yani bir süredir izlediğimiz bir durumu teyid ediyor: “Yeni CHP” adıyla oldu bittiye getirilen Parti, her gün Atatürkçülük, laiklik, çağdaş yaşam kavramlarından uzaklaşıyor. “Efendim AKP’nin silahlarını ellerinden almak lazım” sivri fikrine uyum tavrıyla, Parti artık ne haksız saldırılara uğrayan TSK’ya, ne Beyoğlu’ndan kaldırılan masalara, müzisyenlere, ne yıkılan heykellere, ne şiddet gören sanatçılara el uzatıyor. Bunlar yalnız bazı örnekler. CHP yönetimi“Aman içkici görünmeyelim, putsever gözükmeyelim, ulusalcılığa fazla sahip çıkmayalım, cinselliği savunuyor görünmeyelim” diye diye artık iktidar partisi seçmenlerine göz kırpıyor: “Bakın, biz de yobazlığa demokrasi demeyi başarırız, biz de kafirleri savunmayız, üstüne de maaş dağıtırız!”
CHP önce Cumhuriyet tarihini ardından kendi tarihinin köşe taşlarını AKP’nin istediği şekilde revize etti ve 2. Cumhuriyetçi takımı da mest ederek tarihiyle bağlarını koparıp kendini “mahçup suçlu” rolüne soktu. Tüm liberal, hatta “ılımlı Islamcı” eleştirileri dinsiz veya anti-demokrat görünmemek için kabullenen CHP, bizlere değil, Nazlı Ilıcak, veya Mahmut Övür gibi yazarlara yaranma peşinde. İkaz da hep o kesimden geliyor:“Hala ulusalcılıkla bağlarını tam koparamadılar”.
Sn Kılıçdaroğlu’na sormak lazım: “Yeni CHP” gibi kabul edilemez özürlü bir deyimi dolaşıma sokmadan önce kime danıştı: Kurultay’ı topladı da bizim mi haberimiz olmadı? Referandum mu yaptı? Sn Başkan, derhal bu tanımlamadan vazgeçmeli ve Parti yönetiminin kafasını karıştırmamalı. Abant’ta bu dayatmalara direnen CHP’li vekiller haklıdırlar. Ne kendisinin, ne MKYK’nın böyle bir yetkisi var. Atatürkçülük ise, doğal olarak bu Partinin ideolojisi. Sosyal demokrasiyle ve onun sonuçlarıyla örtüşen bir evrensel siyasa. Sn Perinçek’in de ikaz ettiği gibi, “Karşı devrim içinde yerini arayacağına” veya kurultayları erteleyeceğine, derhal başka bahanelere sığınmadan Parti yeni bir demokratik tüzüğe kavuşturulmalı, seçimlerin yaklaşması beklenip ardından “şimdi bu demokratik arayışların sırası değil” gibi cümlelerin arkasına sığınılmamalı. Kamuoyu, hafızasını yitirmiş, gerçek Atatürkçü kimliğinden utanan bir CHP değil, ülkeye reva görülen işkenceyi durduracak ve siyasete geniş mercekten bakan, emperyalizmin tuzaklarına düşmeyen bir Parti istiyor!

4 Ekim 2011 Salı

SN ERDOĞAN: LÜTFEN ÖNYARGISIZ OKUYUN! / Bedri Baykam / 4 Ekim 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..

            Sn Erdoğan, size bu açık mektubu uğradığım bıçaklı saldırının, dünkü ilk duruşmasından sonra yazıyorum. Yanlış anlamayın, hedefim o konuyu açıp, hükümetin o saldırıyla ilgilenmemesi konusunda sitem etmek de değil, hiç anlaşamadığımız siyasi konular da değil. Ne Ergenekon, ne AB, ne Gazze, ne öğretmen atamaları… Hatta “İnsanlık Anıtı” veya sanattan da söz etmeyeceğim! Yaşama siyah-beyaz kadar farklı baktığımızı biliyoruz. Herhalde konuların yüzde 80’inde anlaşmıyoruz. Size bugün sıkışık gündemde hiçbir zaman ilk sıraya yükselemeyen, hapishanelerde tutuklu ve hükümlülerin yaşam koşulları ve sağlık sorunları konusunda yazıyorum. Hedefim bu hassas konu üzerinden polemik başlatmak değil, bazı bildiğinizi gerçekleri hatırlatmak.
            Sn Başbakan, siz ülkenin ve tüm vatandaşlarınızın geleceği kadar, hapishanelerde yaşayan on binlerce insanın yaşamından sorumlusunuz. Bir banka ne kadar reklam yaparsa yapsın, gişe memurunun tutumu kadar puan alır. Bir hükümet de, döneminde istediği kadar yatırım veya gökdelen yapılsın, ancak sokaklarındaki evsizler ve hapishanelerdeki insanlarının yaşam koşulları kadar vardır. Bunu kimse değiştiremez. Bir çağdaş ülkenin demokratik seviyesi, ancak bu verilerle belli olur. “İleri demokrasi” dediğiniz ve üzerinde hiç anlaşamadığımız konuları rafa kaldırıyorum. Ama bu konu hakkında hiç kimsenin farklı bir görüşü olamaz. Şu anda çocukları, babaları, kardeşleri, hapiste ağır sağlık koşullarında ölümle pençeleşen binlerce insan, siyasi görüşleri ne olursa olsun, hükümetin gözünün içine bakıyorlar. Devlet tüm vatandaşlarına, belki en ileri ülkelerin sağlık hizmetlerini en üst seviyede veremeyebilir, ama hapishanelerde yaşayan tüm vatandaşlarının tırnak batmasından ağır kansere kadar, her sağlık durumlarından sorumludur. Vicdan sahibi ve vatandaşlarına saygılı bir devletin namusu, hücrelerde yaşayan insanların, ülkenin en zengin, en forslu, en ünlü kişilerinin aldığı tıbbi desteği alabilmesini sağlamaktır. Siz bir hapishane deneyimi geçirdiğiniz için bu vatandaşların yaşadığı ağır şartları iyi bilirsiniz. Lütfen bu mahkumlarla ve aileleriyle empati kurun.
            Sn Erdoğan, hapishanelerde “yaşama tutunmaya” çalışan bu insanlar sizin yakınlarınız da olabilirdi. Yürütmenin başı, “hapishane misafirleri”nin her biriyle eşit mesafede olmaya mecburdur.  Onlar basına göre “Ergenekoncu, şeriatçı, PKK’lı,  faşist, dolandırıcı veya hırsız” olabilirler. Ama sonuçta her biri özgürlükleri ellerinden alınmış vatandaşlarınızdır. Onların rahatsızlıklarının ileri ağır safhalara geçmesini bekleyemez kimse. Şikayetleri en hızlı şekilde tıbbi müdahale olarak karşılığını bulmalıdır. Örneğin Sn Fatih Hilmioğlu’nun kanser olduğu konuşuluyorsa, lütfen onun durumunu takip ettirin. Kimsenin hastalığının ilerlemesi beklenmez. Yarın hastalansa, beni öldürmeye çalışan şahıs için de aynı talebi size iletirim. Uygarlık bunu gerektirir.
            Sn Erdoğan, sık sık dini referansları siyasi söylemin içinde kendi üslubunuzda kullanıyorsunuz. Dünyada her din, insanların yaşam haklarına sahip çıkar. Her canlıda Tanrı’dan bir parça görür. Bu zor durumu yaşayan insanlar ise, somut olarak bu dünyada hükümete sığınmak durumundadırlar. Ama onların her biri dini görüşleri ile siyasi fikirlerini ayırabilen gururlu insanlardır. Zaten sizden dini veya insani merhamet değil, vatandaşlık haklarını talep etmektedirler.
           AB ile görüşmelerimiz sürüyor mu, siz daha iyi bilirsiniz!. Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’ni ezbere bilmesek de, bazı temel maddeleri hatırlayabiliriz: 2. Madde, insanların güvenliğini ve canını garanti altına alır. 3. Madde, insanlık dışı ve aşağılayıcı davranışları engeller. İnsanlığımız adına ne acıdır ki, kendi yasaları ve Avrupa insan hakları sözleşmesine imza atmış ileri ülkeler bile, hapishanelerindeki mahkumların tüm yaşam şartlarından sorumlu olmalarına rağmen AİHM tarafından ağır cezalar alabilmektedirler: Mahkumlar, muayene veya kemoterapiyi kelepçe vurulmuş olarak görmek gibi, aşağılayıcı davranışlara maruz kalabilmektedirler. Şartları Türkiye’den çok daha iyi olsa dahi, bu tespitler acı gerçektir. Yani Batı da bu ayıplardan tamamen kurtulmuş değildir.
           Şaşırtın dünyayı ve Türkiye’yi Sn. Başbakan. Oy hesapsız, rövanş duygusu yaşamadan bu ayıplardan kurtarın ülkeyi. Siyasi görüşleri bir kenara kaldırarak... Siyasi düşmanlarınızın da yaşam haklarına sahip çıkın. Bu konular siyasi polemikleri açık ara sollar!  Saygılarımla… 

SN ERDOĞAN: LÜTFEN ÖNYARGISIZ OKUYUN! / Bedri Baykam / 4 Ekim 2011 tarihli Cumhuriyet makalesi..

            Sn Erdoğan, size bu açık mektubu uğradığım bıçaklı saldırının, dünkü ilk duruşmasından sonra yazıyorum. Yanlış anlamayın, hedefim o konuyu açıp, hükümetin o saldırıyla ilgilenmemesi konusunda sitem etmek de değil, hiç anlaşamadığımız siyasi konular da değil. Ne Ergenekon, ne AB, ne Gazze, ne öğretmen atamaları… Hatta “İnsanlık Anıtı” veya sanattan da söz etmeyeceğim! Yaşama siyah-beyaz kadar farklı baktığımızı biliyoruz. Herhalde konuların yüzde 80’inde anlaşmıyoruz. Size bugün sıkışık gündemde hiçbir zaman ilk sıraya yükselemeyen, hapishanelerde tutuklu ve hükümlülerin yaşam koşulları ve sağlık sorunları konusunda yazıyorum. Hedefim bu hassas konu üzerinden polemik başlatmak değil, bazı bildiğinizi gerçekleri hatırlatmak.
            Sn Başbakan, siz ülkenin ve tüm vatandaşlarınızın geleceği kadar, hapishanelerde yaşayan on binlerce insanın yaşamından sorumlusunuz. Bir banka ne kadar reklam yaparsa yapsın, gişe memurunun tutumu kadar puan alır. Bir hükümet de, döneminde istediği kadar yatırım veya gökdelen yapılsın, ancak sokaklarındaki evsizler ve hapishanelerdeki insanlarının yaşam koşulları kadar vardır. Bunu kimse değiştiremez. Bir çağdaş ülkenin demokratik seviyesi, ancak bu verilerle belli olur. “İleri demokrasi” dediğiniz ve üzerinde hiç anlaşamadığımız konuları rafa kaldırıyorum. Ama bu konu hakkında hiç kimsenin farklı bir görüşü olamaz. Şu anda çocukları, babaları, kardeşleri, hapiste ağır sağlık koşullarında ölümle pençeleşen binlerce insan, siyasi görüşleri ne olursa olsun, hükümetin gözünün içine bakıyorlar. Devlet tüm vatandaşlarına, belki en ileri ülkelerin sağlık hizmetlerini en üst seviyede veremeyebilir, ama hapishanelerde yaşayan tüm vatandaşlarının tırnak batmasından ağır kansere kadar, her sağlık durumlarından sorumludur. Vicdan sahibi ve vatandaşlarına saygılı bir devletin namusu, hücrelerde yaşayan insanların, ülkenin en zengin, en forslu, en ünlü kişilerinin aldığı tıbbi desteği alabilmesini sağlamaktır. Siz bir hapishane deneyimi geçirdiğiniz için bu vatandaşların yaşadığı ağır şartları iyi bilirsiniz. Lütfen bu mahkumlarla ve aileleriyle empati kurun.
            Sn Erdoğan, hapishanelerde “yaşama tutunmaya” çalışan bu insanlar sizin yakınlarınız da olabilirdi. Yürütmenin başı, “hapishane misafirleri”nin her biriyle eşit mesafede olmaya mecburdur.  Onlar basına göre “Ergenekoncu, şeriatçı, PKK’lı,  faşist, dolandırıcı veya hırsız” olabilirler. Ama sonuçta her biri özgürlükleri ellerinden alınmış vatandaşlarınızdır. Onların rahatsızlıklarının ileri ağır safhalara geçmesini bekleyemez kimse. Şikayetleri en hızlı şekilde tıbbi müdahale olarak karşılığını bulmalıdır. Örneğin Sn Fatih Hilmioğlu’nun kanser olduğu konuşuluyorsa, lütfen onun durumunu takip ettirin. Kimsenin hastalığının ilerlemesi beklenmez. Yarın hastalansa, beni öldürmeye çalışan şahıs için de aynı talebi size iletirim. Uygarlık bunu gerektirir.
            Sn Erdoğan, sık sık dini referansları siyasi söylemin içinde kendi üslubunuzda kullanıyorsunuz. Dünyada her din, insanların yaşam haklarına sahip çıkar. Her canlıda Tanrı’dan bir parça görür. Bu zor durumu yaşayan insanlar ise, somut olarak bu dünyada hükümete sığınmak durumundadırlar. Ama onların her biri dini görüşleri ile siyasi fikirlerini ayırabilen gururlu insanlardır. Zaten sizden dini veya insani merhamet değil, vatandaşlık haklarını talep etmektedirler.
           AB ile görüşmelerimiz sürüyor mu, siz daha iyi bilirsiniz!. Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’ni ezbere bilmesek de, bazı temel maddeleri hatırlayabiliriz: 2. Madde, insanların güvenliğini ve canını garanti altına alır. 3. Madde, insanlık dışı ve aşağılayıcı davranışları engeller. İnsanlığımız adına ne acıdır ki, kendi yasaları ve Avrupa insan hakları sözleşmesine imza atmış ileri ülkeler bile, hapishanelerindeki mahkumların tüm yaşam şartlarından sorumlu olmalarına rağmen AİHM tarafından ağır cezalar alabilmektedirler: Mahkumlar, muayene veya kemoterapiyi kelepçe vurulmuş olarak görmek gibi, aşağılayıcı davranışlara maruz kalabilmektedirler. Şartları Türkiye’den çok daha iyi olsa dahi, bu tespitler acı gerçektir. Yani Batı da bu ayıplardan tamamen kurtulmuş değildir.
           Şaşırtın dünyayı ve Türkiye’yi Sn. Başbakan. Oy hesapsız, rövanş duygusu yaşamadan bu ayıplardan kurtarın ülkeyi. Siyasi görüşleri bir kenara kaldırarak... Siyasi düşmanlarınızın da yaşam haklarına sahip çıkın. Bu konular siyasi polemikleri açık ara sollar!  Saygılarımla…