31 Ekim 2010 Pazar
30 Ekim 2010 Cumartesi
Bedri Baykam / BURSA_FB macı eleştirisi / FOTOGOL..
Fener büyük oynayamıyor.
Bunu daha önce Daum'da çok yapardı. Seyirciyi deli edene kadar. Dakika
85 olmuş maçı kazanmaya mecbur olan Fenerbahçe güya gol aramak içinalay eder gibi sahaya Kazım ve Gökhan Ünal'ı ancak o dakika da sahayasürüyor. Bunu futbol ile değil psikolojiyle açıklamak lazım. Ben Aykut'un patlama yapmak için aylardır böyle bir maç bekleyen Kazım'ı Dia ve Niang'ın yokluğunda sahaya sürememesini artık anlamaya çalışmıyorum. Yalnız pes demekle yetiniyorum.! Günün yıldızlari Fenerbahçe'de Emre ve Volkan.
Birincisi sahada basılmadık yer bırakmıyor ve galip gelmek için sanki maçı kazanmak için ömründen 10 yıl vermeye hazır. Volkan ise her hafta kendini aşıyor. Dün en az 4-5 gol kurtardı.Fenerbahçe ilk yarıda orta sahada oldukça arzulu ve önde basıyor. Emre, Alex ve Semih kombinesinden doğan gol, çok iyi ama arkası gelmiyor. 42. dakika da Alex'in maestroluğuyla gelişen inanılmaz hızlı bir kontratak ta Stoch'un Alex'e gol pasını çıkartmak yerine sefalet bir vuruşla topu yerden auta attığı an maçın kırılma noktası. Futbol oynayan o ince kale direği köşesine nişan almasını zaaf gösterisi olarak anlıyorum ama affedemiyorum.
Bunun ardından 2. yarının başında gelen Bursaspor golü - ki Volkan o'nu da çıkarıyordu- skora dengeyi getiriyor. Bunun arkasından Fenerbahçe'nin panik içinde uzaktan şutlarla Topuz'la Stoch'la yaptığı sallapati gol denemeleri ve Semih'in kaçırdığı birkaç pozisyon her şeye rağmen kabul edelim ki artık Bursa gerçekten büyük takım olmuş. Hem teknik hem hızlı ve en azından Türkiye'de kimseye karşı bir kompleksi yok. Sonuçta Fenerbahçe Bursa yı yakalamak için ciddi bir fırsat kaçırdı.
Aykut ne yazık ki büyük maçları kazanacak hamleleri ve psikolojik faktörleri iyi bilmiyor...
Bunu daha önce Daum'da çok yapardı. Seyirciyi deli edene kadar. Dakika
85 olmuş maçı kazanmaya mecbur olan Fenerbahçe güya gol aramak içinalay eder gibi sahaya Kazım ve Gökhan Ünal'ı ancak o dakika da sahayasürüyor. Bunu futbol ile değil psikolojiyle açıklamak lazım. Ben Aykut'un patlama yapmak için aylardır böyle bir maç bekleyen Kazım'ı Dia ve Niang'ın yokluğunda sahaya sürememesini artık anlamaya çalışmıyorum. Yalnız pes demekle yetiniyorum.! Günün yıldızlari Fenerbahçe'de Emre ve Volkan.
Birincisi sahada basılmadık yer bırakmıyor ve galip gelmek için sanki maçı kazanmak için ömründen 10 yıl vermeye hazır. Volkan ise her hafta kendini aşıyor. Dün en az 4-5 gol kurtardı.Fenerbahçe ilk yarıda orta sahada oldukça arzulu ve önde basıyor. Emre, Alex ve Semih kombinesinden doğan gol, çok iyi ama arkası gelmiyor. 42. dakika da Alex'in maestroluğuyla gelişen inanılmaz hızlı bir kontratak ta Stoch'un Alex'e gol pasını çıkartmak yerine sefalet bir vuruşla topu yerden auta attığı an maçın kırılma noktası. Futbol oynayan o ince kale direği köşesine nişan almasını zaaf gösterisi olarak anlıyorum ama affedemiyorum.
Bunun ardından 2. yarının başında gelen Bursaspor golü - ki Volkan o'nu da çıkarıyordu- skora dengeyi getiriyor. Bunun arkasından Fenerbahçe'nin panik içinde uzaktan şutlarla Topuz'la Stoch'la yaptığı sallapati gol denemeleri ve Semih'in kaçırdığı birkaç pozisyon her şeye rağmen kabul edelim ki artık Bursa gerçekten büyük takım olmuş. Hem teknik hem hızlı ve en azından Türkiye'de kimseye karşı bir kompleksi yok. Sonuçta Fenerbahçe Bursa yı yakalamak için ciddi bir fırsat kaçırdı.
Aykut ne yazık ki büyük maçları kazanacak hamleleri ve psikolojik faktörleri iyi bilmiyor...
Bedri Baykam / BURSA_FB macı eleştirisi / FOTOGOL..
Fener büyük oynayamıyor.
Bunu daha önce Daum'da çok yapardı. Seyirciyi deli edene kadar. Dakika
85 olmuş maçı kazanmaya mecbur olan Fenerbahçe güya gol aramak içinalay eder gibi sahaya Kazım ve Gökhan Ünal'ı ancak o dakika da sahayasürüyor. Bunu futbol ile değil psikolojiyle açıklamak lazım. Ben Aykut'un patlama yapmak için aylardır böyle bir maç bekleyen Kazım'ı Dia ve Niang'ın yokluğunda sahaya sürememesini artık anlamaya çalışmıyorum. Yalnız pes demekle yetiniyorum.! Günün yıldızlari Fenerbahçe'de Emre ve Volkan.
Birincisi sahada basılmadık yer bırakmıyor ve galip gelmek için sanki maçı kazanmak için ömründen 10 yıl vermeye hazır. Volkan ise her hafta kendini aşıyor. Dün en az 4-5 gol kurtardı.Fenerbahçe ilk yarıda orta sahada oldukça arzulu ve önde basıyor. Emre, Alex ve Semih kombinesinden doğan gol, çok iyi ama arkası gelmiyor. 42. dakika da Alex'in maestroluğuyla gelişen inanılmaz hızlı bir kontratak ta Stoch'un Alex'e gol pasını çıkartmak yerine sefalet bir vuruşla topu yerden auta attığı an maçın kırılma noktası. Futbol oynayan o ince kale direği köşesine nişan almasını zaaf gösterisi olarak anlıyorum ama affedemiyorum.
Bunun ardından 2. yarının başında gelen Bursaspor golü - ki Volkan o'nu da çıkarıyordu- skora dengeyi getiriyor. Bunun arkasından Fenerbahçe'nin panik içinde uzaktan şutlarla Topuz'la Stoch'la yaptığı sallapati gol denemeleri ve Semih'in kaçırdığı birkaç pozisyon her şeye rağmen kabul edelim ki artık Bursa gerçekten büyük takım olmuş. Hem teknik hem hızlı ve en azından Türkiye'de kimseye karşı bir kompleksi yok. Sonuçta Fenerbahçe Bursa yı yakalamak için ciddi bir fırsat kaçırdı.
Aykut ne yazık ki büyük maçları kazanacak hamleleri ve psikolojik faktörleri iyi bilmiyor...
Bunu daha önce Daum'da çok yapardı. Seyirciyi deli edene kadar. Dakika
85 olmuş maçı kazanmaya mecbur olan Fenerbahçe güya gol aramak içinalay eder gibi sahaya Kazım ve Gökhan Ünal'ı ancak o dakika da sahayasürüyor. Bunu futbol ile değil psikolojiyle açıklamak lazım. Ben Aykut'un patlama yapmak için aylardır böyle bir maç bekleyen Kazım'ı Dia ve Niang'ın yokluğunda sahaya sürememesini artık anlamaya çalışmıyorum. Yalnız pes demekle yetiniyorum.! Günün yıldızlari Fenerbahçe'de Emre ve Volkan.
Birincisi sahada basılmadık yer bırakmıyor ve galip gelmek için sanki maçı kazanmak için ömründen 10 yıl vermeye hazır. Volkan ise her hafta kendini aşıyor. Dün en az 4-5 gol kurtardı.Fenerbahçe ilk yarıda orta sahada oldukça arzulu ve önde basıyor. Emre, Alex ve Semih kombinesinden doğan gol, çok iyi ama arkası gelmiyor. 42. dakika da Alex'in maestroluğuyla gelişen inanılmaz hızlı bir kontratak ta Stoch'un Alex'e gol pasını çıkartmak yerine sefalet bir vuruşla topu yerden auta attığı an maçın kırılma noktası. Futbol oynayan o ince kale direği köşesine nişan almasını zaaf gösterisi olarak anlıyorum ama affedemiyorum.
Bunun ardından 2. yarının başında gelen Bursaspor golü - ki Volkan o'nu da çıkarıyordu- skora dengeyi getiriyor. Bunun arkasından Fenerbahçe'nin panik içinde uzaktan şutlarla Topuz'la Stoch'la yaptığı sallapati gol denemeleri ve Semih'in kaçırdığı birkaç pozisyon her şeye rağmen kabul edelim ki artık Bursa gerçekten büyük takım olmuş. Hem teknik hem hızlı ve en azından Türkiye'de kimseye karşı bir kompleksi yok. Sonuçta Fenerbahçe Bursa yı yakalamak için ciddi bir fırsat kaçırdı.
Aykut ne yazık ki büyük maçları kazanacak hamleleri ve psikolojik faktörleri iyi bilmiyor...
28 Ekim 2010 Perşembe
BEDRİ BAYKAM'IN YAPITLARI "PRESS ART" SERGİSİ İLE AVRUPA'DA İKİ MÜZEDE BRAQUE, ANDY WARHOL, GIACOMETTI, MIRO, DE KOONING, ARMAN, POLKE VE TAPIES GİBİ DÜNYA SANATÇILARIYLA BERABER SERGİLENDİ...
Annette ve Peter Nobel'in koleksiyonundan oluşan "PRESS ART" başlıklı dev sergileri bu yıl İsviçre'de Kunstmuseum St. Gallen'de (30 Ocak - 20 Haziran) ve Avusturya'da Museum der Moderne Salzburg'da (3 Temmuz - 24 Ekim 2010) açıldı.
Geniş kapsamlı ve "dünya modern sanat seçkisi" vasfını yansıtma iddiası taşıyabilecek çapta, modernizmin ve çağdaş sanatın uluslararası en önemli isimlerini bir araya getiren koleksiyonda yer alan Bedri Baykam'ın iki yapıtı da bu sergilerde yer aldı.
Basın etrafında sanatçıların gerçekleştirdikleri yapıtları bir araya getiren dev sergide eserleri bulunan diğer sanatçılar arasında, Hans Arp, Francis Bacon, Donald Baechler, Joseph Beuys, Jean Charles Blais, Fernando Botero, Georges Braque, Henri Cartier Bresson, Cesar, Christo, Eva&Adele, Alberto Giacometti, Robert Gober, Raymond Hains, Marcel Janco, Asger Jorn, Yves Klein, Imi Knoebel, Jiri Kolar, Wilem de Kooning, Joseph Kosuth, Jannis Kounellis, Barbara Kruger, Le Corbusier, Roy Lichtenstein, Robert Longo, Vladimir Majakowski, Kasimir Malevitsch, Lawrence Weiner, Joan Miro, Robert Motherwell, Nam June Paik, Mimmo Palladino, Sigmar Polke, Ben Vautier, Arman, Chuck Close, Valerio Adami, Robert Rauschenberg, Gerhard Richter, James Rosenquist, Edward Ruscha, Antonio Segui, Antoni Tapies, Hans Richter, Rosemarie Trockel, Felix Vallatton, Jacques de la Villeglé, Andy Warhol gibi dünyaca ünlü isimler var.
Bedri Baykam'ın Annette ve Peter Nobel koleksiyonunda bulunan iki yapıtı şunlar:
1. "Kalbe Yolculuk." 180x130 cm. 1994. Tual üzerine fotopentür.
(Sanatçının Atatürk'ün naaşının İstanbul'u terk edişini temsil eden yapıtı)
2. "Gelişen Tehlikeyi Açıklayacağım." 150x100 cm. 1997. Tual üzerine fotopentür.
(Sanatçının babası Dr. Suphi Baykam'ın 1960'larda manşet olan bir demeci ile ilgili gerçekleştirdiği yapıt)
Sergi için ayrıca geniş kapsamlı 431 sayfalık bir katalog yayınlandı.
Annette ve Peter Nobel'in koleksiyonundan oluşan "PRESS ART" başlıklı dev sergileri bu yıl İsviçre'de Kunstmuseum St. Gallen'de (30 Ocak - 20 Haziran) ve Avusturya'da Museum der Moderne Salzburg'da (3 Temmuz - 24 Ekim 2010) açıldı.
Geniş kapsamlı ve "dünya modern sanat seçkisi" vasfını yansıtma iddiası taşıyabilecek çapta, modernizmin ve çağdaş sanatın uluslararası en önemli isimlerini bir araya getiren koleksiyonda yer alan Bedri Baykam'ın iki yapıtı da bu sergilerde yer aldı.
Basın etrafında sanatçıların gerçekleştirdikleri yapıtları bir araya getiren dev sergide eserleri bulunan diğer sanatçılar arasında, Hans Arp, Francis Bacon, Donald Baechler, Joseph Beuys, Jean Charles Blais, Fernando Botero, Georges Braque, Henri Cartier Bresson, Cesar, Christo, Eva&Adele, Alberto Giacometti, Robert Gober, Raymond Hains, Marcel Janco, Asger Jorn, Yves Klein, Imi Knoebel, Jiri Kolar, Wilem de Kooning, Joseph Kosuth, Jannis Kounellis, Barbara Kruger, Le Corbusier, Roy Lichtenstein, Robert Longo, Vladimir Majakowski, Kasimir Malevitsch, Lawrence Weiner, Joan Miro, Robert Motherwell, Nam June Paik, Mimmo Palladino, Sigmar Polke, Ben Vautier, Arman, Chuck Close, Valerio Adami, Robert Rauschenberg, Gerhard Richter, James Rosenquist, Edward Ruscha, Antonio Segui, Antoni Tapies, Hans Richter, Rosemarie Trockel, Felix Vallatton, Jacques de la Villeglé, Andy Warhol gibi dünyaca ünlü isimler var.
Bedri Baykam'ın Annette ve Peter Nobel koleksiyonunda bulunan iki yapıtı şunlar:
1. "Kalbe Yolculuk." 180x130 cm. 1994. Tual üzerine fotopentür.
(Sanatçının Atatürk'ün naaşının İstanbul'u terk edişini temsil eden yapıtı)
2. "Gelişen Tehlikeyi Açıklayacağım." 150x100 cm. 1997. Tual üzerine fotopentür.
(Sanatçının babası Dr. Suphi Baykam'ın 1960'larda manşet olan bir demeci ile ilgili gerçekleştirdiği yapıt)
Sergi için ayrıca geniş kapsamlı 431 sayfalık bir katalog yayınlandı.
BEDRİ BAYKAM'IN YAPITLARI "PRESS ART" SERGİSİ İLE AVRUPA'DA İKİ MÜZEDE BRAQUE, ANDY WARHOL, GIACOMETTI, MIRO, DE KOONING, ARMAN, POLKE VE TAPIES GİBİ DÜNYA SANATÇILARIYLA BERABER SERGİLENDİ...
Annette ve Peter Nobel'in koleksiyonundan oluşan "PRESS ART" başlıklı dev sergileri bu yıl İsviçre'de Kunstmuseum St. Gallen'de (30 Ocak - 20 Haziran) ve Avusturya'da Museum der Moderne Salzburg'da (3 Temmuz - 24 Ekim 2010) açıldı.
Geniş kapsamlı ve "dünya modern sanat seçkisi" vasfını yansıtma iddiası taşıyabilecek çapta, modernizmin ve çağdaş sanatın uluslararası en önemli isimlerini bir araya getiren koleksiyonda yer alan Bedri Baykam'ın iki yapıtı da bu sergilerde yer aldı.
Basın etrafında sanatçıların gerçekleştirdikleri yapıtları bir araya getiren dev sergide eserleri bulunan diğer sanatçılar arasında, Hans Arp, Francis Bacon, Donald Baechler, Joseph Beuys, Jean Charles Blais, Fernando Botero, Georges Braque, Henri Cartier Bresson, Cesar, Christo, Eva&Adele, Alberto Giacometti, Robert Gober, Raymond Hains, Marcel Janco, Asger Jorn, Yves Klein, Imi Knoebel, Jiri Kolar, Wilem de Kooning, Joseph Kosuth, Jannis Kounellis, Barbara Kruger, Le Corbusier, Roy Lichtenstein, Robert Longo, Vladimir Majakowski, Kasimir Malevitsch, Lawrence Weiner, Joan Miro, Robert Motherwell, Nam June Paik, Mimmo Palladino, Sigmar Polke, Ben Vautier, Arman, Chuck Close, Valerio Adami, Robert Rauschenberg, Gerhard Richter, James Rosenquist, Edward Ruscha, Antonio Segui, Antoni Tapies, Hans Richter, Rosemarie Trockel, Felix Vallatton, Jacques de la Villeglé, Andy Warhol gibi dünyaca ünlü isimler var.
Bedri Baykam'ın Annette ve Peter Nobel koleksiyonunda bulunan iki yapıtı şunlar:
1. "Kalbe Yolculuk." 180x130 cm. 1994. Tual üzerine fotopentür.
(Sanatçının Atatürk'ün naaşının İstanbul'u terk edişini temsil eden yapıtı)
2. "Gelişen Tehlikeyi Açıklayacağım." 150x100 cm. 1997. Tual üzerine fotopentür.
(Sanatçının babası Dr. Suphi Baykam'ın 1960'larda manşet olan bir demeci ile ilgili gerçekleştirdiği yapıt)
Sergi için ayrıca geniş kapsamlı 431 sayfalık bir katalog yayınlandı.
Annette ve Peter Nobel'in koleksiyonundan oluşan "PRESS ART" başlıklı dev sergileri bu yıl İsviçre'de Kunstmuseum St. Gallen'de (30 Ocak - 20 Haziran) ve Avusturya'da Museum der Moderne Salzburg'da (3 Temmuz - 24 Ekim 2010) açıldı.
Geniş kapsamlı ve "dünya modern sanat seçkisi" vasfını yansıtma iddiası taşıyabilecek çapta, modernizmin ve çağdaş sanatın uluslararası en önemli isimlerini bir araya getiren koleksiyonda yer alan Bedri Baykam'ın iki yapıtı da bu sergilerde yer aldı.
Basın etrafında sanatçıların gerçekleştirdikleri yapıtları bir araya getiren dev sergide eserleri bulunan diğer sanatçılar arasında, Hans Arp, Francis Bacon, Donald Baechler, Joseph Beuys, Jean Charles Blais, Fernando Botero, Georges Braque, Henri Cartier Bresson, Cesar, Christo, Eva&Adele, Alberto Giacometti, Robert Gober, Raymond Hains, Marcel Janco, Asger Jorn, Yves Klein, Imi Knoebel, Jiri Kolar, Wilem de Kooning, Joseph Kosuth, Jannis Kounellis, Barbara Kruger, Le Corbusier, Roy Lichtenstein, Robert Longo, Vladimir Majakowski, Kasimir Malevitsch, Lawrence Weiner, Joan Miro, Robert Motherwell, Nam June Paik, Mimmo Palladino, Sigmar Polke, Ben Vautier, Arman, Chuck Close, Valerio Adami, Robert Rauschenberg, Gerhard Richter, James Rosenquist, Edward Ruscha, Antonio Segui, Antoni Tapies, Hans Richter, Rosemarie Trockel, Felix Vallatton, Jacques de la Villeglé, Andy Warhol gibi dünyaca ünlü isimler var.
Bedri Baykam'ın Annette ve Peter Nobel koleksiyonunda bulunan iki yapıtı şunlar:
1. "Kalbe Yolculuk." 180x130 cm. 1994. Tual üzerine fotopentür.
(Sanatçının Atatürk'ün naaşının İstanbul'u terk edişini temsil eden yapıtı)
2. "Gelişen Tehlikeyi Açıklayacağım." 150x100 cm. 1997. Tual üzerine fotopentür.
(Sanatçının babası Dr. Suphi Baykam'ın 1960'larda manşet olan bir demeci ile ilgili gerçekleştirdiği yapıt)
Sergi için ayrıca geniş kapsamlı 431 sayfalık bir katalog yayınlandı.
26 Ekim 2010 Salı
"TEOMEDYOKRASİ" VE CHP / Bedri Baykam / 26 EKİM 2010 CUMHURIYET MAKALESİ..
"TEOMEDYOKRASİ" VE CHP / Bedri Baykam
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya'nın, hukuki haklılığı yadsınamaz şekilde, YÖK'ün Yasaları ve hiçe sayarak, "Türban izni" konusunda verdiği ihtar birden siyasetin ana gündemi oldu. Başbakan ve paydaş medya Yalçınkaya'nın çıkışını yerden yere vurup, Akit Gazetesi "derhal Yüce Divan'da yargılanmalı" diye manşet atarken, herhalde hepsinin ortak buluşması şuydu: "Nerden çıktı bu adam? Tüm muhalefet kurumlarının işini çoktan bitirmemiş miydik?"
İtiraf edeyim, beni AKP değil de, CHP'nin tavrı hayal kırıklığına uğrattı. "Başsavcı’nın söylediklerinin hukuki açıdan doğruluğu tartışılabilir mi? Tabii ki doğru. Ama Parti kapatılarak bir yere varılamaz. Uyarı da yapılmaması lazım." Buna rahmetli İnönü ne derdi biliyor musunuz? "Hadi canım sende!"
Paydaş/2. Cumhuriyetçi/İslamcı medya maydanozları, yeni bir Türkiye'nin TV üzerinden temellerini çoktan attılar, artık o dünyada yaşıyorlar. Bu soytarılar dünyasında, Hükümet her istediğini yapar, her yasayı paşa gönlünden geçtiği gibi "geçirir", isterse yargıyı yok sayar ve "Güçler ayrılığı" kavramı boğulur gider. Böyle bir senaryoda, Sultan ve vezirlerine sonsuz güç vehmedildiği ve "yasa koyucu" da onlar olduğu için, tabii ki hiç bir karara itiraz edilemez. Eski yargı kararları da, emir gelirse, direkt olarak çöpe gider, aynen türban olayında olduğu gibi! Parti kapatmak mı? Ağzından yel ala! İktidar bu, "ister asar, ister keser"!..
Türkiye'deki vasat altı kalemini satmış medyanın adını bu sütunda yıllardır koyduk: "medyokrasi". Şimdi bu kavramı güncelleyelim: Adı sözde demokrasi ve teokrasiden türeme bu rejimin adı olsa olsa "Teomedyokrasi" olabilir. Yani satılmış medyanın satılmış kalemlerinin dayattığı medya parodisi ve dinsel baskının teokrasisinin, demokrasinin cılız artıklarıyla buluştuğu alan... İşte yıllardır halkın uykulu gözlerle izlediği tartışmalarda beyinler o kadar yıkanmıştır ki, yasalara uymayan, Anayasa’yı hiçe sayan partilerin dünyanın her yerinde kapatabileceği en azından uyarılabileceği gerçeği artık "ayıplı" bir iddia haline dönüştürülmüştür. Peki, partilerden biri, bir gün bu serbestçe at koşturulmaya bırakıldığı alanda, yeterli güce eriştiği anda "demokrasiyi fiilen kapatırsa neler olur?" Aaa! Sormayın böyle sorular. "Onu da demokrasi kapatıldıktan sonra düşünürüz" der, geçeriz.
İşte beni deli eden, aynen başka büyük kurumlarımız gibi CHP'nin de bu "teomedyokrasi" baskısına boyun eğip, artık her demecinde ana hedef olarak "paydaş medyayı kızdırmama"yı kendisine hedef seçebilmiş olmasıdır! Yani "teomedyokrasi", CHP'yi de yönetir hale gelmiştir. CHP'nin sanki tek arzusu, akşam gerçekleşen TV er meydanı buluşmalarında, teomedyokrasi şarlatanları tarafından taciz edilebilir bir söz sarfetmemiş olmakla sınırlı kalan bir medya vizesi almış muhalefetle yetinmektir. AKP'nin yarattığı Türkiye'den esinlenen böyle bir muhalefetin, AKP'ye karşı şansı koca bir sıfırdır!
Yani CHP de bu oyuna gelip, Parlamento’nun artık denetimsiz kalması gerektiğini düşünüyorsa, o zaman kimse daha fazla vakit kaybetmesin. Anayasa Mahkemesi, en azından toptan AKP denetimine geçene kadar kapatılsın, Siyasal Partiler Kanunları da geçersiz ilan edilsin, bitsin gitsin. Böylece bu ülkeyi hala "1923'te Atatürk'ün kurduğu laik demokratik bir hukuk devleti" sanarak görevini yapmaya çalışan Yalçınkaya gibi Başsavcıları da boş yere yormayız!
CHP yönetiminin 29 Ekim resepsiyona katılıp katılmama konusundaki krize tırmandıkları kararsızlığın perde arkasında da yine "katılmazsak teomedyokrasi sonra bize ne der?" baskısı var!
Öncelikle hemen belirteyim: "teomedyokrasi" şarlatanlarının üzerimdeki etkisi koca bir sıfırdır. Ve normalde her aydın insanın ve CHP'linin de esas çizgisi bu olmalıdır. Hukuku hiçe sayarak ulaşılan varsayımlar ve tarihi deforme ederek 20. yüzyıl hakkında yapılan her türlü yorum, gözümde hükümsüzdür.
CHP'nin kendi gerçek hinterlandına yöneleceğine, "statükodan kurtulalım" kompleksiyle kalkıp "Aydın ve sanatçıları çağırıyorum" diye ortaya çıkıp, Nejat Yavaşoğulları ve modacı Bahar Korçan dışında, yalnız eleştirel yazarlar veya büyük çağdaş filozof statüsüne terfi ettirilmiş din alimleri çağırarak kendine rota çizmeye kalkışmasının bir özrü olamaz. Üstelik bu olay bile, o kadar kötü bir propaganda ile götürüldü ki, "5N1K" sorularına yanıt aramasıyla ünlü, sürekli en bilgili, "en hınzır" gazeteci olma iddiası taşıyan Cüneyt Özdemir bile, bu furyada kendi temel sorularını unutup, Radikalde taze köşesinde sansasyon yaratmak için, "Bedri Baykam önceki gün köşesinde nerede ise gözyaşlarına hakim olamayacak bir bedbahtlıkta. CHP geçtiğimiz günlerde sanatçılarla açılım zirvesi yaptı ya belki farkında değiliz ama Bedri Baykam'ı çağırmayı unutmuşlar. ....... Bedri yazısının başlığını son sergisinin adına göndermeli 'içim parçalanıyor' koymuş. Valla benim de içim parçalandı... Sen ağlama Bedri dayanamam..." diyebildi! Yani konunun zaten her gün CHP ile temasta olan Bedri Baykam ile ilgisi olmadığını, konunun CHP'nin kendi bölgesinden hiç kimseleri çağırmamış olması olduğu gerçeğini en hızlı ve en donanımlı jet programcımız bile duyamamış! Hem de programlarını zevkle izleyip zevkle katıldığım bir televizyon yıldızı olmasına rağmen! (Bu arada bir çok gazeteci davet edilmişken Cüneyt Özdemir niye atlandı, bunu da bir soruşturması lazım. Bu daha somut ve ciddi bir durum)
CHP, "Teomedyokrasi" ekolünden olmayan bir "tarafsız" genç gazeteciyi bile ne yaptığından haberdar edemiyorsa, kendi gerçek beyin takımıyla köprü kurmayı aklına dahi getirmiyorsa, anlaşılan daha çoook patinaj izlemeye devam edeceğiz... Buradan yine bıkmadan hatırlatıyoruz: Dinci partilerin yolundan yürüyen ANAP ve DYP'nin nasıl sıfırlandığını tekrar bir araştırın. Başbakan'ın bir numaralı avukat-yazarları, Sabah Gazetesi'nde bu "açılım"larınızı övüyorsa, çok mu iyiliğinizi istedikleri için bunu heyecanla yapıyorlar, bir düşünün! Bizden hatırlatması...
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya'nın, hukuki haklılığı yadsınamaz şekilde, YÖK'ün Yasaları ve hiçe sayarak, "Türban izni" konusunda verdiği ihtar birden siyasetin ana gündemi oldu. Başbakan ve paydaş medya Yalçınkaya'nın çıkışını yerden yere vurup, Akit Gazetesi "derhal Yüce Divan'da yargılanmalı" diye manşet atarken, herhalde hepsinin ortak buluşması şuydu: "Nerden çıktı bu adam? Tüm muhalefet kurumlarının işini çoktan bitirmemiş miydik?"
İtiraf edeyim, beni AKP değil de, CHP'nin tavrı hayal kırıklığına uğrattı. "Başsavcı’nın söylediklerinin hukuki açıdan doğruluğu tartışılabilir mi? Tabii ki doğru. Ama Parti kapatılarak bir yere varılamaz. Uyarı da yapılmaması lazım." Buna rahmetli İnönü ne derdi biliyor musunuz? "Hadi canım sende!"
Paydaş/2. Cumhuriyetçi/İslamcı medya maydanozları, yeni bir Türkiye'nin TV üzerinden temellerini çoktan attılar, artık o dünyada yaşıyorlar. Bu soytarılar dünyasında, Hükümet her istediğini yapar, her yasayı paşa gönlünden geçtiği gibi "geçirir", isterse yargıyı yok sayar ve "Güçler ayrılığı" kavramı boğulur gider. Böyle bir senaryoda, Sultan ve vezirlerine sonsuz güç vehmedildiği ve "yasa koyucu" da onlar olduğu için, tabii ki hiç bir karara itiraz edilemez. Eski yargı kararları da, emir gelirse, direkt olarak çöpe gider, aynen türban olayında olduğu gibi! Parti kapatmak mı? Ağzından yel ala! İktidar bu, "ister asar, ister keser"!..
Türkiye'deki vasat altı kalemini satmış medyanın adını bu sütunda yıllardır koyduk: "medyokrasi". Şimdi bu kavramı güncelleyelim: Adı sözde demokrasi ve teokrasiden türeme bu rejimin adı olsa olsa "Teomedyokrasi" olabilir. Yani satılmış medyanın satılmış kalemlerinin dayattığı medya parodisi ve dinsel baskının teokrasisinin, demokrasinin cılız artıklarıyla buluştuğu alan... İşte yıllardır halkın uykulu gözlerle izlediği tartışmalarda beyinler o kadar yıkanmıştır ki, yasalara uymayan, Anayasa’yı hiçe sayan partilerin dünyanın her yerinde kapatabileceği en azından uyarılabileceği gerçeği artık "ayıplı" bir iddia haline dönüştürülmüştür. Peki, partilerden biri, bir gün bu serbestçe at koşturulmaya bırakıldığı alanda, yeterli güce eriştiği anda "demokrasiyi fiilen kapatırsa neler olur?" Aaa! Sormayın böyle sorular. "Onu da demokrasi kapatıldıktan sonra düşünürüz" der, geçeriz.
İşte beni deli eden, aynen başka büyük kurumlarımız gibi CHP'nin de bu "teomedyokrasi" baskısına boyun eğip, artık her demecinde ana hedef olarak "paydaş medyayı kızdırmama"yı kendisine hedef seçebilmiş olmasıdır! Yani "teomedyokrasi", CHP'yi de yönetir hale gelmiştir. CHP'nin sanki tek arzusu, akşam gerçekleşen TV er meydanı buluşmalarında, teomedyokrasi şarlatanları tarafından taciz edilebilir bir söz sarfetmemiş olmakla sınırlı kalan bir medya vizesi almış muhalefetle yetinmektir. AKP'nin yarattığı Türkiye'den esinlenen böyle bir muhalefetin, AKP'ye karşı şansı koca bir sıfırdır!
Yani CHP de bu oyuna gelip, Parlamento’nun artık denetimsiz kalması gerektiğini düşünüyorsa, o zaman kimse daha fazla vakit kaybetmesin. Anayasa Mahkemesi, en azından toptan AKP denetimine geçene kadar kapatılsın, Siyasal Partiler Kanunları da geçersiz ilan edilsin, bitsin gitsin. Böylece bu ülkeyi hala "1923'te Atatürk'ün kurduğu laik demokratik bir hukuk devleti" sanarak görevini yapmaya çalışan Yalçınkaya gibi Başsavcıları da boş yere yormayız!
CHP yönetiminin 29 Ekim resepsiyona katılıp katılmama konusundaki krize tırmandıkları kararsızlığın perde arkasında da yine "katılmazsak teomedyokrasi sonra bize ne der?" baskısı var!
Öncelikle hemen belirteyim: "teomedyokrasi" şarlatanlarının üzerimdeki etkisi koca bir sıfırdır. Ve normalde her aydın insanın ve CHP'linin de esas çizgisi bu olmalıdır. Hukuku hiçe sayarak ulaşılan varsayımlar ve tarihi deforme ederek 20. yüzyıl hakkında yapılan her türlü yorum, gözümde hükümsüzdür.
CHP'nin kendi gerçek hinterlandına yöneleceğine, "statükodan kurtulalım" kompleksiyle kalkıp "Aydın ve sanatçıları çağırıyorum" diye ortaya çıkıp, Nejat Yavaşoğulları ve modacı Bahar Korçan dışında, yalnız eleştirel yazarlar veya büyük çağdaş filozof statüsüne terfi ettirilmiş din alimleri çağırarak kendine rota çizmeye kalkışmasının bir özrü olamaz. Üstelik bu olay bile, o kadar kötü bir propaganda ile götürüldü ki, "5N1K" sorularına yanıt aramasıyla ünlü, sürekli en bilgili, "en hınzır" gazeteci olma iddiası taşıyan Cüneyt Özdemir bile, bu furyada kendi temel sorularını unutup, Radikalde taze köşesinde sansasyon yaratmak için, "Bedri Baykam önceki gün köşesinde nerede ise gözyaşlarına hakim olamayacak bir bedbahtlıkta. CHP geçtiğimiz günlerde sanatçılarla açılım zirvesi yaptı ya belki farkında değiliz ama Bedri Baykam'ı çağırmayı unutmuşlar. ....... Bedri yazısının başlığını son sergisinin adına göndermeli 'içim parçalanıyor' koymuş. Valla benim de içim parçalandı... Sen ağlama Bedri dayanamam..." diyebildi! Yani konunun zaten her gün CHP ile temasta olan Bedri Baykam ile ilgisi olmadığını, konunun CHP'nin kendi bölgesinden hiç kimseleri çağırmamış olması olduğu gerçeğini en hızlı ve en donanımlı jet programcımız bile duyamamış! Hem de programlarını zevkle izleyip zevkle katıldığım bir televizyon yıldızı olmasına rağmen! (Bu arada bir çok gazeteci davet edilmişken Cüneyt Özdemir niye atlandı, bunu da bir soruşturması lazım. Bu daha somut ve ciddi bir durum)
CHP, "Teomedyokrasi" ekolünden olmayan bir "tarafsız" genç gazeteciyi bile ne yaptığından haberdar edemiyorsa, kendi gerçek beyin takımıyla köprü kurmayı aklına dahi getirmiyorsa, anlaşılan daha çoook patinaj izlemeye devam edeceğiz... Buradan yine bıkmadan hatırlatıyoruz: Dinci partilerin yolundan yürüyen ANAP ve DYP'nin nasıl sıfırlandığını tekrar bir araştırın. Başbakan'ın bir numaralı avukat-yazarları, Sabah Gazetesi'nde bu "açılım"larınızı övüyorsa, çok mu iyiliğinizi istedikleri için bunu heyecanla yapıyorlar, bir düşünün! Bizden hatırlatması...
"TEOMEDYOKRASİ" VE CHP / Bedri Baykam / 26 EKİM 2010 CUMHURIYET MAKALESİ..
"TEOMEDYOKRASİ" VE CHP / Bedri Baykam
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya'nın, hukuki haklılığı yadsınamaz şekilde, YÖK'ün Yasaları ve hiçe sayarak, "Türban izni" konusunda verdiği ihtar birden siyasetin ana gündemi oldu. Başbakan ve paydaş medya Yalçınkaya'nın çıkışını yerden yere vurup, Akit Gazetesi "derhal Yüce Divan'da yargılanmalı" diye manşet atarken, herhalde hepsinin ortak buluşması şuydu: "Nerden çıktı bu adam? Tüm muhalefet kurumlarının işini çoktan bitirmemiş miydik?"
İtiraf edeyim, beni AKP değil de, CHP'nin tavrı hayal kırıklığına uğrattı. "Başsavcı’nın söylediklerinin hukuki açıdan doğruluğu tartışılabilir mi? Tabii ki doğru. Ama Parti kapatılarak bir yere varılamaz. Uyarı da yapılmaması lazım." Buna rahmetli İnönü ne derdi biliyor musunuz? "Hadi canım sende!"
Paydaş/2. Cumhuriyetçi/İslamcı medya maydanozları, yeni bir Türkiye'nin TV üzerinden temellerini çoktan attılar, artık o dünyada yaşıyorlar. Bu soytarılar dünyasında, Hükümet her istediğini yapar, her yasayı paşa gönlünden geçtiği gibi "geçirir", isterse yargıyı yok sayar ve "Güçler ayrılığı" kavramı boğulur gider. Böyle bir senaryoda, Sultan ve vezirlerine sonsuz güç vehmedildiği ve "yasa koyucu" da onlar olduğu için, tabii ki hiç bir karara itiraz edilemez. Eski yargı kararları da, emir gelirse, direkt olarak çöpe gider, aynen türban olayında olduğu gibi! Parti kapatmak mı? Ağzından yel ala! İktidar bu, "ister asar, ister keser"!..
Türkiye'deki vasat altı kalemini satmış medyanın adını bu sütunda yıllardır koyduk: "medyokrasi". Şimdi bu kavramı güncelleyelim: Adı sözde demokrasi ve teokrasiden türeme bu rejimin adı olsa olsa "Teomedyokrasi" olabilir. Yani satılmış medyanın satılmış kalemlerinin dayattığı medya parodisi ve dinsel baskının teokrasisinin, demokrasinin cılız artıklarıyla buluştuğu alan... İşte yıllardır halkın uykulu gözlerle izlediği tartışmalarda beyinler o kadar yıkanmıştır ki, yasalara uymayan, Anayasa’yı hiçe sayan partilerin dünyanın her yerinde kapatabileceği en azından uyarılabileceği gerçeği artık "ayıplı" bir iddia haline dönüştürülmüştür. Peki, partilerden biri, bir gün bu serbestçe at koşturulmaya bırakıldığı alanda, yeterli güce eriştiği anda "demokrasiyi fiilen kapatırsa neler olur?" Aaa! Sormayın böyle sorular. "Onu da demokrasi kapatıldıktan sonra düşünürüz" der, geçeriz.
İşte beni deli eden, aynen başka büyük kurumlarımız gibi CHP'nin de bu "teomedyokrasi" baskısına boyun eğip, artık her demecinde ana hedef olarak "paydaş medyayı kızdırmama"yı kendisine hedef seçebilmiş olmasıdır! Yani "teomedyokrasi", CHP'yi de yönetir hale gelmiştir. CHP'nin sanki tek arzusu, akşam gerçekleşen TV er meydanı buluşmalarında, teomedyokrasi şarlatanları tarafından taciz edilebilir bir söz sarfetmemiş olmakla sınırlı kalan bir medya vizesi almış muhalefetle yetinmektir. AKP'nin yarattığı Türkiye'den esinlenen böyle bir muhalefetin, AKP'ye karşı şansı koca bir sıfırdır!
Yani CHP de bu oyuna gelip, Parlamento’nun artık denetimsiz kalması gerektiğini düşünüyorsa, o zaman kimse daha fazla vakit kaybetmesin. Anayasa Mahkemesi, en azından toptan AKP denetimine geçene kadar kapatılsın, Siyasal Partiler Kanunları da geçersiz ilan edilsin, bitsin gitsin. Böylece bu ülkeyi hala "1923'te Atatürk'ün kurduğu laik demokratik bir hukuk devleti" sanarak görevini yapmaya çalışan Yalçınkaya gibi Başsavcıları da boş yere yormayız!
CHP yönetiminin 29 Ekim resepsiyona katılıp katılmama konusundaki krize tırmandıkları kararsızlığın perde arkasında da yine "katılmazsak teomedyokrasi sonra bize ne der?" baskısı var!
Öncelikle hemen belirteyim: "teomedyokrasi" şarlatanlarının üzerimdeki etkisi koca bir sıfırdır. Ve normalde her aydın insanın ve CHP'linin de esas çizgisi bu olmalıdır. Hukuku hiçe sayarak ulaşılan varsayımlar ve tarihi deforme ederek 20. yüzyıl hakkında yapılan her türlü yorum, gözümde hükümsüzdür.
CHP'nin kendi gerçek hinterlandına yöneleceğine, "statükodan kurtulalım" kompleksiyle kalkıp "Aydın ve sanatçıları çağırıyorum" diye ortaya çıkıp, Nejat Yavaşoğulları ve modacı Bahar Korçan dışında, yalnız eleştirel yazarlar veya büyük çağdaş filozof statüsüne terfi ettirilmiş din alimleri çağırarak kendine rota çizmeye kalkışmasının bir özrü olamaz. Üstelik bu olay bile, o kadar kötü bir propaganda ile götürüldü ki, "5N1K" sorularına yanıt aramasıyla ünlü, sürekli en bilgili, "en hınzır" gazeteci olma iddiası taşıyan Cüneyt Özdemir bile, bu furyada kendi temel sorularını unutup, Radikalde taze köşesinde sansasyon yaratmak için, "Bedri Baykam önceki gün köşesinde nerede ise gözyaşlarına hakim olamayacak bir bedbahtlıkta. CHP geçtiğimiz günlerde sanatçılarla açılım zirvesi yaptı ya belki farkında değiliz ama Bedri Baykam'ı çağırmayı unutmuşlar. ....... Bedri yazısının başlığını son sergisinin adına göndermeli 'içim parçalanıyor' koymuş. Valla benim de içim parçalandı... Sen ağlama Bedri dayanamam..." diyebildi! Yani konunun zaten her gün CHP ile temasta olan Bedri Baykam ile ilgisi olmadığını, konunun CHP'nin kendi bölgesinden hiç kimseleri çağırmamış olması olduğu gerçeğini en hızlı ve en donanımlı jet programcımız bile duyamamış! Hem de programlarını zevkle izleyip zevkle katıldığım bir televizyon yıldızı olmasına rağmen! (Bu arada bir çok gazeteci davet edilmişken Cüneyt Özdemir niye atlandı, bunu da bir soruşturması lazım. Bu daha somut ve ciddi bir durum)
CHP, "Teomedyokrasi" ekolünden olmayan bir "tarafsız" genç gazeteciyi bile ne yaptığından haberdar edemiyorsa, kendi gerçek beyin takımıyla köprü kurmayı aklına dahi getirmiyorsa, anlaşılan daha çoook patinaj izlemeye devam edeceğiz... Buradan yine bıkmadan hatırlatıyoruz: Dinci partilerin yolundan yürüyen ANAP ve DYP'nin nasıl sıfırlandığını tekrar bir araştırın. Başbakan'ın bir numaralı avukat-yazarları, Sabah Gazetesi'nde bu "açılım"larınızı övüyorsa, çok mu iyiliğinizi istedikleri için bunu heyecanla yapıyorlar, bir düşünün! Bizden hatırlatması...
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya'nın, hukuki haklılığı yadsınamaz şekilde, YÖK'ün Yasaları ve hiçe sayarak, "Türban izni" konusunda verdiği ihtar birden siyasetin ana gündemi oldu. Başbakan ve paydaş medya Yalçınkaya'nın çıkışını yerden yere vurup, Akit Gazetesi "derhal Yüce Divan'da yargılanmalı" diye manşet atarken, herhalde hepsinin ortak buluşması şuydu: "Nerden çıktı bu adam? Tüm muhalefet kurumlarının işini çoktan bitirmemiş miydik?"
İtiraf edeyim, beni AKP değil de, CHP'nin tavrı hayal kırıklığına uğrattı. "Başsavcı’nın söylediklerinin hukuki açıdan doğruluğu tartışılabilir mi? Tabii ki doğru. Ama Parti kapatılarak bir yere varılamaz. Uyarı da yapılmaması lazım." Buna rahmetli İnönü ne derdi biliyor musunuz? "Hadi canım sende!"
Paydaş/2. Cumhuriyetçi/İslamcı medya maydanozları, yeni bir Türkiye'nin TV üzerinden temellerini çoktan attılar, artık o dünyada yaşıyorlar. Bu soytarılar dünyasında, Hükümet her istediğini yapar, her yasayı paşa gönlünden geçtiği gibi "geçirir", isterse yargıyı yok sayar ve "Güçler ayrılığı" kavramı boğulur gider. Böyle bir senaryoda, Sultan ve vezirlerine sonsuz güç vehmedildiği ve "yasa koyucu" da onlar olduğu için, tabii ki hiç bir karara itiraz edilemez. Eski yargı kararları da, emir gelirse, direkt olarak çöpe gider, aynen türban olayında olduğu gibi! Parti kapatmak mı? Ağzından yel ala! İktidar bu, "ister asar, ister keser"!..
Türkiye'deki vasat altı kalemini satmış medyanın adını bu sütunda yıllardır koyduk: "medyokrasi". Şimdi bu kavramı güncelleyelim: Adı sözde demokrasi ve teokrasiden türeme bu rejimin adı olsa olsa "Teomedyokrasi" olabilir. Yani satılmış medyanın satılmış kalemlerinin dayattığı medya parodisi ve dinsel baskının teokrasisinin, demokrasinin cılız artıklarıyla buluştuğu alan... İşte yıllardır halkın uykulu gözlerle izlediği tartışmalarda beyinler o kadar yıkanmıştır ki, yasalara uymayan, Anayasa’yı hiçe sayan partilerin dünyanın her yerinde kapatabileceği en azından uyarılabileceği gerçeği artık "ayıplı" bir iddia haline dönüştürülmüştür. Peki, partilerden biri, bir gün bu serbestçe at koşturulmaya bırakıldığı alanda, yeterli güce eriştiği anda "demokrasiyi fiilen kapatırsa neler olur?" Aaa! Sormayın böyle sorular. "Onu da demokrasi kapatıldıktan sonra düşünürüz" der, geçeriz.
İşte beni deli eden, aynen başka büyük kurumlarımız gibi CHP'nin de bu "teomedyokrasi" baskısına boyun eğip, artık her demecinde ana hedef olarak "paydaş medyayı kızdırmama"yı kendisine hedef seçebilmiş olmasıdır! Yani "teomedyokrasi", CHP'yi de yönetir hale gelmiştir. CHP'nin sanki tek arzusu, akşam gerçekleşen TV er meydanı buluşmalarında, teomedyokrasi şarlatanları tarafından taciz edilebilir bir söz sarfetmemiş olmakla sınırlı kalan bir medya vizesi almış muhalefetle yetinmektir. AKP'nin yarattığı Türkiye'den esinlenen böyle bir muhalefetin, AKP'ye karşı şansı koca bir sıfırdır!
Yani CHP de bu oyuna gelip, Parlamento’nun artık denetimsiz kalması gerektiğini düşünüyorsa, o zaman kimse daha fazla vakit kaybetmesin. Anayasa Mahkemesi, en azından toptan AKP denetimine geçene kadar kapatılsın, Siyasal Partiler Kanunları da geçersiz ilan edilsin, bitsin gitsin. Böylece bu ülkeyi hala "1923'te Atatürk'ün kurduğu laik demokratik bir hukuk devleti" sanarak görevini yapmaya çalışan Yalçınkaya gibi Başsavcıları da boş yere yormayız!
CHP yönetiminin 29 Ekim resepsiyona katılıp katılmama konusundaki krize tırmandıkları kararsızlığın perde arkasında da yine "katılmazsak teomedyokrasi sonra bize ne der?" baskısı var!
Öncelikle hemen belirteyim: "teomedyokrasi" şarlatanlarının üzerimdeki etkisi koca bir sıfırdır. Ve normalde her aydın insanın ve CHP'linin de esas çizgisi bu olmalıdır. Hukuku hiçe sayarak ulaşılan varsayımlar ve tarihi deforme ederek 20. yüzyıl hakkında yapılan her türlü yorum, gözümde hükümsüzdür.
CHP'nin kendi gerçek hinterlandına yöneleceğine, "statükodan kurtulalım" kompleksiyle kalkıp "Aydın ve sanatçıları çağırıyorum" diye ortaya çıkıp, Nejat Yavaşoğulları ve modacı Bahar Korçan dışında, yalnız eleştirel yazarlar veya büyük çağdaş filozof statüsüne terfi ettirilmiş din alimleri çağırarak kendine rota çizmeye kalkışmasının bir özrü olamaz. Üstelik bu olay bile, o kadar kötü bir propaganda ile götürüldü ki, "5N1K" sorularına yanıt aramasıyla ünlü, sürekli en bilgili, "en hınzır" gazeteci olma iddiası taşıyan Cüneyt Özdemir bile, bu furyada kendi temel sorularını unutup, Radikalde taze köşesinde sansasyon yaratmak için, "Bedri Baykam önceki gün köşesinde nerede ise gözyaşlarına hakim olamayacak bir bedbahtlıkta. CHP geçtiğimiz günlerde sanatçılarla açılım zirvesi yaptı ya belki farkında değiliz ama Bedri Baykam'ı çağırmayı unutmuşlar. ....... Bedri yazısının başlığını son sergisinin adına göndermeli 'içim parçalanıyor' koymuş. Valla benim de içim parçalandı... Sen ağlama Bedri dayanamam..." diyebildi! Yani konunun zaten her gün CHP ile temasta olan Bedri Baykam ile ilgisi olmadığını, konunun CHP'nin kendi bölgesinden hiç kimseleri çağırmamış olması olduğu gerçeğini en hızlı ve en donanımlı jet programcımız bile duyamamış! Hem de programlarını zevkle izleyip zevkle katıldığım bir televizyon yıldızı olmasına rağmen! (Bu arada bir çok gazeteci davet edilmişken Cüneyt Özdemir niye atlandı, bunu da bir soruşturması lazım. Bu daha somut ve ciddi bir durum)
CHP, "Teomedyokrasi" ekolünden olmayan bir "tarafsız" genç gazeteciyi bile ne yaptığından haberdar edemiyorsa, kendi gerçek beyin takımıyla köprü kurmayı aklına dahi getirmiyorsa, anlaşılan daha çoook patinaj izlemeye devam edeceğiz... Buradan yine bıkmadan hatırlatıyoruz: Dinci partilerin yolundan yürüyen ANAP ve DYP'nin nasıl sıfırlandığını tekrar bir araştırın. Başbakan'ın bir numaralı avukat-yazarları, Sabah Gazetesi'nde bu "açılım"larınızı övüyorsa, çok mu iyiliğinizi istedikleri için bunu heyecanla yapıyorlar, bir düşünün! Bizden hatırlatması...
19 Ekim 2010 Salı
“İÇİM PARÇALANIYOR”… / Bedri Baykam / 19 EKİM 2010 TARİHLİ CUMHURİYET GAZETESİ MAKALESİ..
“İÇİM PARÇALANIYOR”… / Bedri Baykam
Pazar günü, 1964’te sergim için ilk 7 yaşımda geldiğim Viyana’daydım. Fazıl Say’ın konseri vardı. Ama kendisi de o kadar aramasına rağmen bana ve asistanıma bilet bulunamadı. Bu beni üzdü ama ülkem adına mutlu etti! Bize de Albertina Müzesi’nde Picasso ve Michelangelo sergilerini gezme tesellisi kaldı!
Ardından Fazıl’la buluşup sohbet edebildik. Türkiye’de içine düşürüldüğümüz duruma isyan ettik kahvelerimizi yudumlarken. Bravo Fazıl’a: utanmadan kendisine “Faşist” deme cüretini gösteren “zibidi”leri dava etmiş! Bize önerdiği Griechenbeissel isimli 470 yıllık restorana gittik. İnanılmaz bir yer! Dış giriş kapı duvarlarından birinin üstünde Türkler’in o büyük kuşatmasından kalma üç gerçek top var... Yemeğin ardından, içeride, bu minyatür şato tarzı yapının onur odasında Mozart, Beethoven, Strauss, Egon Schiele gibi tarihi imzaların yanına duvara imza atmamı istediler ve insanoğlunun geçiciliğine içim ürpererek karışık duygularla yaptım bunu…
Viyana’dan önce Bratislava’da Başkanı olduğum UPSD adına Avrupa Sanatçılar Birliği Genel Kurul’una katıldım. Türkiye olarak üç önemli bildiri hazırlandı ve bunlar oylanıp kabul edildi. Özetle dünyada sanata, sanatçıya, gazetecilere getirilen sansür ve baskıların kabul edilemezliği ve yaşanan gerilimler karşısında görülen ikilemler gündeme taşındı. 3. bildiri, dünyanın her yerinde haberlere taşan konuların çoğuna belki çözüm getiren bir anlayışı dile getiriyordu: “Değişik yaşam tarzları, dinler ve kültürler arasında polemikler baş gösterdiğinde, herkesin kabul etmesi gerekir ki yalnız dini olanlar değil, her yaşam tarzının öğeleri de “kutsal”dır ve aynı dokunulmazlığa sahiptirler. Örneğin bir ateistin veya demokrat laik kişinin hakları, herhangi bir dinden olan şahsın hakları kadar ‘dokunulmazlığa’ sahiptir.” Bilmem bu cümlenin güncelliğini hatırlatmak gerekir mi?
İşte ben bu kongrede günde abartısız 12 saat ter dökerken aldım kötü haberi, Deniz Som’un vefatını… Sevgili sayfa arkadaşım, ödünsüz Kemalist, kararlılığıyla en zor anlarda bile konuların üstüne doğrudan yürüyen bir cesuryürekti. Sevgili Som da solun iktidarını bu dünyada göremedi, hem de yıllarca uğraşmasına rağmen. Aydın kişiliği, yaratıcı nüktedanlığı ve her yerde ses getiren mantık oyunları ile karanlıkların korkulu rüyasıydı! Hiçbir tehdit ona birşey yazmadı. Işık içinde yatsın, hepimizin başı sağ olsun. Kendimi artık bu sayfada çok yalnız hissedeceğim diğer yazar arkadaşlarımız gibi…
“İçim Parçalanıyor” isimli sergimin açılışından hemen sonra Som’un aramızdan ayrılışıyla içim daha da çok parçalandı. İlk ayağı geçen hafta Kadıköy’de CKM’de 2000 kadar sanatseverin katılımıyla açılan bu serginin 2. ayağı Avrupa yakasında 21 Ekim Perşembe akşamı saat 18-21 arası Piramid Sanat’ta yapılacak. Bu sergide ülkemizin içine sürüklenmesi istenilen değer parçalanmalarına karşı soyut yüzeylerde görülen sivri keskin aynalar, izleyicilerin kendileriyle ve bu ağır durumla yüzleşmelerini sağlıyor. Yani hiç kimse “ne yapayım, benim konum değil bunlar, ben mühendisim, ben ev hanımıyım” diyemez! Her birimiz aynı gemideyiz ve Silivri’de “nöbet tutanlar” bunu hepimiz adına yapıyorlar! Karanlıkla savaşırken kaybettiğimiz aydınların yanısıra, artık ”yıllardır” (!) tutuklu olan Balbay, Özkan, Haberal, Perinçek gibi gerçek yurtseverler bu portrelerde yer alıyor, o tıkanan, kanayan ve yansıtan boya yüzeylerinin arasında…
Keşke bunlar sergi açarak değiştirilebilse! Öyle bir çıkış ufukta görünmediği için biz yine CHP’nin solda kararlılıkla toparlanmaya öncülük etmesini talep etme durumundayız. İyi de, CHP alternatifsizliğinin rahatlığıyla üst üste hatalar yaparsa n’aparız? Söyleyelim: Küsmeden desteklemeye mecburuz, biliyoruz. Ama CHP yöneticilerinin, tarihimizin en kritik seçimine aylar kala bu kadar açık hata yapma lüksleri var mı? Geçen hafta sonu, sözde “sanatçı ve aydınların” davetli olduğu “arama konferansı” modunda toplantının nasıl ıskalandığı, en önemli isimlerin davet bile edilmediği, hatta Parti politikasına ters düşen yazar-çizerlerle bir acaip harmanlama yapıldığı gerçeği ortada! Kendimden vazgeçtim Ercan Karakaş’ı bile böyle bir organizasyonda değerlendirmeyen bir anlayışın, “içi parçalanarak” acil çözüm bekleyen halk kitlelerine cevabı ne olacak, bilemiyorum! CHP’nin derhal, bu özensizliklere imza atanları dinlendirerek bu diyalog çıkışını gerçek yörüngesine oturtması lazım!
Pazar günü, 1964’te sergim için ilk 7 yaşımda geldiğim Viyana’daydım. Fazıl Say’ın konseri vardı. Ama kendisi de o kadar aramasına rağmen bana ve asistanıma bilet bulunamadı. Bu beni üzdü ama ülkem adına mutlu etti! Bize de Albertina Müzesi’nde Picasso ve Michelangelo sergilerini gezme tesellisi kaldı!
Ardından Fazıl’la buluşup sohbet edebildik. Türkiye’de içine düşürüldüğümüz duruma isyan ettik kahvelerimizi yudumlarken. Bravo Fazıl’a: utanmadan kendisine “Faşist” deme cüretini gösteren “zibidi”leri dava etmiş! Bize önerdiği Griechenbeissel isimli 470 yıllık restorana gittik. İnanılmaz bir yer! Dış giriş kapı duvarlarından birinin üstünde Türkler’in o büyük kuşatmasından kalma üç gerçek top var... Yemeğin ardından, içeride, bu minyatür şato tarzı yapının onur odasında Mozart, Beethoven, Strauss, Egon Schiele gibi tarihi imzaların yanına duvara imza atmamı istediler ve insanoğlunun geçiciliğine içim ürpererek karışık duygularla yaptım bunu…
Viyana’dan önce Bratislava’da Başkanı olduğum UPSD adına Avrupa Sanatçılar Birliği Genel Kurul’una katıldım. Türkiye olarak üç önemli bildiri hazırlandı ve bunlar oylanıp kabul edildi. Özetle dünyada sanata, sanatçıya, gazetecilere getirilen sansür ve baskıların kabul edilemezliği ve yaşanan gerilimler karşısında görülen ikilemler gündeme taşındı. 3. bildiri, dünyanın her yerinde haberlere taşan konuların çoğuna belki çözüm getiren bir anlayışı dile getiriyordu: “Değişik yaşam tarzları, dinler ve kültürler arasında polemikler baş gösterdiğinde, herkesin kabul etmesi gerekir ki yalnız dini olanlar değil, her yaşam tarzının öğeleri de “kutsal”dır ve aynı dokunulmazlığa sahiptirler. Örneğin bir ateistin veya demokrat laik kişinin hakları, herhangi bir dinden olan şahsın hakları kadar ‘dokunulmazlığa’ sahiptir.” Bilmem bu cümlenin güncelliğini hatırlatmak gerekir mi?
İşte ben bu kongrede günde abartısız 12 saat ter dökerken aldım kötü haberi, Deniz Som’un vefatını… Sevgili sayfa arkadaşım, ödünsüz Kemalist, kararlılığıyla en zor anlarda bile konuların üstüne doğrudan yürüyen bir cesuryürekti. Sevgili Som da solun iktidarını bu dünyada göremedi, hem de yıllarca uğraşmasına rağmen. Aydın kişiliği, yaratıcı nüktedanlığı ve her yerde ses getiren mantık oyunları ile karanlıkların korkulu rüyasıydı! Hiçbir tehdit ona birşey yazmadı. Işık içinde yatsın, hepimizin başı sağ olsun. Kendimi artık bu sayfada çok yalnız hissedeceğim diğer yazar arkadaşlarımız gibi…
“İçim Parçalanıyor” isimli sergimin açılışından hemen sonra Som’un aramızdan ayrılışıyla içim daha da çok parçalandı. İlk ayağı geçen hafta Kadıköy’de CKM’de 2000 kadar sanatseverin katılımıyla açılan bu serginin 2. ayağı Avrupa yakasında 21 Ekim Perşembe akşamı saat 18-21 arası Piramid Sanat’ta yapılacak. Bu sergide ülkemizin içine sürüklenmesi istenilen değer parçalanmalarına karşı soyut yüzeylerde görülen sivri keskin aynalar, izleyicilerin kendileriyle ve bu ağır durumla yüzleşmelerini sağlıyor. Yani hiç kimse “ne yapayım, benim konum değil bunlar, ben mühendisim, ben ev hanımıyım” diyemez! Her birimiz aynı gemideyiz ve Silivri’de “nöbet tutanlar” bunu hepimiz adına yapıyorlar! Karanlıkla savaşırken kaybettiğimiz aydınların yanısıra, artık ”yıllardır” (!) tutuklu olan Balbay, Özkan, Haberal, Perinçek gibi gerçek yurtseverler bu portrelerde yer alıyor, o tıkanan, kanayan ve yansıtan boya yüzeylerinin arasında…
Keşke bunlar sergi açarak değiştirilebilse! Öyle bir çıkış ufukta görünmediği için biz yine CHP’nin solda kararlılıkla toparlanmaya öncülük etmesini talep etme durumundayız. İyi de, CHP alternatifsizliğinin rahatlığıyla üst üste hatalar yaparsa n’aparız? Söyleyelim: Küsmeden desteklemeye mecburuz, biliyoruz. Ama CHP yöneticilerinin, tarihimizin en kritik seçimine aylar kala bu kadar açık hata yapma lüksleri var mı? Geçen hafta sonu, sözde “sanatçı ve aydınların” davetli olduğu “arama konferansı” modunda toplantının nasıl ıskalandığı, en önemli isimlerin davet bile edilmediği, hatta Parti politikasına ters düşen yazar-çizerlerle bir acaip harmanlama yapıldığı gerçeği ortada! Kendimden vazgeçtim Ercan Karakaş’ı bile böyle bir organizasyonda değerlendirmeyen bir anlayışın, “içi parçalanarak” acil çözüm bekleyen halk kitlelerine cevabı ne olacak, bilemiyorum! CHP’nin derhal, bu özensizliklere imza atanları dinlendirerek bu diyalog çıkışını gerçek yörüngesine oturtması lazım!
“İÇİM PARÇALANIYOR”… / Bedri Baykam / 19 EKİM 2010 TARİHLİ CUMHURİYET GAZETESİ MAKALESİ..
“İÇİM PARÇALANIYOR”… / Bedri Baykam
Pazar günü, 1964’te sergim için ilk 7 yaşımda geldiğim Viyana’daydım. Fazıl Say’ın konseri vardı. Ama kendisi de o kadar aramasına rağmen bana ve asistanıma bilet bulunamadı. Bu beni üzdü ama ülkem adına mutlu etti! Bize de Albertina Müzesi’nde Picasso ve Michelangelo sergilerini gezme tesellisi kaldı!
Ardından Fazıl’la buluşup sohbet edebildik. Türkiye’de içine düşürüldüğümüz duruma isyan ettik kahvelerimizi yudumlarken. Bravo Fazıl’a: utanmadan kendisine “Faşist” deme cüretini gösteren “zibidi”leri dava etmiş! Bize önerdiği Griechenbeissel isimli 470 yıllık restorana gittik. İnanılmaz bir yer! Dış giriş kapı duvarlarından birinin üstünde Türkler’in o büyük kuşatmasından kalma üç gerçek top var... Yemeğin ardından, içeride, bu minyatür şato tarzı yapının onur odasında Mozart, Beethoven, Strauss, Egon Schiele gibi tarihi imzaların yanına duvara imza atmamı istediler ve insanoğlunun geçiciliğine içim ürpererek karışık duygularla yaptım bunu…
Viyana’dan önce Bratislava’da Başkanı olduğum UPSD adına Avrupa Sanatçılar Birliği Genel Kurul’una katıldım. Türkiye olarak üç önemli bildiri hazırlandı ve bunlar oylanıp kabul edildi. Özetle dünyada sanata, sanatçıya, gazetecilere getirilen sansür ve baskıların kabul edilemezliği ve yaşanan gerilimler karşısında görülen ikilemler gündeme taşındı. 3. bildiri, dünyanın her yerinde haberlere taşan konuların çoğuna belki çözüm getiren bir anlayışı dile getiriyordu: “Değişik yaşam tarzları, dinler ve kültürler arasında polemikler baş gösterdiğinde, herkesin kabul etmesi gerekir ki yalnız dini olanlar değil, her yaşam tarzının öğeleri de “kutsal”dır ve aynı dokunulmazlığa sahiptirler. Örneğin bir ateistin veya demokrat laik kişinin hakları, herhangi bir dinden olan şahsın hakları kadar ‘dokunulmazlığa’ sahiptir.” Bilmem bu cümlenin güncelliğini hatırlatmak gerekir mi?
İşte ben bu kongrede günde abartısız 12 saat ter dökerken aldım kötü haberi, Deniz Som’un vefatını… Sevgili sayfa arkadaşım, ödünsüz Kemalist, kararlılığıyla en zor anlarda bile konuların üstüne doğrudan yürüyen bir cesuryürekti. Sevgili Som da solun iktidarını bu dünyada göremedi, hem de yıllarca uğraşmasına rağmen. Aydın kişiliği, yaratıcı nüktedanlığı ve her yerde ses getiren mantık oyunları ile karanlıkların korkulu rüyasıydı! Hiçbir tehdit ona birşey yazmadı. Işık içinde yatsın, hepimizin başı sağ olsun. Kendimi artık bu sayfada çok yalnız hissedeceğim diğer yazar arkadaşlarımız gibi…
“İçim Parçalanıyor” isimli sergimin açılışından hemen sonra Som’un aramızdan ayrılışıyla içim daha da çok parçalandı. İlk ayağı geçen hafta Kadıköy’de CKM’de 2000 kadar sanatseverin katılımıyla açılan bu serginin 2. ayağı Avrupa yakasında 21 Ekim Perşembe akşamı saat 18-21 arası Piramid Sanat’ta yapılacak. Bu sergide ülkemizin içine sürüklenmesi istenilen değer parçalanmalarına karşı soyut yüzeylerde görülen sivri keskin aynalar, izleyicilerin kendileriyle ve bu ağır durumla yüzleşmelerini sağlıyor. Yani hiç kimse “ne yapayım, benim konum değil bunlar, ben mühendisim, ben ev hanımıyım” diyemez! Her birimiz aynı gemideyiz ve Silivri’de “nöbet tutanlar” bunu hepimiz adına yapıyorlar! Karanlıkla savaşırken kaybettiğimiz aydınların yanısıra, artık ”yıllardır” (!) tutuklu olan Balbay, Özkan, Haberal, Perinçek gibi gerçek yurtseverler bu portrelerde yer alıyor, o tıkanan, kanayan ve yansıtan boya yüzeylerinin arasında…
Keşke bunlar sergi açarak değiştirilebilse! Öyle bir çıkış ufukta görünmediği için biz yine CHP’nin solda kararlılıkla toparlanmaya öncülük etmesini talep etme durumundayız. İyi de, CHP alternatifsizliğinin rahatlığıyla üst üste hatalar yaparsa n’aparız? Söyleyelim: Küsmeden desteklemeye mecburuz, biliyoruz. Ama CHP yöneticilerinin, tarihimizin en kritik seçimine aylar kala bu kadar açık hata yapma lüksleri var mı? Geçen hafta sonu, sözde “sanatçı ve aydınların” davetli olduğu “arama konferansı” modunda toplantının nasıl ıskalandığı, en önemli isimlerin davet bile edilmediği, hatta Parti politikasına ters düşen yazar-çizerlerle bir acaip harmanlama yapıldığı gerçeği ortada! Kendimden vazgeçtim Ercan Karakaş’ı bile böyle bir organizasyonda değerlendirmeyen bir anlayışın, “içi parçalanarak” acil çözüm bekleyen halk kitlelerine cevabı ne olacak, bilemiyorum! CHP’nin derhal, bu özensizliklere imza atanları dinlendirerek bu diyalog çıkışını gerçek yörüngesine oturtması lazım!
Pazar günü, 1964’te sergim için ilk 7 yaşımda geldiğim Viyana’daydım. Fazıl Say’ın konseri vardı. Ama kendisi de o kadar aramasına rağmen bana ve asistanıma bilet bulunamadı. Bu beni üzdü ama ülkem adına mutlu etti! Bize de Albertina Müzesi’nde Picasso ve Michelangelo sergilerini gezme tesellisi kaldı!
Ardından Fazıl’la buluşup sohbet edebildik. Türkiye’de içine düşürüldüğümüz duruma isyan ettik kahvelerimizi yudumlarken. Bravo Fazıl’a: utanmadan kendisine “Faşist” deme cüretini gösteren “zibidi”leri dava etmiş! Bize önerdiği Griechenbeissel isimli 470 yıllık restorana gittik. İnanılmaz bir yer! Dış giriş kapı duvarlarından birinin üstünde Türkler’in o büyük kuşatmasından kalma üç gerçek top var... Yemeğin ardından, içeride, bu minyatür şato tarzı yapının onur odasında Mozart, Beethoven, Strauss, Egon Schiele gibi tarihi imzaların yanına duvara imza atmamı istediler ve insanoğlunun geçiciliğine içim ürpererek karışık duygularla yaptım bunu…
Viyana’dan önce Bratislava’da Başkanı olduğum UPSD adına Avrupa Sanatçılar Birliği Genel Kurul’una katıldım. Türkiye olarak üç önemli bildiri hazırlandı ve bunlar oylanıp kabul edildi. Özetle dünyada sanata, sanatçıya, gazetecilere getirilen sansür ve baskıların kabul edilemezliği ve yaşanan gerilimler karşısında görülen ikilemler gündeme taşındı. 3. bildiri, dünyanın her yerinde haberlere taşan konuların çoğuna belki çözüm getiren bir anlayışı dile getiriyordu: “Değişik yaşam tarzları, dinler ve kültürler arasında polemikler baş gösterdiğinde, herkesin kabul etmesi gerekir ki yalnız dini olanlar değil, her yaşam tarzının öğeleri de “kutsal”dır ve aynı dokunulmazlığa sahiptirler. Örneğin bir ateistin veya demokrat laik kişinin hakları, herhangi bir dinden olan şahsın hakları kadar ‘dokunulmazlığa’ sahiptir.” Bilmem bu cümlenin güncelliğini hatırlatmak gerekir mi?
İşte ben bu kongrede günde abartısız 12 saat ter dökerken aldım kötü haberi, Deniz Som’un vefatını… Sevgili sayfa arkadaşım, ödünsüz Kemalist, kararlılığıyla en zor anlarda bile konuların üstüne doğrudan yürüyen bir cesuryürekti. Sevgili Som da solun iktidarını bu dünyada göremedi, hem de yıllarca uğraşmasına rağmen. Aydın kişiliği, yaratıcı nüktedanlığı ve her yerde ses getiren mantık oyunları ile karanlıkların korkulu rüyasıydı! Hiçbir tehdit ona birşey yazmadı. Işık içinde yatsın, hepimizin başı sağ olsun. Kendimi artık bu sayfada çok yalnız hissedeceğim diğer yazar arkadaşlarımız gibi…
“İçim Parçalanıyor” isimli sergimin açılışından hemen sonra Som’un aramızdan ayrılışıyla içim daha da çok parçalandı. İlk ayağı geçen hafta Kadıköy’de CKM’de 2000 kadar sanatseverin katılımıyla açılan bu serginin 2. ayağı Avrupa yakasında 21 Ekim Perşembe akşamı saat 18-21 arası Piramid Sanat’ta yapılacak. Bu sergide ülkemizin içine sürüklenmesi istenilen değer parçalanmalarına karşı soyut yüzeylerde görülen sivri keskin aynalar, izleyicilerin kendileriyle ve bu ağır durumla yüzleşmelerini sağlıyor. Yani hiç kimse “ne yapayım, benim konum değil bunlar, ben mühendisim, ben ev hanımıyım” diyemez! Her birimiz aynı gemideyiz ve Silivri’de “nöbet tutanlar” bunu hepimiz adına yapıyorlar! Karanlıkla savaşırken kaybettiğimiz aydınların yanısıra, artık ”yıllardır” (!) tutuklu olan Balbay, Özkan, Haberal, Perinçek gibi gerçek yurtseverler bu portrelerde yer alıyor, o tıkanan, kanayan ve yansıtan boya yüzeylerinin arasında…
Keşke bunlar sergi açarak değiştirilebilse! Öyle bir çıkış ufukta görünmediği için biz yine CHP’nin solda kararlılıkla toparlanmaya öncülük etmesini talep etme durumundayız. İyi de, CHP alternatifsizliğinin rahatlığıyla üst üste hatalar yaparsa n’aparız? Söyleyelim: Küsmeden desteklemeye mecburuz, biliyoruz. Ama CHP yöneticilerinin, tarihimizin en kritik seçimine aylar kala bu kadar açık hata yapma lüksleri var mı? Geçen hafta sonu, sözde “sanatçı ve aydınların” davetli olduğu “arama konferansı” modunda toplantının nasıl ıskalandığı, en önemli isimlerin davet bile edilmediği, hatta Parti politikasına ters düşen yazar-çizerlerle bir acaip harmanlama yapıldığı gerçeği ortada! Kendimden vazgeçtim Ercan Karakaş’ı bile böyle bir organizasyonda değerlendirmeyen bir anlayışın, “içi parçalanarak” acil çözüm bekleyen halk kitlelerine cevabı ne olacak, bilemiyorum! CHP’nin derhal, bu özensizliklere imza atanları dinlendirerek bu diyalog çıkışını gerçek yörüngesine oturtması lazım!
14 Ekim 2010 Perşembe
CHP ve “Ezber Bozma”nın Dikenli Uçları (3) / Bedri Baykam / 12 EKİM 2010 TARİHLİ CUMHURİYET GAZETESİ MAKALESİ..
CHP ve “Ezber Bozma”nın Dikenli Uçları (3) / Bedri Baykam
CHP MYK`sı ve milletvekilleri hafta sonu Abant’ta buluşarak bir durum değerlendirmesi yaptılar. Bu köşede de tartışma konusu olan çeşitli hassas ve kritik acil konular masaya yatırıldı. Diğer partilerde görülemeyecek kadar demokratik bir tartışma ortamında yapılan bu eleştiriler, yine CHP`nin bu konudaki farkını ortaya koydu. Son haftalarda referandum süreci ile Kılıçdaroğlu tarafından gündeme taşınan “üniversitelerde türban” konusu, siyaseti dahi çıkarcı bir satranç oyuncusu stratejisiyle oynayan RTE tarafından “De facto” bir gole çevrildi. AKP hesaplı risk alarak CHP`nin bu yumuşamasından yararlandı ve YÖK başkanı aracılığıya türban sorununu fiilen üniversitelerden kaldırıverdi. CHP birden kendi iyi niyetinin oyununa gelerek “karşılığında bir şey almadan” 163. madde kadar büyük bu ödünü siyasi karşıtına sanki eliyle teslim etmiş oldu. Ne küçük çocuklara kuran kursu dayatmaları konusu, ne İmam Hatiplere kız öğrenci alımına son verme, ne de seçim barajı veya dokunulmazlıklar gündeme gelebildi. Şimdi CHP, “aman bu işi yine biz durdurmuş olmayalım” diye konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşıyamıyor ve şaşkın şekilde “ezber bozma” operasyonlarından birinin ters tepmesinin sonuçlarını yaşıyor.
CHP üst yönetiminin artık şu gerçekle yüzleşmesi lazım: Bu taktikle türban sorunu filan bitmez! Doğrudan yeni bir boyuta taşınır. Konu bu sefer “Kamuda türban veya liselerde, ilköğretimde türban” tartışmasına döner! Anti-laik kesimlerin bu sinsi taktiklerini yok sayarak CHP bir yere varamaz, ülkeyi AKP’nin taşıdığı bataklıktan kurtaramaz. CHP`nin tarihsel çizgisinde “ödün verilemeyecek konular”ın böylece delinmiş olmasının getirdiği tehlikeli “rehavet” havasında, durumdan faydalanmak isteyen malum çevreler, hiç vakit kaybetmeden Anayasa’nın “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilk üç maddesinin hangi yöntemlerle değiştirilebileceğini o sentetik TV programlarında döktürmeye başladılar! Zaten her şey bu medya ortamında temeli atılan sulandırılmalarla başlamıyor mu? Bu köşede hep iyi niyetini ve enerjisini övdüğümüz Sn Kılıçdaroğlu’nun şu konuyu hiçbir zaman aklından çıkarmaması lazım: “AKP`nin ezberini bozmak”, kesinlikle “CHP tarihini veya devrim kanunlarını yok saymak” anlamına gelemez, gelmemeli. Konulara çağdaş ve esnek bir sorun çözücülükle yaklaşmak ne kadar iyiyse, Cumhuriyeti kuran Parti’nin bir tarih paketiyle beraber geldiğini unutmak da bir o kadar tehlikeli. Kaldı ki, 87 yılın bu güne kadarki tüm yaşanmışlıklarının derin nedenleri var. Bu konuların hiç biri, günümüzde bir “televizyon şaklabanlıkları” şeklinde geçiştirilen orta oyunu bozması, cehalet dolu ve yorum özürlü panellerde ele alındığı sığlıkta tartışılamaz! Menemen’den Sivas’a, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e kadar hiçbiri… CHP şayet bu ödünleri ve kendi “açılım” manevralarını iktidar olabilmek için yapıyorsa, oy hesabında çok yanıldığını iş işten geçmeden söylemek lazım. CHP`nin son yıllarda azar azar arttırdığı oylar hiç de «garanti altına alınmış» seçmenlerin oyları değil! Dinci kesimlerden üç oy alacağım diye laik Atatürkçü kesimlerden 53 oy kaybedilecekse, burada bırakın Cumhuriyet Devrimleriyle ilgili tarihi etik duruş sorununu, seçim çıkar hesapları bile yanlış yapılıyor demektir! Israrla vurguladığımız bir konu var: CHP, Türkiye tarihinin en kritik seçimine adım adım yaklaşırken bu büyük fırsatın bir «deney tahtası» na çevrilemeyeceğini bilmeli. Kılıçdaroğlu, «bakalım bize Statükocu dedirten her değere birden sırtımızı dönersek n’oluyormuş?» diyerek, attığı her adımın 2. Cumhuriyetçiler`ce alkışlanmasına kanacaksa, çok büyük bir hayal kırıklığı yaşar. CHP`nin yeni söylemleri Mehmet Altan, Zaman Gazetesi, Sabah ve Oral Çalışlar tarafından göklere çıkarılıyor ve CHP tabanında büyük rahatsızlık yaratıyorsa, yönetimin durup üç kere düşünmesi lazım. Hiç kimse şu acı gerçeği unutmasın ki, sosyal demokrat seçmen ne yazık ki «oyları aynı sepette toplama mecburiyeti» konusunda sabıkalı bir gruptur. Bu yanlış hesaplar devam ederse, önümüzdeki aylarda CHP oylarına el atıp bu ölümcül bölünmelere merak saracak bir çok parti ortaya çıkacaktır. Sn. Kılıçdaroğlu`nun artık her adımında bu konuları göz önünde bulunduracağına ve Emin Çölaşan’dan Necla Arat’a, Oktay Ekşi’den bu sütuna, tüm yapıcı eleştirileri dikkatle değerlendireceğine inanıyorum.
CHP MYK`sı ve milletvekilleri hafta sonu Abant’ta buluşarak bir durum değerlendirmesi yaptılar. Bu köşede de tartışma konusu olan çeşitli hassas ve kritik acil konular masaya yatırıldı. Diğer partilerde görülemeyecek kadar demokratik bir tartışma ortamında yapılan bu eleştiriler, yine CHP`nin bu konudaki farkını ortaya koydu. Son haftalarda referandum süreci ile Kılıçdaroğlu tarafından gündeme taşınan “üniversitelerde türban” konusu, siyaseti dahi çıkarcı bir satranç oyuncusu stratejisiyle oynayan RTE tarafından “De facto” bir gole çevrildi. AKP hesaplı risk alarak CHP`nin bu yumuşamasından yararlandı ve YÖK başkanı aracılığıya türban sorununu fiilen üniversitelerden kaldırıverdi. CHP birden kendi iyi niyetinin oyununa gelerek “karşılığında bir şey almadan” 163. madde kadar büyük bu ödünü siyasi karşıtına sanki eliyle teslim etmiş oldu. Ne küçük çocuklara kuran kursu dayatmaları konusu, ne İmam Hatiplere kız öğrenci alımına son verme, ne de seçim barajı veya dokunulmazlıklar gündeme gelebildi. Şimdi CHP, “aman bu işi yine biz durdurmuş olmayalım” diye konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşıyamıyor ve şaşkın şekilde “ezber bozma” operasyonlarından birinin ters tepmesinin sonuçlarını yaşıyor.
CHP üst yönetiminin artık şu gerçekle yüzleşmesi lazım: Bu taktikle türban sorunu filan bitmez! Doğrudan yeni bir boyuta taşınır. Konu bu sefer “Kamuda türban veya liselerde, ilköğretimde türban” tartışmasına döner! Anti-laik kesimlerin bu sinsi taktiklerini yok sayarak CHP bir yere varamaz, ülkeyi AKP’nin taşıdığı bataklıktan kurtaramaz. CHP`nin tarihsel çizgisinde “ödün verilemeyecek konular”ın böylece delinmiş olmasının getirdiği tehlikeli “rehavet” havasında, durumdan faydalanmak isteyen malum çevreler, hiç vakit kaybetmeden Anayasa’nın “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilk üç maddesinin hangi yöntemlerle değiştirilebileceğini o sentetik TV programlarında döktürmeye başladılar! Zaten her şey bu medya ortamında temeli atılan sulandırılmalarla başlamıyor mu? Bu köşede hep iyi niyetini ve enerjisini övdüğümüz Sn Kılıçdaroğlu’nun şu konuyu hiçbir zaman aklından çıkarmaması lazım: “AKP`nin ezberini bozmak”, kesinlikle “CHP tarihini veya devrim kanunlarını yok saymak” anlamına gelemez, gelmemeli. Konulara çağdaş ve esnek bir sorun çözücülükle yaklaşmak ne kadar iyiyse, Cumhuriyeti kuran Parti’nin bir tarih paketiyle beraber geldiğini unutmak da bir o kadar tehlikeli. Kaldı ki, 87 yılın bu güne kadarki tüm yaşanmışlıklarının derin nedenleri var. Bu konuların hiç biri, günümüzde bir “televizyon şaklabanlıkları” şeklinde geçiştirilen orta oyunu bozması, cehalet dolu ve yorum özürlü panellerde ele alındığı sığlıkta tartışılamaz! Menemen’den Sivas’a, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e kadar hiçbiri… CHP şayet bu ödünleri ve kendi “açılım” manevralarını iktidar olabilmek için yapıyorsa, oy hesabında çok yanıldığını iş işten geçmeden söylemek lazım. CHP`nin son yıllarda azar azar arttırdığı oylar hiç de «garanti altına alınmış» seçmenlerin oyları değil! Dinci kesimlerden üç oy alacağım diye laik Atatürkçü kesimlerden 53 oy kaybedilecekse, burada bırakın Cumhuriyet Devrimleriyle ilgili tarihi etik duruş sorununu, seçim çıkar hesapları bile yanlış yapılıyor demektir! Israrla vurguladığımız bir konu var: CHP, Türkiye tarihinin en kritik seçimine adım adım yaklaşırken bu büyük fırsatın bir «deney tahtası» na çevrilemeyeceğini bilmeli. Kılıçdaroğlu, «bakalım bize Statükocu dedirten her değere birden sırtımızı dönersek n’oluyormuş?» diyerek, attığı her adımın 2. Cumhuriyetçiler`ce alkışlanmasına kanacaksa, çok büyük bir hayal kırıklığı yaşar. CHP`nin yeni söylemleri Mehmet Altan, Zaman Gazetesi, Sabah ve Oral Çalışlar tarafından göklere çıkarılıyor ve CHP tabanında büyük rahatsızlık yaratıyorsa, yönetimin durup üç kere düşünmesi lazım. Hiç kimse şu acı gerçeği unutmasın ki, sosyal demokrat seçmen ne yazık ki «oyları aynı sepette toplama mecburiyeti» konusunda sabıkalı bir gruptur. Bu yanlış hesaplar devam ederse, önümüzdeki aylarda CHP oylarına el atıp bu ölümcül bölünmelere merak saracak bir çok parti ortaya çıkacaktır. Sn. Kılıçdaroğlu`nun artık her adımında bu konuları göz önünde bulunduracağına ve Emin Çölaşan’dan Necla Arat’a, Oktay Ekşi’den bu sütuna, tüm yapıcı eleştirileri dikkatle değerlendireceğine inanıyorum.
CHP ve “Ezber Bozma”nın Dikenli Uçları (3) / Bedri Baykam / 12 EKİM 2010 TARİHLİ CUMHURİYET GAZETESİ MAKALESİ..
CHP ve “Ezber Bozma”nın Dikenli Uçları (3) / Bedri Baykam
CHP MYK`sı ve milletvekilleri hafta sonu Abant’ta buluşarak bir durum değerlendirmesi yaptılar. Bu köşede de tartışma konusu olan çeşitli hassas ve kritik acil konular masaya yatırıldı. Diğer partilerde görülemeyecek kadar demokratik bir tartışma ortamında yapılan bu eleştiriler, yine CHP`nin bu konudaki farkını ortaya koydu. Son haftalarda referandum süreci ile Kılıçdaroğlu tarafından gündeme taşınan “üniversitelerde türban” konusu, siyaseti dahi çıkarcı bir satranç oyuncusu stratejisiyle oynayan RTE tarafından “De facto” bir gole çevrildi. AKP hesaplı risk alarak CHP`nin bu yumuşamasından yararlandı ve YÖK başkanı aracılığıya türban sorununu fiilen üniversitelerden kaldırıverdi. CHP birden kendi iyi niyetinin oyununa gelerek “karşılığında bir şey almadan” 163. madde kadar büyük bu ödünü siyasi karşıtına sanki eliyle teslim etmiş oldu. Ne küçük çocuklara kuran kursu dayatmaları konusu, ne İmam Hatiplere kız öğrenci alımına son verme, ne de seçim barajı veya dokunulmazlıklar gündeme gelebildi. Şimdi CHP, “aman bu işi yine biz durdurmuş olmayalım” diye konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşıyamıyor ve şaşkın şekilde “ezber bozma” operasyonlarından birinin ters tepmesinin sonuçlarını yaşıyor.
CHP üst yönetiminin artık şu gerçekle yüzleşmesi lazım: Bu taktikle türban sorunu filan bitmez! Doğrudan yeni bir boyuta taşınır. Konu bu sefer “Kamuda türban veya liselerde, ilköğretimde türban” tartışmasına döner! Anti-laik kesimlerin bu sinsi taktiklerini yok sayarak CHP bir yere varamaz, ülkeyi AKP’nin taşıdığı bataklıktan kurtaramaz. CHP`nin tarihsel çizgisinde “ödün verilemeyecek konular”ın böylece delinmiş olmasının getirdiği tehlikeli “rehavet” havasında, durumdan faydalanmak isteyen malum çevreler, hiç vakit kaybetmeden Anayasa’nın “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilk üç maddesinin hangi yöntemlerle değiştirilebileceğini o sentetik TV programlarında döktürmeye başladılar! Zaten her şey bu medya ortamında temeli atılan sulandırılmalarla başlamıyor mu? Bu köşede hep iyi niyetini ve enerjisini övdüğümüz Sn Kılıçdaroğlu’nun şu konuyu hiçbir zaman aklından çıkarmaması lazım: “AKP`nin ezberini bozmak”, kesinlikle “CHP tarihini veya devrim kanunlarını yok saymak” anlamına gelemez, gelmemeli. Konulara çağdaş ve esnek bir sorun çözücülükle yaklaşmak ne kadar iyiyse, Cumhuriyeti kuran Parti’nin bir tarih paketiyle beraber geldiğini unutmak da bir o kadar tehlikeli. Kaldı ki, 87 yılın bu güne kadarki tüm yaşanmışlıklarının derin nedenleri var. Bu konuların hiç biri, günümüzde bir “televizyon şaklabanlıkları” şeklinde geçiştirilen orta oyunu bozması, cehalet dolu ve yorum özürlü panellerde ele alındığı sığlıkta tartışılamaz! Menemen’den Sivas’a, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e kadar hiçbiri… CHP şayet bu ödünleri ve kendi “açılım” manevralarını iktidar olabilmek için yapıyorsa, oy hesabında çok yanıldığını iş işten geçmeden söylemek lazım. CHP`nin son yıllarda azar azar arttırdığı oylar hiç de «garanti altına alınmış» seçmenlerin oyları değil! Dinci kesimlerden üç oy alacağım diye laik Atatürkçü kesimlerden 53 oy kaybedilecekse, burada bırakın Cumhuriyet Devrimleriyle ilgili tarihi etik duruş sorununu, seçim çıkar hesapları bile yanlış yapılıyor demektir! Israrla vurguladığımız bir konu var: CHP, Türkiye tarihinin en kritik seçimine adım adım yaklaşırken bu büyük fırsatın bir «deney tahtası» na çevrilemeyeceğini bilmeli. Kılıçdaroğlu, «bakalım bize Statükocu dedirten her değere birden sırtımızı dönersek n’oluyormuş?» diyerek, attığı her adımın 2. Cumhuriyetçiler`ce alkışlanmasına kanacaksa, çok büyük bir hayal kırıklığı yaşar. CHP`nin yeni söylemleri Mehmet Altan, Zaman Gazetesi, Sabah ve Oral Çalışlar tarafından göklere çıkarılıyor ve CHP tabanında büyük rahatsızlık yaratıyorsa, yönetimin durup üç kere düşünmesi lazım. Hiç kimse şu acı gerçeği unutmasın ki, sosyal demokrat seçmen ne yazık ki «oyları aynı sepette toplama mecburiyeti» konusunda sabıkalı bir gruptur. Bu yanlış hesaplar devam ederse, önümüzdeki aylarda CHP oylarına el atıp bu ölümcül bölünmelere merak saracak bir çok parti ortaya çıkacaktır. Sn. Kılıçdaroğlu`nun artık her adımında bu konuları göz önünde bulunduracağına ve Emin Çölaşan’dan Necla Arat’a, Oktay Ekşi’den bu sütuna, tüm yapıcı eleştirileri dikkatle değerlendireceğine inanıyorum.
CHP MYK`sı ve milletvekilleri hafta sonu Abant’ta buluşarak bir durum değerlendirmesi yaptılar. Bu köşede de tartışma konusu olan çeşitli hassas ve kritik acil konular masaya yatırıldı. Diğer partilerde görülemeyecek kadar demokratik bir tartışma ortamında yapılan bu eleştiriler, yine CHP`nin bu konudaki farkını ortaya koydu. Son haftalarda referandum süreci ile Kılıçdaroğlu tarafından gündeme taşınan “üniversitelerde türban” konusu, siyaseti dahi çıkarcı bir satranç oyuncusu stratejisiyle oynayan RTE tarafından “De facto” bir gole çevrildi. AKP hesaplı risk alarak CHP`nin bu yumuşamasından yararlandı ve YÖK başkanı aracılığıya türban sorununu fiilen üniversitelerden kaldırıverdi. CHP birden kendi iyi niyetinin oyununa gelerek “karşılığında bir şey almadan” 163. madde kadar büyük bu ödünü siyasi karşıtına sanki eliyle teslim etmiş oldu. Ne küçük çocuklara kuran kursu dayatmaları konusu, ne İmam Hatiplere kız öğrenci alımına son verme, ne de seçim barajı veya dokunulmazlıklar gündeme gelebildi. Şimdi CHP, “aman bu işi yine biz durdurmuş olmayalım” diye konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşıyamıyor ve şaşkın şekilde “ezber bozma” operasyonlarından birinin ters tepmesinin sonuçlarını yaşıyor.
CHP üst yönetiminin artık şu gerçekle yüzleşmesi lazım: Bu taktikle türban sorunu filan bitmez! Doğrudan yeni bir boyuta taşınır. Konu bu sefer “Kamuda türban veya liselerde, ilköğretimde türban” tartışmasına döner! Anti-laik kesimlerin bu sinsi taktiklerini yok sayarak CHP bir yere varamaz, ülkeyi AKP’nin taşıdığı bataklıktan kurtaramaz. CHP`nin tarihsel çizgisinde “ödün verilemeyecek konular”ın böylece delinmiş olmasının getirdiği tehlikeli “rehavet” havasında, durumdan faydalanmak isteyen malum çevreler, hiç vakit kaybetmeden Anayasa’nın “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilk üç maddesinin hangi yöntemlerle değiştirilebileceğini o sentetik TV programlarında döktürmeye başladılar! Zaten her şey bu medya ortamında temeli atılan sulandırılmalarla başlamıyor mu? Bu köşede hep iyi niyetini ve enerjisini övdüğümüz Sn Kılıçdaroğlu’nun şu konuyu hiçbir zaman aklından çıkarmaması lazım: “AKP`nin ezberini bozmak”, kesinlikle “CHP tarihini veya devrim kanunlarını yok saymak” anlamına gelemez, gelmemeli. Konulara çağdaş ve esnek bir sorun çözücülükle yaklaşmak ne kadar iyiyse, Cumhuriyeti kuran Parti’nin bir tarih paketiyle beraber geldiğini unutmak da bir o kadar tehlikeli. Kaldı ki, 87 yılın bu güne kadarki tüm yaşanmışlıklarının derin nedenleri var. Bu konuların hiç biri, günümüzde bir “televizyon şaklabanlıkları” şeklinde geçiştirilen orta oyunu bozması, cehalet dolu ve yorum özürlü panellerde ele alındığı sığlıkta tartışılamaz! Menemen’den Sivas’a, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e kadar hiçbiri… CHP şayet bu ödünleri ve kendi “açılım” manevralarını iktidar olabilmek için yapıyorsa, oy hesabında çok yanıldığını iş işten geçmeden söylemek lazım. CHP`nin son yıllarda azar azar arttırdığı oylar hiç de «garanti altına alınmış» seçmenlerin oyları değil! Dinci kesimlerden üç oy alacağım diye laik Atatürkçü kesimlerden 53 oy kaybedilecekse, burada bırakın Cumhuriyet Devrimleriyle ilgili tarihi etik duruş sorununu, seçim çıkar hesapları bile yanlış yapılıyor demektir! Israrla vurguladığımız bir konu var: CHP, Türkiye tarihinin en kritik seçimine adım adım yaklaşırken bu büyük fırsatın bir «deney tahtası» na çevrilemeyeceğini bilmeli. Kılıçdaroğlu, «bakalım bize Statükocu dedirten her değere birden sırtımızı dönersek n’oluyormuş?» diyerek, attığı her adımın 2. Cumhuriyetçiler`ce alkışlanmasına kanacaksa, çok büyük bir hayal kırıklığı yaşar. CHP`nin yeni söylemleri Mehmet Altan, Zaman Gazetesi, Sabah ve Oral Çalışlar tarafından göklere çıkarılıyor ve CHP tabanında büyük rahatsızlık yaratıyorsa, yönetimin durup üç kere düşünmesi lazım. Hiç kimse şu acı gerçeği unutmasın ki, sosyal demokrat seçmen ne yazık ki «oyları aynı sepette toplama mecburiyeti» konusunda sabıkalı bir gruptur. Bu yanlış hesaplar devam ederse, önümüzdeki aylarda CHP oylarına el atıp bu ölümcül bölünmelere merak saracak bir çok parti ortaya çıkacaktır. Sn. Kılıçdaroğlu`nun artık her adımında bu konuları göz önünde bulunduracağına ve Emin Çölaşan’dan Necla Arat’a, Oktay Ekşi’den bu sütuna, tüm yapıcı eleştirileri dikkatle değerlendireceğine inanıyorum.
5 Ekim 2010 Salı
CHP’NİN KIRMIZI ÇİZGİLERİ (2) / Bedri Baykam / 5 EKİM 2010 TARİHLİ CUMHURİYET GAZETESİ MAKALESİ..
CHP’NİN KIRMIZI ÇİZGİLERİ (2) Bedri Baykam
Geçen hafta “Tophane Baskını” nedeniyle ara verdiğim CHP analizine bıraktığım yerden devam etmek istiyorum; Kılıçdaroğlu’nun 81 İl Başkanından “Tüzük Kurultayı istemiyoruz” senedini alması, tabii ki birçok tarafa çekilebilir bir karar. Öncelikle yeni Başkandan yana alınan bu tavır, Baykal ekibine yönetime dönüş yollarını kapayan bir kilit asma operasyonu. İkincisi, Baykal’ın kendi döneminde yaptırdığı Tüzük Kurultayı’nın sonuçlarını iki yıl boyunca devreye sokmayıp, Sav ekibine karşı elinde silah olarak tutma taktiğinin kendisine karşı bir duvar haline dönüşmesinin dramını düşünüyorum: Bu resmen tarih kitaplarına geçecek bir çelişki… Yeni yönetimin bu kararının anlamı, 2011 seçimlerine CHP’nin eski tüzüğü ile gideceğini gösteriyor. 2003’te benim aday olduğum Kurultay’da son anda devreye sokularak Türkiye’yi şoke eden bu tüzüğü, aslında CHP hiç hak etmiyor. Baykal ve ekibinin şimdi yaşama geçirmek istedikleri tüzük de toplumun demokrasi taleplerini karşılamaktan uzak. İl Başkanlarının aldığı karar, Kılıçdaroğlu’nun hazırlıklarından en başından beri haberi olduğu ve 10 ay önce örgüte ve topluma açıklananan ve çeşitli arkadaşlarla beraber yönlendirdiğimiz tüzük çalışmasının da şimdilik raflarda bekleyeceğini gösteriyor.
Son Referandumdaki CHP oylarının %30 civarında olduğunu hatırlatmıştım. Önümüzde ise farklı bir durum var: CHP 2011 seçimlerini kazanmaya mecbur.
“Aksi bir alternatif, demokrasimize geri dönülmez kayıplar verdirecek” dediğimiz zaman bu sözler çok hafif kalıyor. Peki CHP, Türkiye’de korku filmi tünellerinde sürat yapan bu kara tren devredeyken, nasıl kalkıp yeni kuşaklara güven verecek ve oylarını kazanacak? Her gün AKP’nin bıkmadan yarattığı gündemlere yanıt yetiştirirken, kendi söylemini nasıl yayabilecek?
Öncelikle hemen söylemek lazım: Enerjisi ve kararlılığıyla Genel Başkanlık imajını alt üst eden Kılıçdaroğlu’nun yurt dışına açılıp AB’yi ülkemizde yaşanan anti-demokratik sansürcü ve hukuk dışı konularda bilgilendirmeye başlaması çok büyük bir kazanç. Böylece bizlerin bireysel çabaları dışında kurumsal olarak dünyaya “Türkiye’de neler yaşandığını” anlatan bir CHP, AKP’nin yarattığı sahte-demokrat havayı dağıtabilir. Çünkü artık herkesin anlaması gereken hep tekrarladığım bir gerçek var: “Kahrolsun AB-ABD emperyalizmi” diye slogan atarak siyah bulutları dağıtamıyorsunuz! Bu ülkelerle siyasi temasta olmaya, hoşlarına gitmese bile onları gerçeklerle yüzleştirmeye mecbursunuz.
CHP ve Kılıçdaroğlu’nun bazı kritik konularda çok dikkatli olmaları lazım. Örneğin “laiklik tehlikededir diyemem” gibi demeçlerin gerçeği hiç yansıtmamasının ötesinde, Avrupa’ya anlatılan doğruların bile anlaşılamamasını sağlayacak buna benzer hatalara dikkat etmek lazım. Çünkü laiklik bugün Türkiye’de boğazına kadar batağa saplanmış durumda ve malum kesimler “taşlama ne zaman başlıyor?” diye ellerini ovuşturmakla meşguller. Laiklik ve demokrasinin tarikat kuşatması altında nefesinin kesildiği, Hanefi Avcı olayında tekrar ortaya çıktı. Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun bu ortamda kalkıp “Kanaat önderi olarak imamlar”dan söz edebilmesinin basına yansıyan karşılığı “CHP konuya temkinli yaklaştı” olamaz. Bu anti-laik saldırı, o makamı işgal eden kişinin derhal istifasını gerektirir ve CHP’nin yarından tezi yok bunu gündeme taşıması şarttır. Ahtapot sarmalının farklı kollarını görmezden gelerek veya daha önce ANAP ve DYP’nin yaptığı hataları tekrarlayarak, yani dinci partilerin yönlendirmelerine benzer “açılımları”, “bakın biz de bunu sağlıyoruz, bırakın o partiye kaymayı” diyerek ne AKP ne de Saadet Partisi durdurulabilir!
Bu doğrultuda Kılıçdaroğlu’nun türban-başörtüsü ayrımını dile getirmesi doğru. Tekrar soralım: Yeni bir peygamber gelip bir baş bağlama tekniği öğretti de bizim mi haberimiz olmadı? Böyle bir şey olmadığına göre tüm bu “sıkma-baş” operasyonunun siyasal islamın bir dayatması ve üniforması olduğu ortada! Her yerde olayı çözümsüzlüğe taşıyan zaten bu kanıtlı din istismarı. Türban ve kamu alanları konusu gerek Anayasa Mahkemesi’nin gerek AİHM’nin nihai kararlarıyla sonuçlandırılmış olduğuna göre, CHP’nin artık Erdoğan’ın tüm Anayasa değişikliği projelerini seçimlerden önce elinin tersiyle ittiği bir ortamda, bu konuyu bırakıp demokrasiye yönelik ağır tehditler ve seçim stratejisi üzerine yoğunlaşması lazım.
Geçen hafta “Tophane Baskını” nedeniyle ara verdiğim CHP analizine bıraktığım yerden devam etmek istiyorum; Kılıçdaroğlu’nun 81 İl Başkanından “Tüzük Kurultayı istemiyoruz” senedini alması, tabii ki birçok tarafa çekilebilir bir karar. Öncelikle yeni Başkandan yana alınan bu tavır, Baykal ekibine yönetime dönüş yollarını kapayan bir kilit asma operasyonu. İkincisi, Baykal’ın kendi döneminde yaptırdığı Tüzük Kurultayı’nın sonuçlarını iki yıl boyunca devreye sokmayıp, Sav ekibine karşı elinde silah olarak tutma taktiğinin kendisine karşı bir duvar haline dönüşmesinin dramını düşünüyorum: Bu resmen tarih kitaplarına geçecek bir çelişki… Yeni yönetimin bu kararının anlamı, 2011 seçimlerine CHP’nin eski tüzüğü ile gideceğini gösteriyor. 2003’te benim aday olduğum Kurultay’da son anda devreye sokularak Türkiye’yi şoke eden bu tüzüğü, aslında CHP hiç hak etmiyor. Baykal ve ekibinin şimdi yaşama geçirmek istedikleri tüzük de toplumun demokrasi taleplerini karşılamaktan uzak. İl Başkanlarının aldığı karar, Kılıçdaroğlu’nun hazırlıklarından en başından beri haberi olduğu ve 10 ay önce örgüte ve topluma açıklananan ve çeşitli arkadaşlarla beraber yönlendirdiğimiz tüzük çalışmasının da şimdilik raflarda bekleyeceğini gösteriyor.
Son Referandumdaki CHP oylarının %30 civarında olduğunu hatırlatmıştım. Önümüzde ise farklı bir durum var: CHP 2011 seçimlerini kazanmaya mecbur.
“Aksi bir alternatif, demokrasimize geri dönülmez kayıplar verdirecek” dediğimiz zaman bu sözler çok hafif kalıyor. Peki CHP, Türkiye’de korku filmi tünellerinde sürat yapan bu kara tren devredeyken, nasıl kalkıp yeni kuşaklara güven verecek ve oylarını kazanacak? Her gün AKP’nin bıkmadan yarattığı gündemlere yanıt yetiştirirken, kendi söylemini nasıl yayabilecek?
Öncelikle hemen söylemek lazım: Enerjisi ve kararlılığıyla Genel Başkanlık imajını alt üst eden Kılıçdaroğlu’nun yurt dışına açılıp AB’yi ülkemizde yaşanan anti-demokratik sansürcü ve hukuk dışı konularda bilgilendirmeye başlaması çok büyük bir kazanç. Böylece bizlerin bireysel çabaları dışında kurumsal olarak dünyaya “Türkiye’de neler yaşandığını” anlatan bir CHP, AKP’nin yarattığı sahte-demokrat havayı dağıtabilir. Çünkü artık herkesin anlaması gereken hep tekrarladığım bir gerçek var: “Kahrolsun AB-ABD emperyalizmi” diye slogan atarak siyah bulutları dağıtamıyorsunuz! Bu ülkelerle siyasi temasta olmaya, hoşlarına gitmese bile onları gerçeklerle yüzleştirmeye mecbursunuz.
CHP ve Kılıçdaroğlu’nun bazı kritik konularda çok dikkatli olmaları lazım. Örneğin “laiklik tehlikededir diyemem” gibi demeçlerin gerçeği hiç yansıtmamasının ötesinde, Avrupa’ya anlatılan doğruların bile anlaşılamamasını sağlayacak buna benzer hatalara dikkat etmek lazım. Çünkü laiklik bugün Türkiye’de boğazına kadar batağa saplanmış durumda ve malum kesimler “taşlama ne zaman başlıyor?” diye ellerini ovuşturmakla meşguller. Laiklik ve demokrasinin tarikat kuşatması altında nefesinin kesildiği, Hanefi Avcı olayında tekrar ortaya çıktı. Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun bu ortamda kalkıp “Kanaat önderi olarak imamlar”dan söz edebilmesinin basına yansıyan karşılığı “CHP konuya temkinli yaklaştı” olamaz. Bu anti-laik saldırı, o makamı işgal eden kişinin derhal istifasını gerektirir ve CHP’nin yarından tezi yok bunu gündeme taşıması şarttır. Ahtapot sarmalının farklı kollarını görmezden gelerek veya daha önce ANAP ve DYP’nin yaptığı hataları tekrarlayarak, yani dinci partilerin yönlendirmelerine benzer “açılımları”, “bakın biz de bunu sağlıyoruz, bırakın o partiye kaymayı” diyerek ne AKP ne de Saadet Partisi durdurulabilir!
Bu doğrultuda Kılıçdaroğlu’nun türban-başörtüsü ayrımını dile getirmesi doğru. Tekrar soralım: Yeni bir peygamber gelip bir baş bağlama tekniği öğretti de bizim mi haberimiz olmadı? Böyle bir şey olmadığına göre tüm bu “sıkma-baş” operasyonunun siyasal islamın bir dayatması ve üniforması olduğu ortada! Her yerde olayı çözümsüzlüğe taşıyan zaten bu kanıtlı din istismarı. Türban ve kamu alanları konusu gerek Anayasa Mahkemesi’nin gerek AİHM’nin nihai kararlarıyla sonuçlandırılmış olduğuna göre, CHP’nin artık Erdoğan’ın tüm Anayasa değişikliği projelerini seçimlerden önce elinin tersiyle ittiği bir ortamda, bu konuyu bırakıp demokrasiye yönelik ağır tehditler ve seçim stratejisi üzerine yoğunlaşması lazım.
CHP’NİN KIRMIZI ÇİZGİLERİ (2) / Bedri Baykam / 5 EKİM 2010 TARİHLİ CUMHURİYET GAZETESİ MAKALESİ..
CHP’NİN KIRMIZI ÇİZGİLERİ (2) Bedri Baykam
Geçen hafta “Tophane Baskını” nedeniyle ara verdiğim CHP analizine bıraktığım yerden devam etmek istiyorum; Kılıçdaroğlu’nun 81 İl Başkanından “Tüzük Kurultayı istemiyoruz” senedini alması, tabii ki birçok tarafa çekilebilir bir karar. Öncelikle yeni Başkandan yana alınan bu tavır, Baykal ekibine yönetime dönüş yollarını kapayan bir kilit asma operasyonu. İkincisi, Baykal’ın kendi döneminde yaptırdığı Tüzük Kurultayı’nın sonuçlarını iki yıl boyunca devreye sokmayıp, Sav ekibine karşı elinde silah olarak tutma taktiğinin kendisine karşı bir duvar haline dönüşmesinin dramını düşünüyorum: Bu resmen tarih kitaplarına geçecek bir çelişki… Yeni yönetimin bu kararının anlamı, 2011 seçimlerine CHP’nin eski tüzüğü ile gideceğini gösteriyor. 2003’te benim aday olduğum Kurultay’da son anda devreye sokularak Türkiye’yi şoke eden bu tüzüğü, aslında CHP hiç hak etmiyor. Baykal ve ekibinin şimdi yaşama geçirmek istedikleri tüzük de toplumun demokrasi taleplerini karşılamaktan uzak. İl Başkanlarının aldığı karar, Kılıçdaroğlu’nun hazırlıklarından en başından beri haberi olduğu ve 10 ay önce örgüte ve topluma açıklananan ve çeşitli arkadaşlarla beraber yönlendirdiğimiz tüzük çalışmasının da şimdilik raflarda bekleyeceğini gösteriyor.
Son Referandumdaki CHP oylarının %30 civarında olduğunu hatırlatmıştım. Önümüzde ise farklı bir durum var: CHP 2011 seçimlerini kazanmaya mecbur.
“Aksi bir alternatif, demokrasimize geri dönülmez kayıplar verdirecek” dediğimiz zaman bu sözler çok hafif kalıyor. Peki CHP, Türkiye’de korku filmi tünellerinde sürat yapan bu kara tren devredeyken, nasıl kalkıp yeni kuşaklara güven verecek ve oylarını kazanacak? Her gün AKP’nin bıkmadan yarattığı gündemlere yanıt yetiştirirken, kendi söylemini nasıl yayabilecek?
Öncelikle hemen söylemek lazım: Enerjisi ve kararlılığıyla Genel Başkanlık imajını alt üst eden Kılıçdaroğlu’nun yurt dışına açılıp AB’yi ülkemizde yaşanan anti-demokratik sansürcü ve hukuk dışı konularda bilgilendirmeye başlaması çok büyük bir kazanç. Böylece bizlerin bireysel çabaları dışında kurumsal olarak dünyaya “Türkiye’de neler yaşandığını” anlatan bir CHP, AKP’nin yarattığı sahte-demokrat havayı dağıtabilir. Çünkü artık herkesin anlaması gereken hep tekrarladığım bir gerçek var: “Kahrolsun AB-ABD emperyalizmi” diye slogan atarak siyah bulutları dağıtamıyorsunuz! Bu ülkelerle siyasi temasta olmaya, hoşlarına gitmese bile onları gerçeklerle yüzleştirmeye mecbursunuz.
CHP ve Kılıçdaroğlu’nun bazı kritik konularda çok dikkatli olmaları lazım. Örneğin “laiklik tehlikededir diyemem” gibi demeçlerin gerçeği hiç yansıtmamasının ötesinde, Avrupa’ya anlatılan doğruların bile anlaşılamamasını sağlayacak buna benzer hatalara dikkat etmek lazım. Çünkü laiklik bugün Türkiye’de boğazına kadar batağa saplanmış durumda ve malum kesimler “taşlama ne zaman başlıyor?” diye ellerini ovuşturmakla meşguller. Laiklik ve demokrasinin tarikat kuşatması altında nefesinin kesildiği, Hanefi Avcı olayında tekrar ortaya çıktı. Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun bu ortamda kalkıp “Kanaat önderi olarak imamlar”dan söz edebilmesinin basına yansıyan karşılığı “CHP konuya temkinli yaklaştı” olamaz. Bu anti-laik saldırı, o makamı işgal eden kişinin derhal istifasını gerektirir ve CHP’nin yarından tezi yok bunu gündeme taşıması şarttır. Ahtapot sarmalının farklı kollarını görmezden gelerek veya daha önce ANAP ve DYP’nin yaptığı hataları tekrarlayarak, yani dinci partilerin yönlendirmelerine benzer “açılımları”, “bakın biz de bunu sağlıyoruz, bırakın o partiye kaymayı” diyerek ne AKP ne de Saadet Partisi durdurulabilir!
Bu doğrultuda Kılıçdaroğlu’nun türban-başörtüsü ayrımını dile getirmesi doğru. Tekrar soralım: Yeni bir peygamber gelip bir baş bağlama tekniği öğretti de bizim mi haberimiz olmadı? Böyle bir şey olmadığına göre tüm bu “sıkma-baş” operasyonunun siyasal islamın bir dayatması ve üniforması olduğu ortada! Her yerde olayı çözümsüzlüğe taşıyan zaten bu kanıtlı din istismarı. Türban ve kamu alanları konusu gerek Anayasa Mahkemesi’nin gerek AİHM’nin nihai kararlarıyla sonuçlandırılmış olduğuna göre, CHP’nin artık Erdoğan’ın tüm Anayasa değişikliği projelerini seçimlerden önce elinin tersiyle ittiği bir ortamda, bu konuyu bırakıp demokrasiye yönelik ağır tehditler ve seçim stratejisi üzerine yoğunlaşması lazım.
Geçen hafta “Tophane Baskını” nedeniyle ara verdiğim CHP analizine bıraktığım yerden devam etmek istiyorum; Kılıçdaroğlu’nun 81 İl Başkanından “Tüzük Kurultayı istemiyoruz” senedini alması, tabii ki birçok tarafa çekilebilir bir karar. Öncelikle yeni Başkandan yana alınan bu tavır, Baykal ekibine yönetime dönüş yollarını kapayan bir kilit asma operasyonu. İkincisi, Baykal’ın kendi döneminde yaptırdığı Tüzük Kurultayı’nın sonuçlarını iki yıl boyunca devreye sokmayıp, Sav ekibine karşı elinde silah olarak tutma taktiğinin kendisine karşı bir duvar haline dönüşmesinin dramını düşünüyorum: Bu resmen tarih kitaplarına geçecek bir çelişki… Yeni yönetimin bu kararının anlamı, 2011 seçimlerine CHP’nin eski tüzüğü ile gideceğini gösteriyor. 2003’te benim aday olduğum Kurultay’da son anda devreye sokularak Türkiye’yi şoke eden bu tüzüğü, aslında CHP hiç hak etmiyor. Baykal ve ekibinin şimdi yaşama geçirmek istedikleri tüzük de toplumun demokrasi taleplerini karşılamaktan uzak. İl Başkanlarının aldığı karar, Kılıçdaroğlu’nun hazırlıklarından en başından beri haberi olduğu ve 10 ay önce örgüte ve topluma açıklananan ve çeşitli arkadaşlarla beraber yönlendirdiğimiz tüzük çalışmasının da şimdilik raflarda bekleyeceğini gösteriyor.
Son Referandumdaki CHP oylarının %30 civarında olduğunu hatırlatmıştım. Önümüzde ise farklı bir durum var: CHP 2011 seçimlerini kazanmaya mecbur.
“Aksi bir alternatif, demokrasimize geri dönülmez kayıplar verdirecek” dediğimiz zaman bu sözler çok hafif kalıyor. Peki CHP, Türkiye’de korku filmi tünellerinde sürat yapan bu kara tren devredeyken, nasıl kalkıp yeni kuşaklara güven verecek ve oylarını kazanacak? Her gün AKP’nin bıkmadan yarattığı gündemlere yanıt yetiştirirken, kendi söylemini nasıl yayabilecek?
Öncelikle hemen söylemek lazım: Enerjisi ve kararlılığıyla Genel Başkanlık imajını alt üst eden Kılıçdaroğlu’nun yurt dışına açılıp AB’yi ülkemizde yaşanan anti-demokratik sansürcü ve hukuk dışı konularda bilgilendirmeye başlaması çok büyük bir kazanç. Böylece bizlerin bireysel çabaları dışında kurumsal olarak dünyaya “Türkiye’de neler yaşandığını” anlatan bir CHP, AKP’nin yarattığı sahte-demokrat havayı dağıtabilir. Çünkü artık herkesin anlaması gereken hep tekrarladığım bir gerçek var: “Kahrolsun AB-ABD emperyalizmi” diye slogan atarak siyah bulutları dağıtamıyorsunuz! Bu ülkelerle siyasi temasta olmaya, hoşlarına gitmese bile onları gerçeklerle yüzleştirmeye mecbursunuz.
CHP ve Kılıçdaroğlu’nun bazı kritik konularda çok dikkatli olmaları lazım. Örneğin “laiklik tehlikededir diyemem” gibi demeçlerin gerçeği hiç yansıtmamasının ötesinde, Avrupa’ya anlatılan doğruların bile anlaşılamamasını sağlayacak buna benzer hatalara dikkat etmek lazım. Çünkü laiklik bugün Türkiye’de boğazına kadar batağa saplanmış durumda ve malum kesimler “taşlama ne zaman başlıyor?” diye ellerini ovuşturmakla meşguller. Laiklik ve demokrasinin tarikat kuşatması altında nefesinin kesildiği, Hanefi Avcı olayında tekrar ortaya çıktı. Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun bu ortamda kalkıp “Kanaat önderi olarak imamlar”dan söz edebilmesinin basına yansıyan karşılığı “CHP konuya temkinli yaklaştı” olamaz. Bu anti-laik saldırı, o makamı işgal eden kişinin derhal istifasını gerektirir ve CHP’nin yarından tezi yok bunu gündeme taşıması şarttır. Ahtapot sarmalının farklı kollarını görmezden gelerek veya daha önce ANAP ve DYP’nin yaptığı hataları tekrarlayarak, yani dinci partilerin yönlendirmelerine benzer “açılımları”, “bakın biz de bunu sağlıyoruz, bırakın o partiye kaymayı” diyerek ne AKP ne de Saadet Partisi durdurulabilir!
Bu doğrultuda Kılıçdaroğlu’nun türban-başörtüsü ayrımını dile getirmesi doğru. Tekrar soralım: Yeni bir peygamber gelip bir baş bağlama tekniği öğretti de bizim mi haberimiz olmadı? Böyle bir şey olmadığına göre tüm bu “sıkma-baş” operasyonunun siyasal islamın bir dayatması ve üniforması olduğu ortada! Her yerde olayı çözümsüzlüğe taşıyan zaten bu kanıtlı din istismarı. Türban ve kamu alanları konusu gerek Anayasa Mahkemesi’nin gerek AİHM’nin nihai kararlarıyla sonuçlandırılmış olduğuna göre, CHP’nin artık Erdoğan’ın tüm Anayasa değişikliği projelerini seçimlerden önce elinin tersiyle ittiği bir ortamda, bu konuyu bırakıp demokrasiye yönelik ağır tehditler ve seçim stratejisi üzerine yoğunlaşması lazım.
2 Ekim 2010 Cumartesi
BEDRİ BAYKAM'IN..
En sevdiği sinema oyuncuları : Robert de Niro, Al Pacino, Jack Nicholson, Dustin Hoffman, Woody Harrelson, Şener Şen, Sharon Stone, Cameron Diaz, Juliette Lewis, Uğur Yücel, Haluk Bilginer, Bridget Fonda, Dominique Swain, Scarlett Johansson
Sevdiği Yönetmenler : Atıf Yılmaz, Brain de Palma, Quentin Tarantino, Oliver Stone, Michalengelo Antonioni, Fellini, Mustafa Altıoklar, Claude Lelouche, Woody Allen
Favori modelleri : Laetitia Casta, Gisele Bundchen, Çağla Kubat, Çağla Şikel, Berrak Tüzünataç,Sebnem Schaefer
En beğendiği müzisyenler : Pink Floyd, Rolling Stones, Alan Parson's Project, Simon & Garfunkel, Police, Leonard Cohen, Madonna, Bulutsuzluk Özlemi, Jean Michel Jarre, Dead Can Dance, Fikret Kizilok, Edip Akbayram, The Cranberries, Sinead O'Connor, Teoman..
Hobi ve Sporlar : 'Halı sahada' futbol, Amerikan bilardosu, tenis, İnternet, film izlemek, okumak, dosyalamak (!!!)
En sevdiği yerler : Cafe Strada (Roma-Berkeley), The Cupping Room, Prince Street Bar (New York), Hayal Kahvesi, Bebek Kahve, Cafe Kaktüs, Demir Café, Ortaköy Özlem Çay Bahçesi, Touchdown, Cats and Dogs (İstanbul), Cafe de l'Industrie, La Palette, Pause-Cafe, Deux Magots (Paris).
Sevdiği Yönetmenler : Atıf Yılmaz, Brain de Palma, Quentin Tarantino, Oliver Stone, Michalengelo Antonioni, Fellini, Mustafa Altıoklar, Claude Lelouche, Woody Allen
Favori modelleri : Laetitia Casta, Gisele Bundchen, Çağla Kubat, Çağla Şikel, Berrak Tüzünataç,Sebnem Schaefer
En beğendiği müzisyenler : Pink Floyd, Rolling Stones, Alan Parson's Project, Simon & Garfunkel, Police, Leonard Cohen, Madonna, Bulutsuzluk Özlemi, Jean Michel Jarre, Dead Can Dance, Fikret Kizilok, Edip Akbayram, The Cranberries, Sinead O'Connor, Teoman..
Hobi ve Sporlar : 'Halı sahada' futbol, Amerikan bilardosu, tenis, İnternet, film izlemek, okumak, dosyalamak (!!!)
En sevdiği yerler : Cafe Strada (Roma-Berkeley), The Cupping Room, Prince Street Bar (New York), Hayal Kahvesi, Bebek Kahve, Cafe Kaktüs, Demir Café, Ortaköy Özlem Çay Bahçesi, Touchdown, Cats and Dogs (İstanbul), Cafe de l'Industrie, La Palette, Pause-Cafe, Deux Magots (Paris).
BEDRİ BAYKAM'IN..
En sevdiği sinema oyuncuları : Robert de Niro, Al Pacino, Jack Nicholson, Dustin Hoffman, Woody Harrelson, Şener Şen, Sharon Stone, Cameron Diaz, Juliette Lewis, Uğur Yücel, Haluk Bilginer, Bridget Fonda, Dominique Swain, Scarlett Johansson
Sevdiği Yönetmenler : Atıf Yılmaz, Brain de Palma, Quentin Tarantino, Oliver Stone, Michalengelo Antonioni, Fellini, Mustafa Altıoklar, Claude Lelouche, Woody Allen
Favori modelleri : Laetitia Casta, Gisele Bundchen, Çağla Kubat, Çağla Şikel, Berrak Tüzünataç,Sebnem Schaefer
En beğendiği müzisyenler : Pink Floyd, Rolling Stones, Alan Parson's Project, Simon & Garfunkel, Police, Leonard Cohen, Madonna, Bulutsuzluk Özlemi, Jean Michel Jarre, Dead Can Dance, Fikret Kizilok, Edip Akbayram, The Cranberries, Sinead O'Connor, Teoman..
Hobi ve Sporlar : 'Halı sahada' futbol, Amerikan bilardosu, tenis, İnternet, film izlemek, okumak, dosyalamak (!!!)
En sevdiği yerler : Cafe Strada (Roma-Berkeley), The Cupping Room, Prince Street Bar (New York), Hayal Kahvesi, Bebek Kahve, Cafe Kaktüs, Demir Café, Ortaköy Özlem Çay Bahçesi, Touchdown, Cats and Dogs (İstanbul), Cafe de l'Industrie, La Palette, Pause-Cafe, Deux Magots (Paris).
Sevdiği Yönetmenler : Atıf Yılmaz, Brain de Palma, Quentin Tarantino, Oliver Stone, Michalengelo Antonioni, Fellini, Mustafa Altıoklar, Claude Lelouche, Woody Allen
Favori modelleri : Laetitia Casta, Gisele Bundchen, Çağla Kubat, Çağla Şikel, Berrak Tüzünataç,Sebnem Schaefer
En beğendiği müzisyenler : Pink Floyd, Rolling Stones, Alan Parson's Project, Simon & Garfunkel, Police, Leonard Cohen, Madonna, Bulutsuzluk Özlemi, Jean Michel Jarre, Dead Can Dance, Fikret Kizilok, Edip Akbayram, The Cranberries, Sinead O'Connor, Teoman..
Hobi ve Sporlar : 'Halı sahada' futbol, Amerikan bilardosu, tenis, İnternet, film izlemek, okumak, dosyalamak (!!!)
En sevdiği yerler : Cafe Strada (Roma-Berkeley), The Cupping Room, Prince Street Bar (New York), Hayal Kahvesi, Bebek Kahve, Cafe Kaktüs, Demir Café, Ortaköy Özlem Çay Bahçesi, Touchdown, Cats and Dogs (İstanbul), Cafe de l'Industrie, La Palette, Pause-Cafe, Deux Magots (Paris).
Zevkler, Özel ve Felsefi Ayrıntılar...
SANAT... kirli ellerini pantolonuna silmek. Yaramaz olmak. Düzeni korkutmak. 51 yıl sonra burjuaların hoşuna gitmek. Her günü cumartesiymiş gibi yaşamak. Mavi bir güneş bulmak. Teota adında yepyeni bir renk bulmak. Sevişirken yaratmak. Küfredilmenin onur, hücum edilmenin üstünlük ve iktidar olduğunu bilmek. En iyi olduğunu düşünüp, kendini yine de yetersiz hissetmek. Cesaret etmek. Olayların üzerine gitmek. Kendi kendinin esiri haline gelmemek. Geçici anları belgelemek. Güzel kızları, akıllı insanları etkilemek. Eleştirmenleri okşamak, tokatlamak. Çıkışı olmayan bir labirentte sürekli çıkış aramak. Okyanusun üzerine dev bir resim yapmak. Okyanusun üzerinde yürüyüp iz bırakmak. Silahlarını yarına saklamamak. Büyük galibiyetlere, büyük mağlubiyetlere hazır olmak. Alışılmamak. Şeytanı aldatmak. Varılan hedefleri imha etmek. 102 yıl sonra bir aşk öyküsü yaşamak. Standartları tespit etmek. Dedikodu yaratmak. İnatçı olmak. Küstah olmak. Tarihi yaratmak. Tarihi yoğurmak. Dinozorların zorunlu arkadaşı olmak. Irkçıları temizlemek. Arkanda fatura bırakmamak. 'Çeşit' olmak. Parayı gününe göre oksijen ya da tuvalet kağıdı olarak kullanmak. Kalın iplerin inceldiği yerden kopuşunu seyretmek. Boyayla zehirlenmek. Zamanın içinden dışına taşmak. Kendi düşüncenin genetik evrimini seyretmek. Karın doyurmak. Bir mandalina ya da bir kızı soyar gibi tuali giydirmek. An'dan bahsederken, yaşanan olayda zamanın değil mekandaki hareketlerin esas olduğunu bilmek. Tatilden vazgeçmek. Dünyaya yeniden gelmeyi reddetmek. İmza atmak. İmzasını sevmek.
Bedri Baykam, Haziran 1987
1994'te Cannes'da yayınlanan CAMELEON DIABOLICUS (Şeytani Bukalemun) gazetesine göre BEDRİ BAYKAM KİMDİR ?
Kültürel Gerilla-Politik Militan-Tual Boyacısı ve Satıcısı-Gerçeküstü ve Absürdün Senaristi-İflah Olmaz Playboy-Sinema Aktörü-14 Kedi ve İki Köpek Babası-Politik Yazar-Harika Çocuk-Uluslararası Tenis Hakemi ve Oyuncusu-Çay İçicisi-Sanat Tarihçisi-Porno Albümleri, 33 Devir Plak ve Tual Resimleri Koleksiyoncusu-20. Yüzyılın İkinci Yarısının En Önemli Ressamı-Irkçılıkla Mücadele Örgütlerinin Ömür Boyu Üyesi-Amerikan Bilardosu ve Al Pacino Fanatiği-Berkeley California Aşığı-2. Sınıf Futbolcu, 1. Sınıf Golcü-Gece Kulübü İşletmecisi-Fenerbahçe Fanatiği-Legal Kağıtlar Düşmanı-Medya Starı-Türkiye'nin Andy Warhol'ü-Issız Plajların Gediklisi-Arşivci-Nü Fotoğrafçısı-Gazete Yayıncısı-İmin Bimi-En iyi Yeni Dışavurumcu Ressam
İKONOTLAR (Baykam’ın Girly Plots kataloğundan)
Hayatı hatırlıyorum. Modellerimi hatırlıyorum. Lisa, Holly, Angelique, Olivia, Novella, vs. Malzemelerimi hatırlıyorum. Kehoe Beach’i ve dalgalarını hatırlıyorum. Zaman dışı bölgeler. Depeche Mode’u hatırlıyorum. Öğleden sonra kaçamaklarımı hatırlıyorum. Sonsuz gökleri hatırlıyorum. Saten çarşafları hatırlıyorum. Coleen ve bebeğini. Kaliforniya’yı hatırlıyorum. Tüm o strip-tizleri hatırlıyorum. Bütün o sahte yürek yakan, delikanlı kandıran işveli kızları ve taşan zevk sularını hatırlıyorum. Danks Perfecto. Ben hatırlıyorum, sen hatırlıyor musun? İşte Geçti Gidiyor Gençliğim. Türk’ü hatırlıyorum. Yoğun öğleden sonralarında. İyi Vakit Geçirmek İçin Esther’i Arayın. Ağır beş dolarlık banknotlar hatırlıyorum. Kobalt mavisi ve cadmium kırmızısını hatırlıyorum. Diil. Açık hansa sarısı. Doku kontrastları. Islak kutucukları hatırlıyorum. Bir de köpekleri. Tut bakalım. Bir Avuç Dolar İçin. Tekrar ve tekrar arkanı dön bana. Hayır, hayır, günbatımları daha güzeldir. Kızları hiç dinleme. Derin nefes al. Bana yaslan. Hülyalar ve hafif uykular hatırlıyorum. Dişi Entrikalarla kuşatılmış vaziyetteyim. 42. Cadde’de uzun yürüyüşler. Holly, Holly, Hawaii. O göğüsleri hatırlıyorum. Cinnamon Candida. Ruhun Heykeli. Biliyor musun, servis dahil. Rinsomatic Tuzak dostum. Lütfen bu gece benim tişörtümü giy. Sana şimdi dokunsam daha iyi olur. Bu gece bende kalabilirsin. Yarından sonra sakın beni unutma. Yes sir, I can Boogie. Seni pis genç sapık seni… Berkeley’de College Avenue’yu hatırlıyorum. Siz hiç kentlerin deniz kızlarını gördünüz mü? Suratında Ruj Lekesi Vardı. Ama o kız nefis bir parçaydı. Ben sana Tanrı’nın haklı olduğunu söylememiş miydim? Evet seninle gölge oyunları oynayabiliriz, ama lütfen randevusuz gelme. Gerçekten acıttım mı? Hay aksi şeytan! En son ne zaman bir evde zilin çalmasını bekledin durdun? Seni zaman makineme bindirebilmeyi isterdim. Sansürcü yobaz maşalarının olmadığı yerlere götürebilmek için. Jozet, metresim mi olmayı tercih edersin, yoksa yarı saydam flörtüm mü? Evet, evet geçti gidiyor gençliğim. I Can Get No Satisfaction. Gitme vakti gelmeden önce benim için soyunur musun? Laf olsun diye. Değişiklik olsun diye. Beni bulutlara as. Elektrik gözler. Biraz daha açabilir misin lütfen? Bu odanın daha çok ışığa ihtiyacı var. Size Selim Targan beyi tanıştırabilir miyim? O, tüm zamanların kahramanı olmak için sırasını bekliyor. Ben değil. Bu intiharvari bir tablo. Ben tekrar orda olmak istemiyorum. Beni rüyalarına sıkıştırabilir misin? Çok ıslak. Affedersin ama burada tüm haklar yalnız benim. Gel sana şu mallarımı bir göstereyim. Çok hoşuna gidecek. Okyanusun gücü, seninle benimkinden çok daha fazla. Avustralya’yı hatırlıyorum. Bak şöyle anlatayım sana. Şimdilik söyleyebileceklerim bu kadar. Biliyor musun, beni hiç korkutamıyorsun. İkonografik fuhuşlar. Etraftan duyduğuma göre o yavru artık kızlarla düşüp kalkmaya başlamış. Kemiğine kadar domal. Hindistan cevizi ve parça çikolatalı kremalı lütfen. Tam Amerikan aç-açı. Hadi ordan. Kelebek. Al onu al, hediyem olsun sana. Leo Par İs’i anımsıyorum. Dar kaltak odacıkları. Hâlâ üşüyor musun? Hayır ben Cola’yı sonra alayım. Odanı delikten gözetleyebilir miyim? Burada bekçiye ihtiyacımız yok. Hayır, hiç déjà vu filan gelmedi başıma. Her şey şimdi ve burada yaşanıyor. Daha iyi vakit geçirmek için Toni’yi ara. Bu kahve ılık. Bir daha dene. İnan değer. Bırak seni sonsuza kadar harcayayım.
2001 YILI DÜNYA SANATÇISININ
BİLİNÇALTI IZDIRAP MANİFESTOSUDUR…
Dünyadaki bütün büyük kitabevlerini gezip, her birinde en az bir tam gün geçirip, paramın yettiği ya da yetmediği tüm kitapları satın alıp, bu tonlarca heyecan ve görsel şöleni uçaklarda tek kuruş ekstra bagaj ödemeden kütüphaneme taşıyabilmek isterdim.
Kütüphanemdeki tüm kitaplarımın her birini temenni ettiğim ciddiyette okumam toplam 2147 yıl alacak olsa bile, onların en az herbirinin sayfalarını çevirmiş ve bunlara göz gezdirmiş olmak isterdim.
Dünyadaki tüm önemli büyük sergileri gezip, bir de üstüne kıyıda köşede kalmış gizli eski veya yeni yıldızların işlerini de görmüş olmak isterdim.
Dünyanın her müze ve galerisindeki büyük sergileri gezerken, önünde durduğum yapıtın üretiliş sürecinde sanatçının özel hayatındaki kişi ve olayların bu yapıta olan etkileriyle ilgili en ilginç ve en mahrem anektodları bilip, çevremdekilere en sade ve en masum ses tonuyla aktarmak isterdim.
Beğendiğim her işin görsel izini kafamın hiçbir zaman anlayamayacağım düzenine göre "dosyalayıp" gözümün, belleğimin, alnımın, elimin altında tutmak isterdim.
Kendime ait her taze bilgiden seçtiklerimi anında gezegenin 190 ülkesindeki benim nabzımı anlayabilecek milyonlarca insanın adresinden oluşmuş e-postalara tek bir tuşla yollayabilmek isterdim
Kendime ait geçmişten gelen her önemli bilgiyi, evrağı, hatırayı herkesin takip edebileceği bir sırada ve kronolojide kitaplaştırıp, bunu yukarıda belirtilen e-mail listesinin tümüne yollayabilmek isterdim.
Rüyalarımın hepsini geceleri video kayda alıp, daha sonra tamamını eksiksiz izleyerek beynimin yaratıcılığının tüm gizli kalmış dehlizleriyle tanışmak isterdim.
Dünyanın tüm siyasi oluşumlarını izleyip, her ülkenin her noktasında haksızlığa uğrayan, ezilen, iftira edilen, sömürülen kesimlere sanatımla veya fikirlerimle destek olup ses getirebilmek, onlara yardım edebilmek isterdim.
Dünyada çeşitli baskı rejimlerinde hapse atılmış, şiddete maruz kalmış tüm aydınlar için düzenlenen kampanyaları yakından takip edip, hepsine militanca katılabilmek isterdim.
Gerek eski tarihi eserleri, gerek çevreyi ve doğayı, gerek hayvanları korumak için yapılan tüm organizasyon ve toplantılara katılıp, maddi ve manevi olarak hepsini desteklemek isterdim.
Beni ilgilendiren felsefi, sanatsal, siyasi, tüm web sitelerine girip, onların hepsini kana kana içercesine okumak, birbirleriyle ilişkilerini ve çapraz yorumlarını kurmak, onların benim düşüncelerimle olan bağlarını oluşturmak ve bütün bu sentezi anlaşılır, okunur, takip edilir, mantıklı bir metine dönüştürebilmek isterdim.
Arkadaşım olan ve olmayan sanatçıların tüm sergi davetlerine icap edip, bana sundukları tüm metinleri okuyup, kusur etmeden hepsine teşekkür edip, bu deneyimlerden kendime hisse çıkarmak isterdim.
Ürettiğim sanatın özgün ve orjinal olmasını ama insanlık ve sanat tarihinin tüm omurga ilişkilerini tartışma götürmez şekilde bünyesinde taşımasını isterdim.
Dünyanın tüm ilginç filmlerini sinemada veya geniş ekranlı televizyonlarda izleyip, tüm önemli tiyatro, happening ve operalarını takip edip, hepsinin en önemli anlarını beynimde askıya alabilmek, her birinde emeği geçmiş teknik kadro ve sanatçıların isimlerini, kariyerlerinin flaş anlarıyla beraber hatırlayabilmek isterdim.
Dünyanın tüm ülkelerini gezip, en önemli arkeolojik ve eski eser müzelerinin tüm işlerini, teknik fişlerini okuyarak inceleyip, Dünya tarihinde nereye oturduklarını, birbirlerini nasıl etkilediklerini bilerek izlemek isterdim.
Ülkemin ve dünyanın önemli gazete ve dergilerini Kennedy taramasıyla bile olsa okuyup, kendimi gündemin her beni ilgilendiren maddesini takip eder duruma getirmek isterdim.
Geçmişte hakkımı vermeyen, beni önemsemeyen, bana çelme atan her insanın hatasını anlayıp yüzleri kızararak benden özür dilemelerini ve bunu büyük bir tevazuyla kabul edip onları tüm günahlarıyla beraber affetmek isterdim.
Toplumun ve dünyanın tüm sanatsal iktidarı ve entelijensiyasının, tüm yaptıklarımı hakkını vererek izlemesini, benim arzu ettiğime yakın bir toklukta algılamasını, beni alkışlamasını ve de üstüne üstlük alçakgönüllülüğümü de methetmelerini isterdim.
Sanatının yüce tarihsel işlevlerini bilmeden hasbelkader medyada veya devlette bir makama yükselmiş tüm insanların, aynı gecede gaflet uykularından uyanacakları o süper partiyi organize edip, tüm bu beyinlere enjekte edilecek “sanat konsantresi”ni de hazırlamak isterdim.
Tüm yapıtlarımın, kendi koleksiyonuma sakladıklarım hariç, dünyanın en önemli koleksiyonlarına, müzayede satış rekorları kırarak ve ana sayfa haber bültenlerine dahil edilerek satılmasını isterdim.
Evimin, atölyemin, yazlıklarımın, dağ evimin, Paris, Cannes, Tokyo, Québéc ve New York villalarımın her birinin keyfini sürecek ve her birinde değişik nabızlarda sanat üretecek kadar onları yaşayabilmek isterdim.
Ruhumu en çok besleyecek müzik eserleriyle tesadüfen karşılaşacağıma, benim için en uygun olanların kusursuzca işleyen ve benim zevkime göre programlı bir bilgisayar tarafından önüme sıralı olarak sunulmasını isterdim.
Yeryüzünde Çin ve Fransa sahilerinde Med-Cezir hareketlerini, Avustralya ve Sahara çöllerinin sonsuz kum tepeciklerini, Amazon ormanlarının balta girmemiş yoğunluklarını, Hawai adalarının şelalelerinin ötesindeki gün batımlarını, büyük kanyonun küstah bağımsızlığını, muson yağmurlarının bereketini ve adını, varlığını bile bilmediğim onca diğer doğal güzelliği, bu Dünyaya gelmiş olmama şükredecek kadar doya seyretmiş ve etkilenmiş isterdim.
Çalışmalarımın, konseptine uyan tüm uluslararası yüksek prestijli sergilerin hepsinin küratörlerinin dikkatine sunulmasını ve hepsinin büyük bir tutkuyla bu işlerimi veya yenilerini, sergilerini onurlandırmak üzere benden saygıyla talep etmelerini isterdim.
Ana çalışma masamın üstündeki mükkemmel düzende hatasız bir kurguyla işleyen bir sisteme sahip olup, yapılacak işler listemi eksiksiz ve kusursuz bitirecek, arşivden ne istersem ister görüntü, ister metin, leb demeden leblebiyi anlayarak bana getirecek, “unutma” kelimesini hiç bilmeyecek asistanlara sahip olmak isterdim.
Dünyadaki savaşların, fakirlerin, haksızlıkların ortadan kaldırılmasında etkin rol oynayacak kadar siyasi ve medyatik etkinliği olan bir sanatçı olmak, devlet adamlarını, yaptıkları kimi hatalar yüzünden mahçup duruma düşürmeden utandırmak isterdim.
Dünyanın tüm sanat dallarının her birini tarihçeleriyle beraber kusursuz bilip, her birinin birbirleriyle olan ilişkilerini takip edebilmek ve onların neşe içinde evlenmelerini sağlamak isterdim.
Komple bir atlet gibi sanatlararası ilişkilerin hergün filizlendiği bu ortamda, on parmağında on marifet olan ve her kulvarda koşabilen bir sanatçı olmak isterdim.
Siyaset, bilim, ekonomi, iletişim gibi sanat ötesi tüm disiplinlerarası geçişleri yoğun olarak yaşamak, kesişmeleri tartışmak, bu ilişkileri felsefi olarak yorumlamak ve bu çok öznel ortamın atar damarı olmak isterdim.
Gökyüzünde gezen galaksilerin, yerden fışkıran her türlü doğal bitkinin, yeraltını birbirine katan magma hareketlerinin, atmosferde oluşan fırtınaların, orman kanunlarının, mantığını, oluşum silsilerini, iç düzenlerini, yani “evrensel hakikat” denilen bütünlüğünü, birliğini, en azından inine erzak taşıyan bir karıncanın hareketlerinin nedenlerini ve hedeflerini anladığım kadar algılayabilmek isterdim.
Yunan, Mısır, Hint, Çin, Japon, Afrika ve Okyanusya mitolojilerinin tüm hikayelerini, aborijinel sanatın detaylı sadeliğini, felsefe tarihinin Sokrat’dan Aristo’ya, Konfüçyüs’den Mevlana’ya, Rousseau’dan Kant’a, Hegel’den Marx’a, Nietzsche’den Sartre’a, Lacan’dan Baudrillard’a tüm atar damarlarını, avucumun içi gibi bilip, onları gereken her yerde bilge görünmek için değil, gerçekten o çağdaş yoruma taban oluşturacak ve ışık tutacak bir değer kattıkları zaman kullanmak isterdim.
Annibal’den Atilla’ya, Kleopatra’dan Napolyon’a, Atatürk’ten Churchill’a, Kissinger’dan Gorbaçov’a kadar bu dünyaya yön vermiş tüm liderlerin detaylı kişisel ve düşünsel yaşam hikayelerini, tarihin akışındaki keskin dönemeçleri, neden oldukları sosyolojik devinimleri ezbere bilip, bunların kültür tarihine olan etkilerini beynime kazımak isterdim.
Homerus’tan Aristophanes’e, Dostoyevski’den Çehov’a, Molière’den Racine’e, Hugo’dan Celine’e, Faulkner’dan John Fante’ye, Yaşar Kemal’den Orhan Pamuk’a, Kundera’dan Camus’ye, Nedim Gürsel’den Evelyn Lau’ya kadar klasik ve çağdaş tüm romanların tüm karakterlerini ve hikayelerinin tüm unutulmaz anlarını karşılaştırmalı olarak ele alabilmek isterdim.
Dünyada değerimi anlayacak, bana esin kaynağı oluşturacak, bana aşık olacak, bana heyecan verecek, her insanla sayısız kısa ve uzun zengin ilişkiler yaşamak isterdim.
Sanatın tüm Dünyadan ırkçılıkları, puştlukları, çıkarcılıkları, çirkin ihtirasları tasfiye etmesinde öncü bir rol üstlenmek isterdim.
Önyargı ve kıskançlıktan gözü kararmış olarak kendi gelişimini durduran, etrafına kin saçarak yaşayan entellektüel dünyanın potansiyel adaylarını kurtaracak sihirli bir şerbeti üretip içkilerine katmak isterdim.
Arkadaşlarımın, dostlarımın, akrabalarımın, eleştirmenlerimin, galericilerimin doğum günlerini hatırlayıp, onları gerektiğinde hastanede, evlerinde ve işyerlerinde onlara ihtiyacım olmadığı anlarda da kusursuz ziyaret edebilmek isterdim.
Kedi ve köpeklerimin orta yerlere sıçmamalarını, kötü kokmamalarını ve bana şefkat akıtmalarını isterdim.
Aramızdan göçüp gitmiş ve şu ya da bu nedenle bu dünyadaki “sayılı nefesi” süresince sanatını, edebiyatını hakettiği şekilde topluma anlatma fırsatını bulamamış olan geçmiş dönemlerdeki aydınlarımızın değerlerini su yüzüne çıkaracak olan derin araştırmaları yapmak ve onları ebedi sanat ortamına kazandırmış olmak isterdim.
Vefat eden sanatçı dost veya tanıdıklarımın hepsinin cenazesine istisnasız, uzaklarda düzenlense bile katılabilmek, geçmişte ölmüş sanatçı ve edebiyatçıları anma törenlerine katılıp, ruhlarını yüceltecek birer anma ve araştırma yazısı yazmak isterdim.
Eşimin, sevgilimin ve çocuklarımın paşa gönlüm arzu ettiği an yaşayacağım tüm yeni gönül maceralarına hoşgörü, sevecenlik, hatta sevinçle bakmalarını, bu ilişkilerden yeni boyutlara atlayacağımı hesap ederek benim adıma sevinç duymalarını isterdim.
Kilo almadan, kan sayım değerlerini altüst etmeden, sanatçı göbeği oluşturmadan, hiç çekinmeden, işsel ve sanatsal buluşmalarda canımın her istediğini sohbete renk katacak ortamlarda afiyetle yiyip içmeyi isterdim.
Vücut denilen ve beni taşımakla yükümlü makinamın sağlam çalışması ve bu tarihi önemi olan yüce görevini gerektiği gibi yerine getirebilmesi için ona gerektiği kadar spor yaptırmayı, gereken besinleri vermeyi, onu sık sık ihmal etmeden kontrolden geçirmeyi isterdim.
Aileme, eşime, çocuklarıma, babama, anneme, sevgililerime sonradan pişman olmayacak kadar vakit ayırmak, onlarla uzun uzun sohbet edip, beraber özel hayatın güzel saatlerini paylaşmak isterdim.
Benim gibi bir üst varlığın en az bir kaç yüzyıl yaşaması için gerekli tıbbi ilerlemelere pek yakında erişilene kadar, beni taşıyacak dahi bir doktorum olsun isterdim.
Üreteceğim her yeni düşüncenin, içinde yüzdüğüm tüm bu bilgi okyanusunun içinden, ihtiyacı olan her veriye anında, doğru yerde, doğru zamanda ulaşabilmesini sağlamak isterdim.
Sihirli bir düğmeye bastığım an kendimi, beni bağlayan tüm profesyonel, sosyal, siyasi ve etik bağlardan kurtararak özgür bir marjinal dünyanın bohem hayatına bırakmak, dalgaları yeni tanıştığım bir sevgilimle veya özenle aradığım yalnızlığımla adını bilmediğim bir adada günlerce izleyip, hayal gücüme ve duyularıma uçabilecekleri yeni alanlar sunmak isterdim.
Saat dilimlerini uzatabilmeyi, zamanı dondurabilmeyi ve insanoğlunu ışınlayabilen teknolojileri kolayca kullanabilmeyi isterdim.
İçgüdü ile bilginin, zerafet ile kararlılığın, ermişlikle yüksek mücadele gücünün, hassas ortalamasını yakalamak isterdim.
Her ihtimama rağmen şayet bir gün bedenim beni terkederse, tüm eser ve düşüncelerimin bir vakıf tarafından ebediyete kadar taşınmasını, yaşadığım tüm ev ve atölyelerin aranıp bulunup müze olarak korunmasını, özel eşyalarımın, saçlarımın ve bıraktığım tüm izlerin kapışılmasını isterdim.
Gerektiği zaman bir cümle, bir hareket veya bir bakışta, bu manifestoda sözü edilen her bilgiyi özümsemiş olarak tükürebilmek isterdim.
Bu saydıklarımın 10.000'de birini yapamayan birçok sanatçının, bunların tamamını yapabilen bilge ve insanüstü ilahlar havasıyla aramızda gezdiği, bu konuların varlığından bile haberi olmayan popüler palyaçoların ise, medya tarafından kral ilan edilerek aramızda gezdirildiği bir dünyada, rahatça nefes alıp, doya doya hatta katıla katıla gülebilmek isterdim.
İşte bunların hiçbirini yapamıyorum, yapamıyorsun. Sen beni biliyorsun, ben de seni. Kaç kitap, kaç dergi okumadığını, kaç web sitesi görmediğini, kaç mektup yazmadığını, kaç sözünü tutmadığını, kaç filmi, kaç sergiyi görmediğini, kaç akrabanı kırdığını, kaç kez pişmanlık duyduğunu, hakkını vermeyen kaç insana kırgın olduğunu, kaçını bir kaşık suda boğmaya hazırlandığını, kaç ülkeye hiç gidemediğini, kaç sorumluluğunu yerine getiremediğini, kaç gazeteyi açamadan günün bittiğini, kaç potansiyel flörtünü düzemeden ömrünün geçtiğini, kaç aşkı yaşayamadan içinin eridiğini, kaç konseri göremeden sezonu bitirdiğini , kaç meslektaşını, için için sevsen bile kıskandığını, kaç kere ayağına kadar gelen fırsatları harcayıp gittiğini…. Hepsini biliyorum.
Haftalık programında kaç saatinin trafikte, kaç saatinin günlük işler peşinde, kaç saatinin yemek yemede, kaç saatinin domestik ilişkilerde, kaç saatinin dişçide, kaç saatinin bürokratik ve resmi debelenmelerde, kaç saatinin tualette, kaç saatinin televizyon seyirlerinde, kaç saatinin rüya alemlerinde, kaç saatinin alışverişte, kaç saatinin önlenemez minimal geyik muhabbetlerinde, kaç saatinin de özel hayat çekişmelerinde geçtiğini de çok iyi biliyorum.
Onun için bana hava atmaya kalkma, sibobunu gevşetirim.
Bilim yetişip çiplerle beynini donatana kadar, ek organlarla duyularının algılama gücünü pompalayana kadar, seni zoom yapan gözlere, milyonlarca kitap "download" eden beyin kıvrımlarına ulaştırana kadar, hafıza kapasiteni 3290 filinkine eşit bir duruma çıkartana kadar, seni multi-ekran bir beyin sinir dosyasına kavuşturana kadar…. Ben seni biliyorum, sen de beni...
Herşeye rağmen ilave edeyim ki tembelsin. Kibirlisin. Zaman fakirliğine mahkum zavallı bir zibidisin. Kıçından gizlice ter damlayan şaşkın ve ukala bir garipsin.
Mecburi mütevaziliğini bilip, onu bile pazarlamaya kalkma, zaten başka hiçbir şansın yok.
Hadi yürü, anca gidersin, haddini bil, aynaya bak, gör halini, attırma tepemi.
Bedri Baykam, Haziran 1987
1994'te Cannes'da yayınlanan CAMELEON DIABOLICUS (Şeytani Bukalemun) gazetesine göre BEDRİ BAYKAM KİMDİR ?
Kültürel Gerilla-Politik Militan-Tual Boyacısı ve Satıcısı-Gerçeküstü ve Absürdün Senaristi-İflah Olmaz Playboy-Sinema Aktörü-14 Kedi ve İki Köpek Babası-Politik Yazar-Harika Çocuk-Uluslararası Tenis Hakemi ve Oyuncusu-Çay İçicisi-Sanat Tarihçisi-Porno Albümleri, 33 Devir Plak ve Tual Resimleri Koleksiyoncusu-20. Yüzyılın İkinci Yarısının En Önemli Ressamı-Irkçılıkla Mücadele Örgütlerinin Ömür Boyu Üyesi-Amerikan Bilardosu ve Al Pacino Fanatiği-Berkeley California Aşığı-2. Sınıf Futbolcu, 1. Sınıf Golcü-Gece Kulübü İşletmecisi-Fenerbahçe Fanatiği-Legal Kağıtlar Düşmanı-Medya Starı-Türkiye'nin Andy Warhol'ü-Issız Plajların Gediklisi-Arşivci-Nü Fotoğrafçısı-Gazete Yayıncısı-İmin Bimi-En iyi Yeni Dışavurumcu Ressam
İKONOTLAR (Baykam’ın Girly Plots kataloğundan)
Hayatı hatırlıyorum. Modellerimi hatırlıyorum. Lisa, Holly, Angelique, Olivia, Novella, vs. Malzemelerimi hatırlıyorum. Kehoe Beach’i ve dalgalarını hatırlıyorum. Zaman dışı bölgeler. Depeche Mode’u hatırlıyorum. Öğleden sonra kaçamaklarımı hatırlıyorum. Sonsuz gökleri hatırlıyorum. Saten çarşafları hatırlıyorum. Coleen ve bebeğini. Kaliforniya’yı hatırlıyorum. Tüm o strip-tizleri hatırlıyorum. Bütün o sahte yürek yakan, delikanlı kandıran işveli kızları ve taşan zevk sularını hatırlıyorum. Danks Perfecto. Ben hatırlıyorum, sen hatırlıyor musun? İşte Geçti Gidiyor Gençliğim. Türk’ü hatırlıyorum. Yoğun öğleden sonralarında. İyi Vakit Geçirmek İçin Esther’i Arayın. Ağır beş dolarlık banknotlar hatırlıyorum. Kobalt mavisi ve cadmium kırmızısını hatırlıyorum. Diil. Açık hansa sarısı. Doku kontrastları. Islak kutucukları hatırlıyorum. Bir de köpekleri. Tut bakalım. Bir Avuç Dolar İçin. Tekrar ve tekrar arkanı dön bana. Hayır, hayır, günbatımları daha güzeldir. Kızları hiç dinleme. Derin nefes al. Bana yaslan. Hülyalar ve hafif uykular hatırlıyorum. Dişi Entrikalarla kuşatılmış vaziyetteyim. 42. Cadde’de uzun yürüyüşler. Holly, Holly, Hawaii. O göğüsleri hatırlıyorum. Cinnamon Candida. Ruhun Heykeli. Biliyor musun, servis dahil. Rinsomatic Tuzak dostum. Lütfen bu gece benim tişörtümü giy. Sana şimdi dokunsam daha iyi olur. Bu gece bende kalabilirsin. Yarından sonra sakın beni unutma. Yes sir, I can Boogie. Seni pis genç sapık seni… Berkeley’de College Avenue’yu hatırlıyorum. Siz hiç kentlerin deniz kızlarını gördünüz mü? Suratında Ruj Lekesi Vardı. Ama o kız nefis bir parçaydı. Ben sana Tanrı’nın haklı olduğunu söylememiş miydim? Evet seninle gölge oyunları oynayabiliriz, ama lütfen randevusuz gelme. Gerçekten acıttım mı? Hay aksi şeytan! En son ne zaman bir evde zilin çalmasını bekledin durdun? Seni zaman makineme bindirebilmeyi isterdim. Sansürcü yobaz maşalarının olmadığı yerlere götürebilmek için. Jozet, metresim mi olmayı tercih edersin, yoksa yarı saydam flörtüm mü? Evet, evet geçti gidiyor gençliğim. I Can Get No Satisfaction. Gitme vakti gelmeden önce benim için soyunur musun? Laf olsun diye. Değişiklik olsun diye. Beni bulutlara as. Elektrik gözler. Biraz daha açabilir misin lütfen? Bu odanın daha çok ışığa ihtiyacı var. Size Selim Targan beyi tanıştırabilir miyim? O, tüm zamanların kahramanı olmak için sırasını bekliyor. Ben değil. Bu intiharvari bir tablo. Ben tekrar orda olmak istemiyorum. Beni rüyalarına sıkıştırabilir misin? Çok ıslak. Affedersin ama burada tüm haklar yalnız benim. Gel sana şu mallarımı bir göstereyim. Çok hoşuna gidecek. Okyanusun gücü, seninle benimkinden çok daha fazla. Avustralya’yı hatırlıyorum. Bak şöyle anlatayım sana. Şimdilik söyleyebileceklerim bu kadar. Biliyor musun, beni hiç korkutamıyorsun. İkonografik fuhuşlar. Etraftan duyduğuma göre o yavru artık kızlarla düşüp kalkmaya başlamış. Kemiğine kadar domal. Hindistan cevizi ve parça çikolatalı kremalı lütfen. Tam Amerikan aç-açı. Hadi ordan. Kelebek. Al onu al, hediyem olsun sana. Leo Par İs’i anımsıyorum. Dar kaltak odacıkları. Hâlâ üşüyor musun? Hayır ben Cola’yı sonra alayım. Odanı delikten gözetleyebilir miyim? Burada bekçiye ihtiyacımız yok. Hayır, hiç déjà vu filan gelmedi başıma. Her şey şimdi ve burada yaşanıyor. Daha iyi vakit geçirmek için Toni’yi ara. Bu kahve ılık. Bir daha dene. İnan değer. Bırak seni sonsuza kadar harcayayım.
2001 YILI DÜNYA SANATÇISININ
BİLİNÇALTI IZDIRAP MANİFESTOSUDUR…
Dünyadaki bütün büyük kitabevlerini gezip, her birinde en az bir tam gün geçirip, paramın yettiği ya da yetmediği tüm kitapları satın alıp, bu tonlarca heyecan ve görsel şöleni uçaklarda tek kuruş ekstra bagaj ödemeden kütüphaneme taşıyabilmek isterdim.
Kütüphanemdeki tüm kitaplarımın her birini temenni ettiğim ciddiyette okumam toplam 2147 yıl alacak olsa bile, onların en az herbirinin sayfalarını çevirmiş ve bunlara göz gezdirmiş olmak isterdim.
Dünyadaki tüm önemli büyük sergileri gezip, bir de üstüne kıyıda köşede kalmış gizli eski veya yeni yıldızların işlerini de görmüş olmak isterdim.
Dünyanın her müze ve galerisindeki büyük sergileri gezerken, önünde durduğum yapıtın üretiliş sürecinde sanatçının özel hayatındaki kişi ve olayların bu yapıta olan etkileriyle ilgili en ilginç ve en mahrem anektodları bilip, çevremdekilere en sade ve en masum ses tonuyla aktarmak isterdim.
Beğendiğim her işin görsel izini kafamın hiçbir zaman anlayamayacağım düzenine göre "dosyalayıp" gözümün, belleğimin, alnımın, elimin altında tutmak isterdim.
Kendime ait her taze bilgiden seçtiklerimi anında gezegenin 190 ülkesindeki benim nabzımı anlayabilecek milyonlarca insanın adresinden oluşmuş e-postalara tek bir tuşla yollayabilmek isterdim
Kendime ait geçmişten gelen her önemli bilgiyi, evrağı, hatırayı herkesin takip edebileceği bir sırada ve kronolojide kitaplaştırıp, bunu yukarıda belirtilen e-mail listesinin tümüne yollayabilmek isterdim.
Rüyalarımın hepsini geceleri video kayda alıp, daha sonra tamamını eksiksiz izleyerek beynimin yaratıcılığının tüm gizli kalmış dehlizleriyle tanışmak isterdim.
Dünyanın tüm siyasi oluşumlarını izleyip, her ülkenin her noktasında haksızlığa uğrayan, ezilen, iftira edilen, sömürülen kesimlere sanatımla veya fikirlerimle destek olup ses getirebilmek, onlara yardım edebilmek isterdim.
Dünyada çeşitli baskı rejimlerinde hapse atılmış, şiddete maruz kalmış tüm aydınlar için düzenlenen kampanyaları yakından takip edip, hepsine militanca katılabilmek isterdim.
Gerek eski tarihi eserleri, gerek çevreyi ve doğayı, gerek hayvanları korumak için yapılan tüm organizasyon ve toplantılara katılıp, maddi ve manevi olarak hepsini desteklemek isterdim.
Beni ilgilendiren felsefi, sanatsal, siyasi, tüm web sitelerine girip, onların hepsini kana kana içercesine okumak, birbirleriyle ilişkilerini ve çapraz yorumlarını kurmak, onların benim düşüncelerimle olan bağlarını oluşturmak ve bütün bu sentezi anlaşılır, okunur, takip edilir, mantıklı bir metine dönüştürebilmek isterdim.
Arkadaşım olan ve olmayan sanatçıların tüm sergi davetlerine icap edip, bana sundukları tüm metinleri okuyup, kusur etmeden hepsine teşekkür edip, bu deneyimlerden kendime hisse çıkarmak isterdim.
Ürettiğim sanatın özgün ve orjinal olmasını ama insanlık ve sanat tarihinin tüm omurga ilişkilerini tartışma götürmez şekilde bünyesinde taşımasını isterdim.
Dünyanın tüm ilginç filmlerini sinemada veya geniş ekranlı televizyonlarda izleyip, tüm önemli tiyatro, happening ve operalarını takip edip, hepsinin en önemli anlarını beynimde askıya alabilmek, her birinde emeği geçmiş teknik kadro ve sanatçıların isimlerini, kariyerlerinin flaş anlarıyla beraber hatırlayabilmek isterdim.
Dünyanın tüm ülkelerini gezip, en önemli arkeolojik ve eski eser müzelerinin tüm işlerini, teknik fişlerini okuyarak inceleyip, Dünya tarihinde nereye oturduklarını, birbirlerini nasıl etkilediklerini bilerek izlemek isterdim.
Ülkemin ve dünyanın önemli gazete ve dergilerini Kennedy taramasıyla bile olsa okuyup, kendimi gündemin her beni ilgilendiren maddesini takip eder duruma getirmek isterdim.
Geçmişte hakkımı vermeyen, beni önemsemeyen, bana çelme atan her insanın hatasını anlayıp yüzleri kızararak benden özür dilemelerini ve bunu büyük bir tevazuyla kabul edip onları tüm günahlarıyla beraber affetmek isterdim.
Toplumun ve dünyanın tüm sanatsal iktidarı ve entelijensiyasının, tüm yaptıklarımı hakkını vererek izlemesini, benim arzu ettiğime yakın bir toklukta algılamasını, beni alkışlamasını ve de üstüne üstlük alçakgönüllülüğümü de methetmelerini isterdim.
Sanatının yüce tarihsel işlevlerini bilmeden hasbelkader medyada veya devlette bir makama yükselmiş tüm insanların, aynı gecede gaflet uykularından uyanacakları o süper partiyi organize edip, tüm bu beyinlere enjekte edilecek “sanat konsantresi”ni de hazırlamak isterdim.
Tüm yapıtlarımın, kendi koleksiyonuma sakladıklarım hariç, dünyanın en önemli koleksiyonlarına, müzayede satış rekorları kırarak ve ana sayfa haber bültenlerine dahil edilerek satılmasını isterdim.
Evimin, atölyemin, yazlıklarımın, dağ evimin, Paris, Cannes, Tokyo, Québéc ve New York villalarımın her birinin keyfini sürecek ve her birinde değişik nabızlarda sanat üretecek kadar onları yaşayabilmek isterdim.
Ruhumu en çok besleyecek müzik eserleriyle tesadüfen karşılaşacağıma, benim için en uygun olanların kusursuzca işleyen ve benim zevkime göre programlı bir bilgisayar tarafından önüme sıralı olarak sunulmasını isterdim.
Yeryüzünde Çin ve Fransa sahilerinde Med-Cezir hareketlerini, Avustralya ve Sahara çöllerinin sonsuz kum tepeciklerini, Amazon ormanlarının balta girmemiş yoğunluklarını, Hawai adalarının şelalelerinin ötesindeki gün batımlarını, büyük kanyonun küstah bağımsızlığını, muson yağmurlarının bereketini ve adını, varlığını bile bilmediğim onca diğer doğal güzelliği, bu Dünyaya gelmiş olmama şükredecek kadar doya seyretmiş ve etkilenmiş isterdim.
Çalışmalarımın, konseptine uyan tüm uluslararası yüksek prestijli sergilerin hepsinin küratörlerinin dikkatine sunulmasını ve hepsinin büyük bir tutkuyla bu işlerimi veya yenilerini, sergilerini onurlandırmak üzere benden saygıyla talep etmelerini isterdim.
Ana çalışma masamın üstündeki mükkemmel düzende hatasız bir kurguyla işleyen bir sisteme sahip olup, yapılacak işler listemi eksiksiz ve kusursuz bitirecek, arşivden ne istersem ister görüntü, ister metin, leb demeden leblebiyi anlayarak bana getirecek, “unutma” kelimesini hiç bilmeyecek asistanlara sahip olmak isterdim.
Dünyadaki savaşların, fakirlerin, haksızlıkların ortadan kaldırılmasında etkin rol oynayacak kadar siyasi ve medyatik etkinliği olan bir sanatçı olmak, devlet adamlarını, yaptıkları kimi hatalar yüzünden mahçup duruma düşürmeden utandırmak isterdim.
Dünyanın tüm sanat dallarının her birini tarihçeleriyle beraber kusursuz bilip, her birinin birbirleriyle olan ilişkilerini takip edebilmek ve onların neşe içinde evlenmelerini sağlamak isterdim.
Komple bir atlet gibi sanatlararası ilişkilerin hergün filizlendiği bu ortamda, on parmağında on marifet olan ve her kulvarda koşabilen bir sanatçı olmak isterdim.
Siyaset, bilim, ekonomi, iletişim gibi sanat ötesi tüm disiplinlerarası geçişleri yoğun olarak yaşamak, kesişmeleri tartışmak, bu ilişkileri felsefi olarak yorumlamak ve bu çok öznel ortamın atar damarı olmak isterdim.
Gökyüzünde gezen galaksilerin, yerden fışkıran her türlü doğal bitkinin, yeraltını birbirine katan magma hareketlerinin, atmosferde oluşan fırtınaların, orman kanunlarının, mantığını, oluşum silsilerini, iç düzenlerini, yani “evrensel hakikat” denilen bütünlüğünü, birliğini, en azından inine erzak taşıyan bir karıncanın hareketlerinin nedenlerini ve hedeflerini anladığım kadar algılayabilmek isterdim.
Yunan, Mısır, Hint, Çin, Japon, Afrika ve Okyanusya mitolojilerinin tüm hikayelerini, aborijinel sanatın detaylı sadeliğini, felsefe tarihinin Sokrat’dan Aristo’ya, Konfüçyüs’den Mevlana’ya, Rousseau’dan Kant’a, Hegel’den Marx’a, Nietzsche’den Sartre’a, Lacan’dan Baudrillard’a tüm atar damarlarını, avucumun içi gibi bilip, onları gereken her yerde bilge görünmek için değil, gerçekten o çağdaş yoruma taban oluşturacak ve ışık tutacak bir değer kattıkları zaman kullanmak isterdim.
Annibal’den Atilla’ya, Kleopatra’dan Napolyon’a, Atatürk’ten Churchill’a, Kissinger’dan Gorbaçov’a kadar bu dünyaya yön vermiş tüm liderlerin detaylı kişisel ve düşünsel yaşam hikayelerini, tarihin akışındaki keskin dönemeçleri, neden oldukları sosyolojik devinimleri ezbere bilip, bunların kültür tarihine olan etkilerini beynime kazımak isterdim.
Homerus’tan Aristophanes’e, Dostoyevski’den Çehov’a, Molière’den Racine’e, Hugo’dan Celine’e, Faulkner’dan John Fante’ye, Yaşar Kemal’den Orhan Pamuk’a, Kundera’dan Camus’ye, Nedim Gürsel’den Evelyn Lau’ya kadar klasik ve çağdaş tüm romanların tüm karakterlerini ve hikayelerinin tüm unutulmaz anlarını karşılaştırmalı olarak ele alabilmek isterdim.
Dünyada değerimi anlayacak, bana esin kaynağı oluşturacak, bana aşık olacak, bana heyecan verecek, her insanla sayısız kısa ve uzun zengin ilişkiler yaşamak isterdim.
Sanatın tüm Dünyadan ırkçılıkları, puştlukları, çıkarcılıkları, çirkin ihtirasları tasfiye etmesinde öncü bir rol üstlenmek isterdim.
Önyargı ve kıskançlıktan gözü kararmış olarak kendi gelişimini durduran, etrafına kin saçarak yaşayan entellektüel dünyanın potansiyel adaylarını kurtaracak sihirli bir şerbeti üretip içkilerine katmak isterdim.
Arkadaşlarımın, dostlarımın, akrabalarımın, eleştirmenlerimin, galericilerimin doğum günlerini hatırlayıp, onları gerektiğinde hastanede, evlerinde ve işyerlerinde onlara ihtiyacım olmadığı anlarda da kusursuz ziyaret edebilmek isterdim.
Kedi ve köpeklerimin orta yerlere sıçmamalarını, kötü kokmamalarını ve bana şefkat akıtmalarını isterdim.
Aramızdan göçüp gitmiş ve şu ya da bu nedenle bu dünyadaki “sayılı nefesi” süresince sanatını, edebiyatını hakettiği şekilde topluma anlatma fırsatını bulamamış olan geçmiş dönemlerdeki aydınlarımızın değerlerini su yüzüne çıkaracak olan derin araştırmaları yapmak ve onları ebedi sanat ortamına kazandırmış olmak isterdim.
Vefat eden sanatçı dost veya tanıdıklarımın hepsinin cenazesine istisnasız, uzaklarda düzenlense bile katılabilmek, geçmişte ölmüş sanatçı ve edebiyatçıları anma törenlerine katılıp, ruhlarını yüceltecek birer anma ve araştırma yazısı yazmak isterdim.
Eşimin, sevgilimin ve çocuklarımın paşa gönlüm arzu ettiği an yaşayacağım tüm yeni gönül maceralarına hoşgörü, sevecenlik, hatta sevinçle bakmalarını, bu ilişkilerden yeni boyutlara atlayacağımı hesap ederek benim adıma sevinç duymalarını isterdim.
Kilo almadan, kan sayım değerlerini altüst etmeden, sanatçı göbeği oluşturmadan, hiç çekinmeden, işsel ve sanatsal buluşmalarda canımın her istediğini sohbete renk katacak ortamlarda afiyetle yiyip içmeyi isterdim.
Vücut denilen ve beni taşımakla yükümlü makinamın sağlam çalışması ve bu tarihi önemi olan yüce görevini gerektiği gibi yerine getirebilmesi için ona gerektiği kadar spor yaptırmayı, gereken besinleri vermeyi, onu sık sık ihmal etmeden kontrolden geçirmeyi isterdim.
Aileme, eşime, çocuklarıma, babama, anneme, sevgililerime sonradan pişman olmayacak kadar vakit ayırmak, onlarla uzun uzun sohbet edip, beraber özel hayatın güzel saatlerini paylaşmak isterdim.
Benim gibi bir üst varlığın en az bir kaç yüzyıl yaşaması için gerekli tıbbi ilerlemelere pek yakında erişilene kadar, beni taşıyacak dahi bir doktorum olsun isterdim.
Üreteceğim her yeni düşüncenin, içinde yüzdüğüm tüm bu bilgi okyanusunun içinden, ihtiyacı olan her veriye anında, doğru yerde, doğru zamanda ulaşabilmesini sağlamak isterdim.
Sihirli bir düğmeye bastığım an kendimi, beni bağlayan tüm profesyonel, sosyal, siyasi ve etik bağlardan kurtararak özgür bir marjinal dünyanın bohem hayatına bırakmak, dalgaları yeni tanıştığım bir sevgilimle veya özenle aradığım yalnızlığımla adını bilmediğim bir adada günlerce izleyip, hayal gücüme ve duyularıma uçabilecekleri yeni alanlar sunmak isterdim.
Saat dilimlerini uzatabilmeyi, zamanı dondurabilmeyi ve insanoğlunu ışınlayabilen teknolojileri kolayca kullanabilmeyi isterdim.
İçgüdü ile bilginin, zerafet ile kararlılığın, ermişlikle yüksek mücadele gücünün, hassas ortalamasını yakalamak isterdim.
Her ihtimama rağmen şayet bir gün bedenim beni terkederse, tüm eser ve düşüncelerimin bir vakıf tarafından ebediyete kadar taşınmasını, yaşadığım tüm ev ve atölyelerin aranıp bulunup müze olarak korunmasını, özel eşyalarımın, saçlarımın ve bıraktığım tüm izlerin kapışılmasını isterdim.
Gerektiği zaman bir cümle, bir hareket veya bir bakışta, bu manifestoda sözü edilen her bilgiyi özümsemiş olarak tükürebilmek isterdim.
Bu saydıklarımın 10.000'de birini yapamayan birçok sanatçının, bunların tamamını yapabilen bilge ve insanüstü ilahlar havasıyla aramızda gezdiği, bu konuların varlığından bile haberi olmayan popüler palyaçoların ise, medya tarafından kral ilan edilerek aramızda gezdirildiği bir dünyada, rahatça nefes alıp, doya doya hatta katıla katıla gülebilmek isterdim.
İşte bunların hiçbirini yapamıyorum, yapamıyorsun. Sen beni biliyorsun, ben de seni. Kaç kitap, kaç dergi okumadığını, kaç web sitesi görmediğini, kaç mektup yazmadığını, kaç sözünü tutmadığını, kaç filmi, kaç sergiyi görmediğini, kaç akrabanı kırdığını, kaç kez pişmanlık duyduğunu, hakkını vermeyen kaç insana kırgın olduğunu, kaçını bir kaşık suda boğmaya hazırlandığını, kaç ülkeye hiç gidemediğini, kaç sorumluluğunu yerine getiremediğini, kaç gazeteyi açamadan günün bittiğini, kaç potansiyel flörtünü düzemeden ömrünün geçtiğini, kaç aşkı yaşayamadan içinin eridiğini, kaç konseri göremeden sezonu bitirdiğini , kaç meslektaşını, için için sevsen bile kıskandığını, kaç kere ayağına kadar gelen fırsatları harcayıp gittiğini…. Hepsini biliyorum.
Haftalık programında kaç saatinin trafikte, kaç saatinin günlük işler peşinde, kaç saatinin yemek yemede, kaç saatinin domestik ilişkilerde, kaç saatinin dişçide, kaç saatinin bürokratik ve resmi debelenmelerde, kaç saatinin tualette, kaç saatinin televizyon seyirlerinde, kaç saatinin rüya alemlerinde, kaç saatinin alışverişte, kaç saatinin önlenemez minimal geyik muhabbetlerinde, kaç saatinin de özel hayat çekişmelerinde geçtiğini de çok iyi biliyorum.
Onun için bana hava atmaya kalkma, sibobunu gevşetirim.
Bilim yetişip çiplerle beynini donatana kadar, ek organlarla duyularının algılama gücünü pompalayana kadar, seni zoom yapan gözlere, milyonlarca kitap "download" eden beyin kıvrımlarına ulaştırana kadar, hafıza kapasiteni 3290 filinkine eşit bir duruma çıkartana kadar, seni multi-ekran bir beyin sinir dosyasına kavuşturana kadar…. Ben seni biliyorum, sen de beni...
Herşeye rağmen ilave edeyim ki tembelsin. Kibirlisin. Zaman fakirliğine mahkum zavallı bir zibidisin. Kıçından gizlice ter damlayan şaşkın ve ukala bir garipsin.
Mecburi mütevaziliğini bilip, onu bile pazarlamaya kalkma, zaten başka hiçbir şansın yok.
Hadi yürü, anca gidersin, haddini bil, aynaya bak, gör halini, attırma tepemi.
Zevkler, Özel ve Felsefi Ayrıntılar...
SANAT... kirli ellerini pantolonuna silmek. Yaramaz olmak. Düzeni korkutmak. 51 yıl sonra burjuaların hoşuna gitmek. Her günü cumartesiymiş gibi yaşamak. Mavi bir güneş bulmak. Teota adında yepyeni bir renk bulmak. Sevişirken yaratmak. Küfredilmenin onur, hücum edilmenin üstünlük ve iktidar olduğunu bilmek. En iyi olduğunu düşünüp, kendini yine de yetersiz hissetmek. Cesaret etmek. Olayların üzerine gitmek. Kendi kendinin esiri haline gelmemek. Geçici anları belgelemek. Güzel kızları, akıllı insanları etkilemek. Eleştirmenleri okşamak, tokatlamak. Çıkışı olmayan bir labirentte sürekli çıkış aramak. Okyanusun üzerine dev bir resim yapmak. Okyanusun üzerinde yürüyüp iz bırakmak. Silahlarını yarına saklamamak. Büyük galibiyetlere, büyük mağlubiyetlere hazır olmak. Alışılmamak. Şeytanı aldatmak. Varılan hedefleri imha etmek. 102 yıl sonra bir aşk öyküsü yaşamak. Standartları tespit etmek. Dedikodu yaratmak. İnatçı olmak. Küstah olmak. Tarihi yaratmak. Tarihi yoğurmak. Dinozorların zorunlu arkadaşı olmak. Irkçıları temizlemek. Arkanda fatura bırakmamak. 'Çeşit' olmak. Parayı gününe göre oksijen ya da tuvalet kağıdı olarak kullanmak. Kalın iplerin inceldiği yerden kopuşunu seyretmek. Boyayla zehirlenmek. Zamanın içinden dışına taşmak. Kendi düşüncenin genetik evrimini seyretmek. Karın doyurmak. Bir mandalina ya da bir kızı soyar gibi tuali giydirmek. An'dan bahsederken, yaşanan olayda zamanın değil mekandaki hareketlerin esas olduğunu bilmek. Tatilden vazgeçmek. Dünyaya yeniden gelmeyi reddetmek. İmza atmak. İmzasını sevmek.
Bedri Baykam, Haziran 1987
1994'te Cannes'da yayınlanan CAMELEON DIABOLICUS (Şeytani Bukalemun) gazetesine göre BEDRİ BAYKAM KİMDİR ?
Kültürel Gerilla-Politik Militan-Tual Boyacısı ve Satıcısı-Gerçeküstü ve Absürdün Senaristi-İflah Olmaz Playboy-Sinema Aktörü-14 Kedi ve İki Köpek Babası-Politik Yazar-Harika Çocuk-Uluslararası Tenis Hakemi ve Oyuncusu-Çay İçicisi-Sanat Tarihçisi-Porno Albümleri, 33 Devir Plak ve Tual Resimleri Koleksiyoncusu-20. Yüzyılın İkinci Yarısının En Önemli Ressamı-Irkçılıkla Mücadele Örgütlerinin Ömür Boyu Üyesi-Amerikan Bilardosu ve Al Pacino Fanatiği-Berkeley California Aşığı-2. Sınıf Futbolcu, 1. Sınıf Golcü-Gece Kulübü İşletmecisi-Fenerbahçe Fanatiği-Legal Kağıtlar Düşmanı-Medya Starı-Türkiye'nin Andy Warhol'ü-Issız Plajların Gediklisi-Arşivci-Nü Fotoğrafçısı-Gazete Yayıncısı-İmin Bimi-En iyi Yeni Dışavurumcu Ressam
İKONOTLAR (Baykam’ın Girly Plots kataloğundan)
Hayatı hatırlıyorum. Modellerimi hatırlıyorum. Lisa, Holly, Angelique, Olivia, Novella, vs. Malzemelerimi hatırlıyorum. Kehoe Beach’i ve dalgalarını hatırlıyorum. Zaman dışı bölgeler. Depeche Mode’u hatırlıyorum. Öğleden sonra kaçamaklarımı hatırlıyorum. Sonsuz gökleri hatırlıyorum. Saten çarşafları hatırlıyorum. Coleen ve bebeğini. Kaliforniya’yı hatırlıyorum. Tüm o strip-tizleri hatırlıyorum. Bütün o sahte yürek yakan, delikanlı kandıran işveli kızları ve taşan zevk sularını hatırlıyorum. Danks Perfecto. Ben hatırlıyorum, sen hatırlıyor musun? İşte Geçti Gidiyor Gençliğim. Türk’ü hatırlıyorum. Yoğun öğleden sonralarında. İyi Vakit Geçirmek İçin Esther’i Arayın. Ağır beş dolarlık banknotlar hatırlıyorum. Kobalt mavisi ve cadmium kırmızısını hatırlıyorum. Diil. Açık hansa sarısı. Doku kontrastları. Islak kutucukları hatırlıyorum. Bir de köpekleri. Tut bakalım. Bir Avuç Dolar İçin. Tekrar ve tekrar arkanı dön bana. Hayır, hayır, günbatımları daha güzeldir. Kızları hiç dinleme. Derin nefes al. Bana yaslan. Hülyalar ve hafif uykular hatırlıyorum. Dişi Entrikalarla kuşatılmış vaziyetteyim. 42. Cadde’de uzun yürüyüşler. Holly, Holly, Hawaii. O göğüsleri hatırlıyorum. Cinnamon Candida. Ruhun Heykeli. Biliyor musun, servis dahil. Rinsomatic Tuzak dostum. Lütfen bu gece benim tişörtümü giy. Sana şimdi dokunsam daha iyi olur. Bu gece bende kalabilirsin. Yarından sonra sakın beni unutma. Yes sir, I can Boogie. Seni pis genç sapık seni… Berkeley’de College Avenue’yu hatırlıyorum. Siz hiç kentlerin deniz kızlarını gördünüz mü? Suratında Ruj Lekesi Vardı. Ama o kız nefis bir parçaydı. Ben sana Tanrı’nın haklı olduğunu söylememiş miydim? Evet seninle gölge oyunları oynayabiliriz, ama lütfen randevusuz gelme. Gerçekten acıttım mı? Hay aksi şeytan! En son ne zaman bir evde zilin çalmasını bekledin durdun? Seni zaman makineme bindirebilmeyi isterdim. Sansürcü yobaz maşalarının olmadığı yerlere götürebilmek için. Jozet, metresim mi olmayı tercih edersin, yoksa yarı saydam flörtüm mü? Evet, evet geçti gidiyor gençliğim. I Can Get No Satisfaction. Gitme vakti gelmeden önce benim için soyunur musun? Laf olsun diye. Değişiklik olsun diye. Beni bulutlara as. Elektrik gözler. Biraz daha açabilir misin lütfen? Bu odanın daha çok ışığa ihtiyacı var. Size Selim Targan beyi tanıştırabilir miyim? O, tüm zamanların kahramanı olmak için sırasını bekliyor. Ben değil. Bu intiharvari bir tablo. Ben tekrar orda olmak istemiyorum. Beni rüyalarına sıkıştırabilir misin? Çok ıslak. Affedersin ama burada tüm haklar yalnız benim. Gel sana şu mallarımı bir göstereyim. Çok hoşuna gidecek. Okyanusun gücü, seninle benimkinden çok daha fazla. Avustralya’yı hatırlıyorum. Bak şöyle anlatayım sana. Şimdilik söyleyebileceklerim bu kadar. Biliyor musun, beni hiç korkutamıyorsun. İkonografik fuhuşlar. Etraftan duyduğuma göre o yavru artık kızlarla düşüp kalkmaya başlamış. Kemiğine kadar domal. Hindistan cevizi ve parça çikolatalı kremalı lütfen. Tam Amerikan aç-açı. Hadi ordan. Kelebek. Al onu al, hediyem olsun sana. Leo Par İs’i anımsıyorum. Dar kaltak odacıkları. Hâlâ üşüyor musun? Hayır ben Cola’yı sonra alayım. Odanı delikten gözetleyebilir miyim? Burada bekçiye ihtiyacımız yok. Hayır, hiç déjà vu filan gelmedi başıma. Her şey şimdi ve burada yaşanıyor. Daha iyi vakit geçirmek için Toni’yi ara. Bu kahve ılık. Bir daha dene. İnan değer. Bırak seni sonsuza kadar harcayayım.
2001 YILI DÜNYA SANATÇISININ
BİLİNÇALTI IZDIRAP MANİFESTOSUDUR…
Dünyadaki bütün büyük kitabevlerini gezip, her birinde en az bir tam gün geçirip, paramın yettiği ya da yetmediği tüm kitapları satın alıp, bu tonlarca heyecan ve görsel şöleni uçaklarda tek kuruş ekstra bagaj ödemeden kütüphaneme taşıyabilmek isterdim.
Kütüphanemdeki tüm kitaplarımın her birini temenni ettiğim ciddiyette okumam toplam 2147 yıl alacak olsa bile, onların en az herbirinin sayfalarını çevirmiş ve bunlara göz gezdirmiş olmak isterdim.
Dünyadaki tüm önemli büyük sergileri gezip, bir de üstüne kıyıda köşede kalmış gizli eski veya yeni yıldızların işlerini de görmüş olmak isterdim.
Dünyanın her müze ve galerisindeki büyük sergileri gezerken, önünde durduğum yapıtın üretiliş sürecinde sanatçının özel hayatındaki kişi ve olayların bu yapıta olan etkileriyle ilgili en ilginç ve en mahrem anektodları bilip, çevremdekilere en sade ve en masum ses tonuyla aktarmak isterdim.
Beğendiğim her işin görsel izini kafamın hiçbir zaman anlayamayacağım düzenine göre "dosyalayıp" gözümün, belleğimin, alnımın, elimin altında tutmak isterdim.
Kendime ait her taze bilgiden seçtiklerimi anında gezegenin 190 ülkesindeki benim nabzımı anlayabilecek milyonlarca insanın adresinden oluşmuş e-postalara tek bir tuşla yollayabilmek isterdim
Kendime ait geçmişten gelen her önemli bilgiyi, evrağı, hatırayı herkesin takip edebileceği bir sırada ve kronolojide kitaplaştırıp, bunu yukarıda belirtilen e-mail listesinin tümüne yollayabilmek isterdim.
Rüyalarımın hepsini geceleri video kayda alıp, daha sonra tamamını eksiksiz izleyerek beynimin yaratıcılığının tüm gizli kalmış dehlizleriyle tanışmak isterdim.
Dünyanın tüm siyasi oluşumlarını izleyip, her ülkenin her noktasında haksızlığa uğrayan, ezilen, iftira edilen, sömürülen kesimlere sanatımla veya fikirlerimle destek olup ses getirebilmek, onlara yardım edebilmek isterdim.
Dünyada çeşitli baskı rejimlerinde hapse atılmış, şiddete maruz kalmış tüm aydınlar için düzenlenen kampanyaları yakından takip edip, hepsine militanca katılabilmek isterdim.
Gerek eski tarihi eserleri, gerek çevreyi ve doğayı, gerek hayvanları korumak için yapılan tüm organizasyon ve toplantılara katılıp, maddi ve manevi olarak hepsini desteklemek isterdim.
Beni ilgilendiren felsefi, sanatsal, siyasi, tüm web sitelerine girip, onların hepsini kana kana içercesine okumak, birbirleriyle ilişkilerini ve çapraz yorumlarını kurmak, onların benim düşüncelerimle olan bağlarını oluşturmak ve bütün bu sentezi anlaşılır, okunur, takip edilir, mantıklı bir metine dönüştürebilmek isterdim.
Arkadaşım olan ve olmayan sanatçıların tüm sergi davetlerine icap edip, bana sundukları tüm metinleri okuyup, kusur etmeden hepsine teşekkür edip, bu deneyimlerden kendime hisse çıkarmak isterdim.
Ürettiğim sanatın özgün ve orjinal olmasını ama insanlık ve sanat tarihinin tüm omurga ilişkilerini tartışma götürmez şekilde bünyesinde taşımasını isterdim.
Dünyanın tüm ilginç filmlerini sinemada veya geniş ekranlı televizyonlarda izleyip, tüm önemli tiyatro, happening ve operalarını takip edip, hepsinin en önemli anlarını beynimde askıya alabilmek, her birinde emeği geçmiş teknik kadro ve sanatçıların isimlerini, kariyerlerinin flaş anlarıyla beraber hatırlayabilmek isterdim.
Dünyanın tüm ülkelerini gezip, en önemli arkeolojik ve eski eser müzelerinin tüm işlerini, teknik fişlerini okuyarak inceleyip, Dünya tarihinde nereye oturduklarını, birbirlerini nasıl etkilediklerini bilerek izlemek isterdim.
Ülkemin ve dünyanın önemli gazete ve dergilerini Kennedy taramasıyla bile olsa okuyup, kendimi gündemin her beni ilgilendiren maddesini takip eder duruma getirmek isterdim.
Geçmişte hakkımı vermeyen, beni önemsemeyen, bana çelme atan her insanın hatasını anlayıp yüzleri kızararak benden özür dilemelerini ve bunu büyük bir tevazuyla kabul edip onları tüm günahlarıyla beraber affetmek isterdim.
Toplumun ve dünyanın tüm sanatsal iktidarı ve entelijensiyasının, tüm yaptıklarımı hakkını vererek izlemesini, benim arzu ettiğime yakın bir toklukta algılamasını, beni alkışlamasını ve de üstüne üstlük alçakgönüllülüğümü de methetmelerini isterdim.
Sanatının yüce tarihsel işlevlerini bilmeden hasbelkader medyada veya devlette bir makama yükselmiş tüm insanların, aynı gecede gaflet uykularından uyanacakları o süper partiyi organize edip, tüm bu beyinlere enjekte edilecek “sanat konsantresi”ni de hazırlamak isterdim.
Tüm yapıtlarımın, kendi koleksiyonuma sakladıklarım hariç, dünyanın en önemli koleksiyonlarına, müzayede satış rekorları kırarak ve ana sayfa haber bültenlerine dahil edilerek satılmasını isterdim.
Evimin, atölyemin, yazlıklarımın, dağ evimin, Paris, Cannes, Tokyo, Québéc ve New York villalarımın her birinin keyfini sürecek ve her birinde değişik nabızlarda sanat üretecek kadar onları yaşayabilmek isterdim.
Ruhumu en çok besleyecek müzik eserleriyle tesadüfen karşılaşacağıma, benim için en uygun olanların kusursuzca işleyen ve benim zevkime göre programlı bir bilgisayar tarafından önüme sıralı olarak sunulmasını isterdim.
Yeryüzünde Çin ve Fransa sahilerinde Med-Cezir hareketlerini, Avustralya ve Sahara çöllerinin sonsuz kum tepeciklerini, Amazon ormanlarının balta girmemiş yoğunluklarını, Hawai adalarının şelalelerinin ötesindeki gün batımlarını, büyük kanyonun küstah bağımsızlığını, muson yağmurlarının bereketini ve adını, varlığını bile bilmediğim onca diğer doğal güzelliği, bu Dünyaya gelmiş olmama şükredecek kadar doya seyretmiş ve etkilenmiş isterdim.
Çalışmalarımın, konseptine uyan tüm uluslararası yüksek prestijli sergilerin hepsinin küratörlerinin dikkatine sunulmasını ve hepsinin büyük bir tutkuyla bu işlerimi veya yenilerini, sergilerini onurlandırmak üzere benden saygıyla talep etmelerini isterdim.
Ana çalışma masamın üstündeki mükkemmel düzende hatasız bir kurguyla işleyen bir sisteme sahip olup, yapılacak işler listemi eksiksiz ve kusursuz bitirecek, arşivden ne istersem ister görüntü, ister metin, leb demeden leblebiyi anlayarak bana getirecek, “unutma” kelimesini hiç bilmeyecek asistanlara sahip olmak isterdim.
Dünyadaki savaşların, fakirlerin, haksızlıkların ortadan kaldırılmasında etkin rol oynayacak kadar siyasi ve medyatik etkinliği olan bir sanatçı olmak, devlet adamlarını, yaptıkları kimi hatalar yüzünden mahçup duruma düşürmeden utandırmak isterdim.
Dünyanın tüm sanat dallarının her birini tarihçeleriyle beraber kusursuz bilip, her birinin birbirleriyle olan ilişkilerini takip edebilmek ve onların neşe içinde evlenmelerini sağlamak isterdim.
Komple bir atlet gibi sanatlararası ilişkilerin hergün filizlendiği bu ortamda, on parmağında on marifet olan ve her kulvarda koşabilen bir sanatçı olmak isterdim.
Siyaset, bilim, ekonomi, iletişim gibi sanat ötesi tüm disiplinlerarası geçişleri yoğun olarak yaşamak, kesişmeleri tartışmak, bu ilişkileri felsefi olarak yorumlamak ve bu çok öznel ortamın atar damarı olmak isterdim.
Gökyüzünde gezen galaksilerin, yerden fışkıran her türlü doğal bitkinin, yeraltını birbirine katan magma hareketlerinin, atmosferde oluşan fırtınaların, orman kanunlarının, mantığını, oluşum silsilerini, iç düzenlerini, yani “evrensel hakikat” denilen bütünlüğünü, birliğini, en azından inine erzak taşıyan bir karıncanın hareketlerinin nedenlerini ve hedeflerini anladığım kadar algılayabilmek isterdim.
Yunan, Mısır, Hint, Çin, Japon, Afrika ve Okyanusya mitolojilerinin tüm hikayelerini, aborijinel sanatın detaylı sadeliğini, felsefe tarihinin Sokrat’dan Aristo’ya, Konfüçyüs’den Mevlana’ya, Rousseau’dan Kant’a, Hegel’den Marx’a, Nietzsche’den Sartre’a, Lacan’dan Baudrillard’a tüm atar damarlarını, avucumun içi gibi bilip, onları gereken her yerde bilge görünmek için değil, gerçekten o çağdaş yoruma taban oluşturacak ve ışık tutacak bir değer kattıkları zaman kullanmak isterdim.
Annibal’den Atilla’ya, Kleopatra’dan Napolyon’a, Atatürk’ten Churchill’a, Kissinger’dan Gorbaçov’a kadar bu dünyaya yön vermiş tüm liderlerin detaylı kişisel ve düşünsel yaşam hikayelerini, tarihin akışındaki keskin dönemeçleri, neden oldukları sosyolojik devinimleri ezbere bilip, bunların kültür tarihine olan etkilerini beynime kazımak isterdim.
Homerus’tan Aristophanes’e, Dostoyevski’den Çehov’a, Molière’den Racine’e, Hugo’dan Celine’e, Faulkner’dan John Fante’ye, Yaşar Kemal’den Orhan Pamuk’a, Kundera’dan Camus’ye, Nedim Gürsel’den Evelyn Lau’ya kadar klasik ve çağdaş tüm romanların tüm karakterlerini ve hikayelerinin tüm unutulmaz anlarını karşılaştırmalı olarak ele alabilmek isterdim.
Dünyada değerimi anlayacak, bana esin kaynağı oluşturacak, bana aşık olacak, bana heyecan verecek, her insanla sayısız kısa ve uzun zengin ilişkiler yaşamak isterdim.
Sanatın tüm Dünyadan ırkçılıkları, puştlukları, çıkarcılıkları, çirkin ihtirasları tasfiye etmesinde öncü bir rol üstlenmek isterdim.
Önyargı ve kıskançlıktan gözü kararmış olarak kendi gelişimini durduran, etrafına kin saçarak yaşayan entellektüel dünyanın potansiyel adaylarını kurtaracak sihirli bir şerbeti üretip içkilerine katmak isterdim.
Arkadaşlarımın, dostlarımın, akrabalarımın, eleştirmenlerimin, galericilerimin doğum günlerini hatırlayıp, onları gerektiğinde hastanede, evlerinde ve işyerlerinde onlara ihtiyacım olmadığı anlarda da kusursuz ziyaret edebilmek isterdim.
Kedi ve köpeklerimin orta yerlere sıçmamalarını, kötü kokmamalarını ve bana şefkat akıtmalarını isterdim.
Aramızdan göçüp gitmiş ve şu ya da bu nedenle bu dünyadaki “sayılı nefesi” süresince sanatını, edebiyatını hakettiği şekilde topluma anlatma fırsatını bulamamış olan geçmiş dönemlerdeki aydınlarımızın değerlerini su yüzüne çıkaracak olan derin araştırmaları yapmak ve onları ebedi sanat ortamına kazandırmış olmak isterdim.
Vefat eden sanatçı dost veya tanıdıklarımın hepsinin cenazesine istisnasız, uzaklarda düzenlense bile katılabilmek, geçmişte ölmüş sanatçı ve edebiyatçıları anma törenlerine katılıp, ruhlarını yüceltecek birer anma ve araştırma yazısı yazmak isterdim.
Eşimin, sevgilimin ve çocuklarımın paşa gönlüm arzu ettiği an yaşayacağım tüm yeni gönül maceralarına hoşgörü, sevecenlik, hatta sevinçle bakmalarını, bu ilişkilerden yeni boyutlara atlayacağımı hesap ederek benim adıma sevinç duymalarını isterdim.
Kilo almadan, kan sayım değerlerini altüst etmeden, sanatçı göbeği oluşturmadan, hiç çekinmeden, işsel ve sanatsal buluşmalarda canımın her istediğini sohbete renk katacak ortamlarda afiyetle yiyip içmeyi isterdim.
Vücut denilen ve beni taşımakla yükümlü makinamın sağlam çalışması ve bu tarihi önemi olan yüce görevini gerektiği gibi yerine getirebilmesi için ona gerektiği kadar spor yaptırmayı, gereken besinleri vermeyi, onu sık sık ihmal etmeden kontrolden geçirmeyi isterdim.
Aileme, eşime, çocuklarıma, babama, anneme, sevgililerime sonradan pişman olmayacak kadar vakit ayırmak, onlarla uzun uzun sohbet edip, beraber özel hayatın güzel saatlerini paylaşmak isterdim.
Benim gibi bir üst varlığın en az bir kaç yüzyıl yaşaması için gerekli tıbbi ilerlemelere pek yakında erişilene kadar, beni taşıyacak dahi bir doktorum olsun isterdim.
Üreteceğim her yeni düşüncenin, içinde yüzdüğüm tüm bu bilgi okyanusunun içinden, ihtiyacı olan her veriye anında, doğru yerde, doğru zamanda ulaşabilmesini sağlamak isterdim.
Sihirli bir düğmeye bastığım an kendimi, beni bağlayan tüm profesyonel, sosyal, siyasi ve etik bağlardan kurtararak özgür bir marjinal dünyanın bohem hayatına bırakmak, dalgaları yeni tanıştığım bir sevgilimle veya özenle aradığım yalnızlığımla adını bilmediğim bir adada günlerce izleyip, hayal gücüme ve duyularıma uçabilecekleri yeni alanlar sunmak isterdim.
Saat dilimlerini uzatabilmeyi, zamanı dondurabilmeyi ve insanoğlunu ışınlayabilen teknolojileri kolayca kullanabilmeyi isterdim.
İçgüdü ile bilginin, zerafet ile kararlılığın, ermişlikle yüksek mücadele gücünün, hassas ortalamasını yakalamak isterdim.
Her ihtimama rağmen şayet bir gün bedenim beni terkederse, tüm eser ve düşüncelerimin bir vakıf tarafından ebediyete kadar taşınmasını, yaşadığım tüm ev ve atölyelerin aranıp bulunup müze olarak korunmasını, özel eşyalarımın, saçlarımın ve bıraktığım tüm izlerin kapışılmasını isterdim.
Gerektiği zaman bir cümle, bir hareket veya bir bakışta, bu manifestoda sözü edilen her bilgiyi özümsemiş olarak tükürebilmek isterdim.
Bu saydıklarımın 10.000'de birini yapamayan birçok sanatçının, bunların tamamını yapabilen bilge ve insanüstü ilahlar havasıyla aramızda gezdiği, bu konuların varlığından bile haberi olmayan popüler palyaçoların ise, medya tarafından kral ilan edilerek aramızda gezdirildiği bir dünyada, rahatça nefes alıp, doya doya hatta katıla katıla gülebilmek isterdim.
İşte bunların hiçbirini yapamıyorum, yapamıyorsun. Sen beni biliyorsun, ben de seni. Kaç kitap, kaç dergi okumadığını, kaç web sitesi görmediğini, kaç mektup yazmadığını, kaç sözünü tutmadığını, kaç filmi, kaç sergiyi görmediğini, kaç akrabanı kırdığını, kaç kez pişmanlık duyduğunu, hakkını vermeyen kaç insana kırgın olduğunu, kaçını bir kaşık suda boğmaya hazırlandığını, kaç ülkeye hiç gidemediğini, kaç sorumluluğunu yerine getiremediğini, kaç gazeteyi açamadan günün bittiğini, kaç potansiyel flörtünü düzemeden ömrünün geçtiğini, kaç aşkı yaşayamadan içinin eridiğini, kaç konseri göremeden sezonu bitirdiğini , kaç meslektaşını, için için sevsen bile kıskandığını, kaç kere ayağına kadar gelen fırsatları harcayıp gittiğini…. Hepsini biliyorum.
Haftalık programında kaç saatinin trafikte, kaç saatinin günlük işler peşinde, kaç saatinin yemek yemede, kaç saatinin domestik ilişkilerde, kaç saatinin dişçide, kaç saatinin bürokratik ve resmi debelenmelerde, kaç saatinin tualette, kaç saatinin televizyon seyirlerinde, kaç saatinin rüya alemlerinde, kaç saatinin alışverişte, kaç saatinin önlenemez minimal geyik muhabbetlerinde, kaç saatinin de özel hayat çekişmelerinde geçtiğini de çok iyi biliyorum.
Onun için bana hava atmaya kalkma, sibobunu gevşetirim.
Bilim yetişip çiplerle beynini donatana kadar, ek organlarla duyularının algılama gücünü pompalayana kadar, seni zoom yapan gözlere, milyonlarca kitap "download" eden beyin kıvrımlarına ulaştırana kadar, hafıza kapasiteni 3290 filinkine eşit bir duruma çıkartana kadar, seni multi-ekran bir beyin sinir dosyasına kavuşturana kadar…. Ben seni biliyorum, sen de beni...
Herşeye rağmen ilave edeyim ki tembelsin. Kibirlisin. Zaman fakirliğine mahkum zavallı bir zibidisin. Kıçından gizlice ter damlayan şaşkın ve ukala bir garipsin.
Mecburi mütevaziliğini bilip, onu bile pazarlamaya kalkma, zaten başka hiçbir şansın yok.
Hadi yürü, anca gidersin, haddini bil, aynaya bak, gör halini, attırma tepemi.
Bedri Baykam, Haziran 1987
1994'te Cannes'da yayınlanan CAMELEON DIABOLICUS (Şeytani Bukalemun) gazetesine göre BEDRİ BAYKAM KİMDİR ?
Kültürel Gerilla-Politik Militan-Tual Boyacısı ve Satıcısı-Gerçeküstü ve Absürdün Senaristi-İflah Olmaz Playboy-Sinema Aktörü-14 Kedi ve İki Köpek Babası-Politik Yazar-Harika Çocuk-Uluslararası Tenis Hakemi ve Oyuncusu-Çay İçicisi-Sanat Tarihçisi-Porno Albümleri, 33 Devir Plak ve Tual Resimleri Koleksiyoncusu-20. Yüzyılın İkinci Yarısının En Önemli Ressamı-Irkçılıkla Mücadele Örgütlerinin Ömür Boyu Üyesi-Amerikan Bilardosu ve Al Pacino Fanatiği-Berkeley California Aşığı-2. Sınıf Futbolcu, 1. Sınıf Golcü-Gece Kulübü İşletmecisi-Fenerbahçe Fanatiği-Legal Kağıtlar Düşmanı-Medya Starı-Türkiye'nin Andy Warhol'ü-Issız Plajların Gediklisi-Arşivci-Nü Fotoğrafçısı-Gazete Yayıncısı-İmin Bimi-En iyi Yeni Dışavurumcu Ressam
İKONOTLAR (Baykam’ın Girly Plots kataloğundan)
Hayatı hatırlıyorum. Modellerimi hatırlıyorum. Lisa, Holly, Angelique, Olivia, Novella, vs. Malzemelerimi hatırlıyorum. Kehoe Beach’i ve dalgalarını hatırlıyorum. Zaman dışı bölgeler. Depeche Mode’u hatırlıyorum. Öğleden sonra kaçamaklarımı hatırlıyorum. Sonsuz gökleri hatırlıyorum. Saten çarşafları hatırlıyorum. Coleen ve bebeğini. Kaliforniya’yı hatırlıyorum. Tüm o strip-tizleri hatırlıyorum. Bütün o sahte yürek yakan, delikanlı kandıran işveli kızları ve taşan zevk sularını hatırlıyorum. Danks Perfecto. Ben hatırlıyorum, sen hatırlıyor musun? İşte Geçti Gidiyor Gençliğim. Türk’ü hatırlıyorum. Yoğun öğleden sonralarında. İyi Vakit Geçirmek İçin Esther’i Arayın. Ağır beş dolarlık banknotlar hatırlıyorum. Kobalt mavisi ve cadmium kırmızısını hatırlıyorum. Diil. Açık hansa sarısı. Doku kontrastları. Islak kutucukları hatırlıyorum. Bir de köpekleri. Tut bakalım. Bir Avuç Dolar İçin. Tekrar ve tekrar arkanı dön bana. Hayır, hayır, günbatımları daha güzeldir. Kızları hiç dinleme. Derin nefes al. Bana yaslan. Hülyalar ve hafif uykular hatırlıyorum. Dişi Entrikalarla kuşatılmış vaziyetteyim. 42. Cadde’de uzun yürüyüşler. Holly, Holly, Hawaii. O göğüsleri hatırlıyorum. Cinnamon Candida. Ruhun Heykeli. Biliyor musun, servis dahil. Rinsomatic Tuzak dostum. Lütfen bu gece benim tişörtümü giy. Sana şimdi dokunsam daha iyi olur. Bu gece bende kalabilirsin. Yarından sonra sakın beni unutma. Yes sir, I can Boogie. Seni pis genç sapık seni… Berkeley’de College Avenue’yu hatırlıyorum. Siz hiç kentlerin deniz kızlarını gördünüz mü? Suratında Ruj Lekesi Vardı. Ama o kız nefis bir parçaydı. Ben sana Tanrı’nın haklı olduğunu söylememiş miydim? Evet seninle gölge oyunları oynayabiliriz, ama lütfen randevusuz gelme. Gerçekten acıttım mı? Hay aksi şeytan! En son ne zaman bir evde zilin çalmasını bekledin durdun? Seni zaman makineme bindirebilmeyi isterdim. Sansürcü yobaz maşalarının olmadığı yerlere götürebilmek için. Jozet, metresim mi olmayı tercih edersin, yoksa yarı saydam flörtüm mü? Evet, evet geçti gidiyor gençliğim. I Can Get No Satisfaction. Gitme vakti gelmeden önce benim için soyunur musun? Laf olsun diye. Değişiklik olsun diye. Beni bulutlara as. Elektrik gözler. Biraz daha açabilir misin lütfen? Bu odanın daha çok ışığa ihtiyacı var. Size Selim Targan beyi tanıştırabilir miyim? O, tüm zamanların kahramanı olmak için sırasını bekliyor. Ben değil. Bu intiharvari bir tablo. Ben tekrar orda olmak istemiyorum. Beni rüyalarına sıkıştırabilir misin? Çok ıslak. Affedersin ama burada tüm haklar yalnız benim. Gel sana şu mallarımı bir göstereyim. Çok hoşuna gidecek. Okyanusun gücü, seninle benimkinden çok daha fazla. Avustralya’yı hatırlıyorum. Bak şöyle anlatayım sana. Şimdilik söyleyebileceklerim bu kadar. Biliyor musun, beni hiç korkutamıyorsun. İkonografik fuhuşlar. Etraftan duyduğuma göre o yavru artık kızlarla düşüp kalkmaya başlamış. Kemiğine kadar domal. Hindistan cevizi ve parça çikolatalı kremalı lütfen. Tam Amerikan aç-açı. Hadi ordan. Kelebek. Al onu al, hediyem olsun sana. Leo Par İs’i anımsıyorum. Dar kaltak odacıkları. Hâlâ üşüyor musun? Hayır ben Cola’yı sonra alayım. Odanı delikten gözetleyebilir miyim? Burada bekçiye ihtiyacımız yok. Hayır, hiç déjà vu filan gelmedi başıma. Her şey şimdi ve burada yaşanıyor. Daha iyi vakit geçirmek için Toni’yi ara. Bu kahve ılık. Bir daha dene. İnan değer. Bırak seni sonsuza kadar harcayayım.
2001 YILI DÜNYA SANATÇISININ
BİLİNÇALTI IZDIRAP MANİFESTOSUDUR…
Dünyadaki bütün büyük kitabevlerini gezip, her birinde en az bir tam gün geçirip, paramın yettiği ya da yetmediği tüm kitapları satın alıp, bu tonlarca heyecan ve görsel şöleni uçaklarda tek kuruş ekstra bagaj ödemeden kütüphaneme taşıyabilmek isterdim.
Kütüphanemdeki tüm kitaplarımın her birini temenni ettiğim ciddiyette okumam toplam 2147 yıl alacak olsa bile, onların en az herbirinin sayfalarını çevirmiş ve bunlara göz gezdirmiş olmak isterdim.
Dünyadaki tüm önemli büyük sergileri gezip, bir de üstüne kıyıda köşede kalmış gizli eski veya yeni yıldızların işlerini de görmüş olmak isterdim.
Dünyanın her müze ve galerisindeki büyük sergileri gezerken, önünde durduğum yapıtın üretiliş sürecinde sanatçının özel hayatındaki kişi ve olayların bu yapıta olan etkileriyle ilgili en ilginç ve en mahrem anektodları bilip, çevremdekilere en sade ve en masum ses tonuyla aktarmak isterdim.
Beğendiğim her işin görsel izini kafamın hiçbir zaman anlayamayacağım düzenine göre "dosyalayıp" gözümün, belleğimin, alnımın, elimin altında tutmak isterdim.
Kendime ait her taze bilgiden seçtiklerimi anında gezegenin 190 ülkesindeki benim nabzımı anlayabilecek milyonlarca insanın adresinden oluşmuş e-postalara tek bir tuşla yollayabilmek isterdim
Kendime ait geçmişten gelen her önemli bilgiyi, evrağı, hatırayı herkesin takip edebileceği bir sırada ve kronolojide kitaplaştırıp, bunu yukarıda belirtilen e-mail listesinin tümüne yollayabilmek isterdim.
Rüyalarımın hepsini geceleri video kayda alıp, daha sonra tamamını eksiksiz izleyerek beynimin yaratıcılığının tüm gizli kalmış dehlizleriyle tanışmak isterdim.
Dünyanın tüm siyasi oluşumlarını izleyip, her ülkenin her noktasında haksızlığa uğrayan, ezilen, iftira edilen, sömürülen kesimlere sanatımla veya fikirlerimle destek olup ses getirebilmek, onlara yardım edebilmek isterdim.
Dünyada çeşitli baskı rejimlerinde hapse atılmış, şiddete maruz kalmış tüm aydınlar için düzenlenen kampanyaları yakından takip edip, hepsine militanca katılabilmek isterdim.
Gerek eski tarihi eserleri, gerek çevreyi ve doğayı, gerek hayvanları korumak için yapılan tüm organizasyon ve toplantılara katılıp, maddi ve manevi olarak hepsini desteklemek isterdim.
Beni ilgilendiren felsefi, sanatsal, siyasi, tüm web sitelerine girip, onların hepsini kana kana içercesine okumak, birbirleriyle ilişkilerini ve çapraz yorumlarını kurmak, onların benim düşüncelerimle olan bağlarını oluşturmak ve bütün bu sentezi anlaşılır, okunur, takip edilir, mantıklı bir metine dönüştürebilmek isterdim.
Arkadaşım olan ve olmayan sanatçıların tüm sergi davetlerine icap edip, bana sundukları tüm metinleri okuyup, kusur etmeden hepsine teşekkür edip, bu deneyimlerden kendime hisse çıkarmak isterdim.
Ürettiğim sanatın özgün ve orjinal olmasını ama insanlık ve sanat tarihinin tüm omurga ilişkilerini tartışma götürmez şekilde bünyesinde taşımasını isterdim.
Dünyanın tüm ilginç filmlerini sinemada veya geniş ekranlı televizyonlarda izleyip, tüm önemli tiyatro, happening ve operalarını takip edip, hepsinin en önemli anlarını beynimde askıya alabilmek, her birinde emeği geçmiş teknik kadro ve sanatçıların isimlerini, kariyerlerinin flaş anlarıyla beraber hatırlayabilmek isterdim.
Dünyanın tüm ülkelerini gezip, en önemli arkeolojik ve eski eser müzelerinin tüm işlerini, teknik fişlerini okuyarak inceleyip, Dünya tarihinde nereye oturduklarını, birbirlerini nasıl etkilediklerini bilerek izlemek isterdim.
Ülkemin ve dünyanın önemli gazete ve dergilerini Kennedy taramasıyla bile olsa okuyup, kendimi gündemin her beni ilgilendiren maddesini takip eder duruma getirmek isterdim.
Geçmişte hakkımı vermeyen, beni önemsemeyen, bana çelme atan her insanın hatasını anlayıp yüzleri kızararak benden özür dilemelerini ve bunu büyük bir tevazuyla kabul edip onları tüm günahlarıyla beraber affetmek isterdim.
Toplumun ve dünyanın tüm sanatsal iktidarı ve entelijensiyasının, tüm yaptıklarımı hakkını vererek izlemesini, benim arzu ettiğime yakın bir toklukta algılamasını, beni alkışlamasını ve de üstüne üstlük alçakgönüllülüğümü de methetmelerini isterdim.
Sanatının yüce tarihsel işlevlerini bilmeden hasbelkader medyada veya devlette bir makama yükselmiş tüm insanların, aynı gecede gaflet uykularından uyanacakları o süper partiyi organize edip, tüm bu beyinlere enjekte edilecek “sanat konsantresi”ni de hazırlamak isterdim.
Tüm yapıtlarımın, kendi koleksiyonuma sakladıklarım hariç, dünyanın en önemli koleksiyonlarına, müzayede satış rekorları kırarak ve ana sayfa haber bültenlerine dahil edilerek satılmasını isterdim.
Evimin, atölyemin, yazlıklarımın, dağ evimin, Paris, Cannes, Tokyo, Québéc ve New York villalarımın her birinin keyfini sürecek ve her birinde değişik nabızlarda sanat üretecek kadar onları yaşayabilmek isterdim.
Ruhumu en çok besleyecek müzik eserleriyle tesadüfen karşılaşacağıma, benim için en uygun olanların kusursuzca işleyen ve benim zevkime göre programlı bir bilgisayar tarafından önüme sıralı olarak sunulmasını isterdim.
Yeryüzünde Çin ve Fransa sahilerinde Med-Cezir hareketlerini, Avustralya ve Sahara çöllerinin sonsuz kum tepeciklerini, Amazon ormanlarının balta girmemiş yoğunluklarını, Hawai adalarının şelalelerinin ötesindeki gün batımlarını, büyük kanyonun küstah bağımsızlığını, muson yağmurlarının bereketini ve adını, varlığını bile bilmediğim onca diğer doğal güzelliği, bu Dünyaya gelmiş olmama şükredecek kadar doya seyretmiş ve etkilenmiş isterdim.
Çalışmalarımın, konseptine uyan tüm uluslararası yüksek prestijli sergilerin hepsinin küratörlerinin dikkatine sunulmasını ve hepsinin büyük bir tutkuyla bu işlerimi veya yenilerini, sergilerini onurlandırmak üzere benden saygıyla talep etmelerini isterdim.
Ana çalışma masamın üstündeki mükkemmel düzende hatasız bir kurguyla işleyen bir sisteme sahip olup, yapılacak işler listemi eksiksiz ve kusursuz bitirecek, arşivden ne istersem ister görüntü, ister metin, leb demeden leblebiyi anlayarak bana getirecek, “unutma” kelimesini hiç bilmeyecek asistanlara sahip olmak isterdim.
Dünyadaki savaşların, fakirlerin, haksızlıkların ortadan kaldırılmasında etkin rol oynayacak kadar siyasi ve medyatik etkinliği olan bir sanatçı olmak, devlet adamlarını, yaptıkları kimi hatalar yüzünden mahçup duruma düşürmeden utandırmak isterdim.
Dünyanın tüm sanat dallarının her birini tarihçeleriyle beraber kusursuz bilip, her birinin birbirleriyle olan ilişkilerini takip edebilmek ve onların neşe içinde evlenmelerini sağlamak isterdim.
Komple bir atlet gibi sanatlararası ilişkilerin hergün filizlendiği bu ortamda, on parmağında on marifet olan ve her kulvarda koşabilen bir sanatçı olmak isterdim.
Siyaset, bilim, ekonomi, iletişim gibi sanat ötesi tüm disiplinlerarası geçişleri yoğun olarak yaşamak, kesişmeleri tartışmak, bu ilişkileri felsefi olarak yorumlamak ve bu çok öznel ortamın atar damarı olmak isterdim.
Gökyüzünde gezen galaksilerin, yerden fışkıran her türlü doğal bitkinin, yeraltını birbirine katan magma hareketlerinin, atmosferde oluşan fırtınaların, orman kanunlarının, mantığını, oluşum silsilerini, iç düzenlerini, yani “evrensel hakikat” denilen bütünlüğünü, birliğini, en azından inine erzak taşıyan bir karıncanın hareketlerinin nedenlerini ve hedeflerini anladığım kadar algılayabilmek isterdim.
Yunan, Mısır, Hint, Çin, Japon, Afrika ve Okyanusya mitolojilerinin tüm hikayelerini, aborijinel sanatın detaylı sadeliğini, felsefe tarihinin Sokrat’dan Aristo’ya, Konfüçyüs’den Mevlana’ya, Rousseau’dan Kant’a, Hegel’den Marx’a, Nietzsche’den Sartre’a, Lacan’dan Baudrillard’a tüm atar damarlarını, avucumun içi gibi bilip, onları gereken her yerde bilge görünmek için değil, gerçekten o çağdaş yoruma taban oluşturacak ve ışık tutacak bir değer kattıkları zaman kullanmak isterdim.
Annibal’den Atilla’ya, Kleopatra’dan Napolyon’a, Atatürk’ten Churchill’a, Kissinger’dan Gorbaçov’a kadar bu dünyaya yön vermiş tüm liderlerin detaylı kişisel ve düşünsel yaşam hikayelerini, tarihin akışındaki keskin dönemeçleri, neden oldukları sosyolojik devinimleri ezbere bilip, bunların kültür tarihine olan etkilerini beynime kazımak isterdim.
Homerus’tan Aristophanes’e, Dostoyevski’den Çehov’a, Molière’den Racine’e, Hugo’dan Celine’e, Faulkner’dan John Fante’ye, Yaşar Kemal’den Orhan Pamuk’a, Kundera’dan Camus’ye, Nedim Gürsel’den Evelyn Lau’ya kadar klasik ve çağdaş tüm romanların tüm karakterlerini ve hikayelerinin tüm unutulmaz anlarını karşılaştırmalı olarak ele alabilmek isterdim.
Dünyada değerimi anlayacak, bana esin kaynağı oluşturacak, bana aşık olacak, bana heyecan verecek, her insanla sayısız kısa ve uzun zengin ilişkiler yaşamak isterdim.
Sanatın tüm Dünyadan ırkçılıkları, puştlukları, çıkarcılıkları, çirkin ihtirasları tasfiye etmesinde öncü bir rol üstlenmek isterdim.
Önyargı ve kıskançlıktan gözü kararmış olarak kendi gelişimini durduran, etrafına kin saçarak yaşayan entellektüel dünyanın potansiyel adaylarını kurtaracak sihirli bir şerbeti üretip içkilerine katmak isterdim.
Arkadaşlarımın, dostlarımın, akrabalarımın, eleştirmenlerimin, galericilerimin doğum günlerini hatırlayıp, onları gerektiğinde hastanede, evlerinde ve işyerlerinde onlara ihtiyacım olmadığı anlarda da kusursuz ziyaret edebilmek isterdim.
Kedi ve köpeklerimin orta yerlere sıçmamalarını, kötü kokmamalarını ve bana şefkat akıtmalarını isterdim.
Aramızdan göçüp gitmiş ve şu ya da bu nedenle bu dünyadaki “sayılı nefesi” süresince sanatını, edebiyatını hakettiği şekilde topluma anlatma fırsatını bulamamış olan geçmiş dönemlerdeki aydınlarımızın değerlerini su yüzüne çıkaracak olan derin araştırmaları yapmak ve onları ebedi sanat ortamına kazandırmış olmak isterdim.
Vefat eden sanatçı dost veya tanıdıklarımın hepsinin cenazesine istisnasız, uzaklarda düzenlense bile katılabilmek, geçmişte ölmüş sanatçı ve edebiyatçıları anma törenlerine katılıp, ruhlarını yüceltecek birer anma ve araştırma yazısı yazmak isterdim.
Eşimin, sevgilimin ve çocuklarımın paşa gönlüm arzu ettiği an yaşayacağım tüm yeni gönül maceralarına hoşgörü, sevecenlik, hatta sevinçle bakmalarını, bu ilişkilerden yeni boyutlara atlayacağımı hesap ederek benim adıma sevinç duymalarını isterdim.
Kilo almadan, kan sayım değerlerini altüst etmeden, sanatçı göbeği oluşturmadan, hiç çekinmeden, işsel ve sanatsal buluşmalarda canımın her istediğini sohbete renk katacak ortamlarda afiyetle yiyip içmeyi isterdim.
Vücut denilen ve beni taşımakla yükümlü makinamın sağlam çalışması ve bu tarihi önemi olan yüce görevini gerektiği gibi yerine getirebilmesi için ona gerektiği kadar spor yaptırmayı, gereken besinleri vermeyi, onu sık sık ihmal etmeden kontrolden geçirmeyi isterdim.
Aileme, eşime, çocuklarıma, babama, anneme, sevgililerime sonradan pişman olmayacak kadar vakit ayırmak, onlarla uzun uzun sohbet edip, beraber özel hayatın güzel saatlerini paylaşmak isterdim.
Benim gibi bir üst varlığın en az bir kaç yüzyıl yaşaması için gerekli tıbbi ilerlemelere pek yakında erişilene kadar, beni taşıyacak dahi bir doktorum olsun isterdim.
Üreteceğim her yeni düşüncenin, içinde yüzdüğüm tüm bu bilgi okyanusunun içinden, ihtiyacı olan her veriye anında, doğru yerde, doğru zamanda ulaşabilmesini sağlamak isterdim.
Sihirli bir düğmeye bastığım an kendimi, beni bağlayan tüm profesyonel, sosyal, siyasi ve etik bağlardan kurtararak özgür bir marjinal dünyanın bohem hayatına bırakmak, dalgaları yeni tanıştığım bir sevgilimle veya özenle aradığım yalnızlığımla adını bilmediğim bir adada günlerce izleyip, hayal gücüme ve duyularıma uçabilecekleri yeni alanlar sunmak isterdim.
Saat dilimlerini uzatabilmeyi, zamanı dondurabilmeyi ve insanoğlunu ışınlayabilen teknolojileri kolayca kullanabilmeyi isterdim.
İçgüdü ile bilginin, zerafet ile kararlılığın, ermişlikle yüksek mücadele gücünün, hassas ortalamasını yakalamak isterdim.
Her ihtimama rağmen şayet bir gün bedenim beni terkederse, tüm eser ve düşüncelerimin bir vakıf tarafından ebediyete kadar taşınmasını, yaşadığım tüm ev ve atölyelerin aranıp bulunup müze olarak korunmasını, özel eşyalarımın, saçlarımın ve bıraktığım tüm izlerin kapışılmasını isterdim.
Gerektiği zaman bir cümle, bir hareket veya bir bakışta, bu manifestoda sözü edilen her bilgiyi özümsemiş olarak tükürebilmek isterdim.
Bu saydıklarımın 10.000'de birini yapamayan birçok sanatçının, bunların tamamını yapabilen bilge ve insanüstü ilahlar havasıyla aramızda gezdiği, bu konuların varlığından bile haberi olmayan popüler palyaçoların ise, medya tarafından kral ilan edilerek aramızda gezdirildiği bir dünyada, rahatça nefes alıp, doya doya hatta katıla katıla gülebilmek isterdim.
İşte bunların hiçbirini yapamıyorum, yapamıyorsun. Sen beni biliyorsun, ben de seni. Kaç kitap, kaç dergi okumadığını, kaç web sitesi görmediğini, kaç mektup yazmadığını, kaç sözünü tutmadığını, kaç filmi, kaç sergiyi görmediğini, kaç akrabanı kırdığını, kaç kez pişmanlık duyduğunu, hakkını vermeyen kaç insana kırgın olduğunu, kaçını bir kaşık suda boğmaya hazırlandığını, kaç ülkeye hiç gidemediğini, kaç sorumluluğunu yerine getiremediğini, kaç gazeteyi açamadan günün bittiğini, kaç potansiyel flörtünü düzemeden ömrünün geçtiğini, kaç aşkı yaşayamadan içinin eridiğini, kaç konseri göremeden sezonu bitirdiğini , kaç meslektaşını, için için sevsen bile kıskandığını, kaç kere ayağına kadar gelen fırsatları harcayıp gittiğini…. Hepsini biliyorum.
Haftalık programında kaç saatinin trafikte, kaç saatinin günlük işler peşinde, kaç saatinin yemek yemede, kaç saatinin domestik ilişkilerde, kaç saatinin dişçide, kaç saatinin bürokratik ve resmi debelenmelerde, kaç saatinin tualette, kaç saatinin televizyon seyirlerinde, kaç saatinin rüya alemlerinde, kaç saatinin alışverişte, kaç saatinin önlenemez minimal geyik muhabbetlerinde, kaç saatinin de özel hayat çekişmelerinde geçtiğini de çok iyi biliyorum.
Onun için bana hava atmaya kalkma, sibobunu gevşetirim.
Bilim yetişip çiplerle beynini donatana kadar, ek organlarla duyularının algılama gücünü pompalayana kadar, seni zoom yapan gözlere, milyonlarca kitap "download" eden beyin kıvrımlarına ulaştırana kadar, hafıza kapasiteni 3290 filinkine eşit bir duruma çıkartana kadar, seni multi-ekran bir beyin sinir dosyasına kavuşturana kadar…. Ben seni biliyorum, sen de beni...
Herşeye rağmen ilave edeyim ki tembelsin. Kibirlisin. Zaman fakirliğine mahkum zavallı bir zibidisin. Kıçından gizlice ter damlayan şaşkın ve ukala bir garipsin.
Mecburi mütevaziliğini bilip, onu bile pazarlamaya kalkma, zaten başka hiçbir şansın yok.
Hadi yürü, anca gidersin, haddini bil, aynaya bak, gör halini, attırma tepemi.
KİŞİSEL SERGİLER..
KİŞİSEL SERGİLER
1963 Sanatsevenler Kulübü - Ankara
1963 Gen-Ar Galerisi - İstanbul
1963 Turkish Information Center - Bern
1963 Galerie Difar - Geneva
1964 Turkish Information Center - Vienna
1964 Belediye Sarayı - İstanbul
1964 Sanat Severler Kulübü - Ankara 1964 Gen-Ar Galerisi - İstanbul
1964 Galerie Du Bac - Paris
1964 Turkısh Information Center - London
1965 Galerie De La Madelaine - Brussels
1965 Galerie Il Bilico - Roma
1965 Greer Gallery - New York City
1966 American Friends Gallery - Washington D.C.
1966 Gen - Ar Galerisi - İstanbul
1966 Do - Us Galerisi - Ankara
1967 Galerie Schumacher - Munich
1967 Konstfackskolan - Stockholm
1967 Galerie Hotel Intercontinental - Frankfurt
1968 Fransız Kültür Merkezi - Ankara
1968 Galerie Horhammer - Helsinki
1969 Galeri 1 - İstanbul
1969 Fransız Kültür Merkezi - Ankara
1971 Fransız Kültür Merkezı - Ankara
1972 Turkish Information Center - Paris
1972 Turkish Information Center - London
1982 Etap Marmara Gallery - İstanbul
1983 State Fine Arts Gallery - Ankara
1983 Atatürk Kültür Merkezı - İstanbul
1983 Artexpo, Coliseum - New York Cıty
1983 City Gallery - San Francisco
1984 Martin / Molinary Gallery - New York City
1984 Galeri Baraz - İstanbul
1985 Martin / Molinary Gallery - New York City
1985 Studio 800 Pine - Oakland
1985 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1985 Galerie Daniel Templon - Paris
1985 Galerie Wanda Reiff Hulsberg - Holland
1986 Va Gallery of Contemporary Art - Oakland
1986 Stephen Wirtz Gallery - San Francisco
1986 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1986 Beymen Galerisi - Ankara
1986 Artisan Sanat Galerisi - Ankara
1987 Devlet Güzel Sanatlar G. - Adana
1987 Soyak Sanat Galerisi - İstanbul
1987 Ayasofya Hamamı - İstanbul
1988 Atatürk Kültür Merkezı - İstanbul
1988 E. M. Donahue Gallery - New York City
1989 Urart Sanat Galerisi - İstanbul
1989 Urart Sanat Galerisi - Ankara
1990 Galerie Lavignes Bastille - Paris
1990 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1991 Urart Sanat Galerisi - İstanbul
1992 E. M Donahue Gallery - New York City
1992 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1992 Kızılkule - Alanya
1994 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1994 Art - Jonction - Cannes
1994 Galerie Lavignes - Bastille
1995 Galeri Nev - Ankara
1995 Ziraat Bankası Galerisi - Ankara
1995 C. A. M. Galeri - İstanbul
1995 Yıldız Teknik Üniversitesi - İstanbul
1997 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1995 Yıldız Teknik Üniversitesi - İstanbul
1996 Beşiktaş Deniz Müzesi - İstanbul
1997 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1998 Galeri Nev - Ankara
1998 1907 Fenerbahçe Derneğı - İstanbul
1999 Museum of Revolutıon - Havana
1999 C.A.M Gallery - İstanbul
1999 Galerie Zafira - Paris
1999 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
2000 İstanbul Üniversitesi - İstanbul
2001 İstanbul Üniversitesi - İstanbul
2001 Galeri G - İstanbul
2002 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
2002 Galerie Lavignes- Bastille - Parıs
2002 Siyah - Beyaz Galeri - Ankara
2002 Art Paris - Paris
2003 Dirimart - İstanbul
2003 Mine Sanat Galerisi - İstanbul
2004 Sarajevo Turkish Cultural Center - Sarajevo
2004 Tuzla Turkish Cultural Center - Tuzla/Bosna
2004 C.A.M Gallery - İstanbul
2004 Ortaköy Cultural Center - İstanbul
2004 Şişli Terakki Vakfı - İstanbul
SEÇİLMİŞ GRUP SERGİLERİ
1978 Art '78, İstanbul
1985 Salon de Montrouge, Paris
1986 1. Uluslararası Asya - Avrupa Sanat Bienali, Ankara
1987 Çağdaş Türk Sanatı, Washington
1987 Türk Sanatının Modernleşme Süreci, Galeri Baraz, AKM, İstanbul
1987 1. Uluslararası İstanbul Bienali
1988 Yusuf Taktak ve Kemal Önsoy ile grup sergisi, Urart Galeri, İstanbul
1989 Uluslararası İstanbul Bienali
1986 87, 88, 90 "Öncü Türk Sanatından Bir Kesit" sergileri
1989 Uluslararası Akdeniz Çağdaş Sanat Sergisi, Bari / İtalya
1990 Uluslararası Mahares Plastik Sanatlar Festivali, Tunus
1990 Çağdaş Türk Resmi Müzayedesi, Küsav-Sotheby's, İstanbul
1991 Çağdaş Türk Sanatı Sergisi, Tokyo / Japonya
1992 New York, Istanbul, Atatürk Kültür Merkezi, Galeri Baraz organizasyonu
1993 Yabancı - Bir Gezgin, Schiedamm Stedeljik Müzesi, Hollanda
1994 Merkez Bankası Çağdaş Sanat Koleksiyonu Sergisi
1995 Türk Sanat Festivali: Houston Güzel Sanatlar Müzesi, Houston Texas
1997 - 1998 - 2000 Türk-Yunan Sanatçılar Grup Sergisi : Yüz Yüze, İstanbul - Atina
1998 Türk Sanatında Soyut Eğilimler, Galeri Baraz
1998 "41 Yıl, 41 Ressam" Marmara Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul
1998 - 1999 Yaşayan Türk Plastik Sanatlar Sergisi, Bilim Sanat Galerisi, Ankara, İstanbul, Paris
1998 Uluslararası Kahire Bienali, Mısır
2000 "Riskli Gölgeler", Marmara Üniversitesi, İstanbul
2000 Çağdaş Türk Plastik Sanatından Kesitler, Amiens / Fransa / Paris / İstanbul
2000 "Buts", Circle d'Art du Cailar, Camargue / Fransa
2000 "La Course Camarguaise", Cercle d'Art du Cailar, Camargue, Fransa
2000 Nimes Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı. Fransa
2001 "Made in Turkey" Mine Sanat Galerisi İstanbul
2001 "Aykırı İşler" Galerist İstanbul
2001 "Modern Türk" Topkapı Müzesi son 50 yılda Türk modern ve çağdaş sanatı İstanbul
2001 Relation. Turkish and Belgian artists group show. Bilgi Üniversity İstanbul
2001 Sacred Mediterannean. Cataniâ University. Sicilya
2002 60 Years, 60 Artists. Eczacıbaşı. Sanal Museum
2002 II. International Buenos Aires Art Festival. Argentina
2003 The Passion of Zahoor Ul Akhlaq Art Gallery of Missisauga. Ontario Canada
2003 "AND". Istanbul Culture Art Museum. Harbiye Military Museum. İstanbul.
2003 "EDGES OF THE EARTH" China Art Academy. Hangzhou, China
2004 "Nude". Milli Reasurans Gallery. İstanbul.
2004 "Monkeys' Right to Paint". With Murat Çelik and Volkan Aslan. İçel Art Club, Mersin.
2004 - 2005 "Five Person Exhibiton". Bedri Baykam, Tomur Atagök, Servet Demirtaş, İsmet Doğan, Yusuf Taktak. Binyıl Art Gallery.
1963 Sanatsevenler Kulübü - Ankara
1963 Gen-Ar Galerisi - İstanbul
1963 Turkish Information Center - Bern
1963 Galerie Difar - Geneva
1964 Turkish Information Center - Vienna
1964 Belediye Sarayı - İstanbul
1964 Sanat Severler Kulübü - Ankara 1964 Gen-Ar Galerisi - İstanbul
1964 Galerie Du Bac - Paris
1964 Turkısh Information Center - London
1965 Galerie De La Madelaine - Brussels
1965 Galerie Il Bilico - Roma
1965 Greer Gallery - New York City
1966 American Friends Gallery - Washington D.C.
1966 Gen - Ar Galerisi - İstanbul
1966 Do - Us Galerisi - Ankara
1967 Galerie Schumacher - Munich
1967 Konstfackskolan - Stockholm
1967 Galerie Hotel Intercontinental - Frankfurt
1968 Fransız Kültür Merkezi - Ankara
1968 Galerie Horhammer - Helsinki
1969 Galeri 1 - İstanbul
1969 Fransız Kültür Merkezi - Ankara
1971 Fransız Kültür Merkezı - Ankara
1972 Turkish Information Center - Paris
1972 Turkish Information Center - London
1982 Etap Marmara Gallery - İstanbul
1983 State Fine Arts Gallery - Ankara
1983 Atatürk Kültür Merkezı - İstanbul
1983 Artexpo, Coliseum - New York Cıty
1983 City Gallery - San Francisco
1984 Martin / Molinary Gallery - New York City
1984 Galeri Baraz - İstanbul
1985 Martin / Molinary Gallery - New York City
1985 Studio 800 Pine - Oakland
1985 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1985 Galerie Daniel Templon - Paris
1985 Galerie Wanda Reiff Hulsberg - Holland
1986 Va Gallery of Contemporary Art - Oakland
1986 Stephen Wirtz Gallery - San Francisco
1986 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1986 Beymen Galerisi - Ankara
1986 Artisan Sanat Galerisi - Ankara
1987 Devlet Güzel Sanatlar G. - Adana
1987 Soyak Sanat Galerisi - İstanbul
1987 Ayasofya Hamamı - İstanbul
1988 Atatürk Kültür Merkezı - İstanbul
1988 E. M. Donahue Gallery - New York City
1989 Urart Sanat Galerisi - İstanbul
1989 Urart Sanat Galerisi - Ankara
1990 Galerie Lavignes Bastille - Paris
1990 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1991 Urart Sanat Galerisi - İstanbul
1992 E. M Donahue Gallery - New York City
1992 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1992 Kızılkule - Alanya
1994 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1994 Art - Jonction - Cannes
1994 Galerie Lavignes - Bastille
1995 Galeri Nev - Ankara
1995 Ziraat Bankası Galerisi - Ankara
1995 C. A. M. Galeri - İstanbul
1995 Yıldız Teknik Üniversitesi - İstanbul
1997 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1995 Yıldız Teknik Üniversitesi - İstanbul
1996 Beşiktaş Deniz Müzesi - İstanbul
1997 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
1998 Galeri Nev - Ankara
1998 1907 Fenerbahçe Derneğı - İstanbul
1999 Museum of Revolutıon - Havana
1999 C.A.M Gallery - İstanbul
1999 Galerie Zafira - Paris
1999 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
2000 İstanbul Üniversitesi - İstanbul
2001 İstanbul Üniversitesi - İstanbul
2001 Galeri G - İstanbul
2002 Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul
2002 Galerie Lavignes- Bastille - Parıs
2002 Siyah - Beyaz Galeri - Ankara
2002 Art Paris - Paris
2003 Dirimart - İstanbul
2003 Mine Sanat Galerisi - İstanbul
2004 Sarajevo Turkish Cultural Center - Sarajevo
2004 Tuzla Turkish Cultural Center - Tuzla/Bosna
2004 C.A.M Gallery - İstanbul
2004 Ortaköy Cultural Center - İstanbul
2004 Şişli Terakki Vakfı - İstanbul
SEÇİLMİŞ GRUP SERGİLERİ
1978 Art '78, İstanbul
1985 Salon de Montrouge, Paris
1986 1. Uluslararası Asya - Avrupa Sanat Bienali, Ankara
1987 Çağdaş Türk Sanatı, Washington
1987 Türk Sanatının Modernleşme Süreci, Galeri Baraz, AKM, İstanbul
1987 1. Uluslararası İstanbul Bienali
1988 Yusuf Taktak ve Kemal Önsoy ile grup sergisi, Urart Galeri, İstanbul
1989 Uluslararası İstanbul Bienali
1986 87, 88, 90 "Öncü Türk Sanatından Bir Kesit" sergileri
1989 Uluslararası Akdeniz Çağdaş Sanat Sergisi, Bari / İtalya
1990 Uluslararası Mahares Plastik Sanatlar Festivali, Tunus
1990 Çağdaş Türk Resmi Müzayedesi, Küsav-Sotheby's, İstanbul
1991 Çağdaş Türk Sanatı Sergisi, Tokyo / Japonya
1992 New York, Istanbul, Atatürk Kültür Merkezi, Galeri Baraz organizasyonu
1993 Yabancı - Bir Gezgin, Schiedamm Stedeljik Müzesi, Hollanda
1994 Merkez Bankası Çağdaş Sanat Koleksiyonu Sergisi
1995 Türk Sanat Festivali: Houston Güzel Sanatlar Müzesi, Houston Texas
1997 - 1998 - 2000 Türk-Yunan Sanatçılar Grup Sergisi : Yüz Yüze, İstanbul - Atina
1998 Türk Sanatında Soyut Eğilimler, Galeri Baraz
1998 "41 Yıl, 41 Ressam" Marmara Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul
1998 - 1999 Yaşayan Türk Plastik Sanatlar Sergisi, Bilim Sanat Galerisi, Ankara, İstanbul, Paris
1998 Uluslararası Kahire Bienali, Mısır
2000 "Riskli Gölgeler", Marmara Üniversitesi, İstanbul
2000 Çağdaş Türk Plastik Sanatından Kesitler, Amiens / Fransa / Paris / İstanbul
2000 "Buts", Circle d'Art du Cailar, Camargue / Fransa
2000 "La Course Camarguaise", Cercle d'Art du Cailar, Camargue, Fransa
2000 Nimes Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı. Fransa
2001 "Made in Turkey" Mine Sanat Galerisi İstanbul
2001 "Aykırı İşler" Galerist İstanbul
2001 "Modern Türk" Topkapı Müzesi son 50 yılda Türk modern ve çağdaş sanatı İstanbul
2001 Relation. Turkish and Belgian artists group show. Bilgi Üniversity İstanbul
2001 Sacred Mediterannean. Cataniâ University. Sicilya
2002 60 Years, 60 Artists. Eczacıbaşı. Sanal Museum
2002 II. International Buenos Aires Art Festival. Argentina
2003 The Passion of Zahoor Ul Akhlaq Art Gallery of Missisauga. Ontario Canada
2003 "AND". Istanbul Culture Art Museum. Harbiye Military Museum. İstanbul.
2003 "EDGES OF THE EARTH" China Art Academy. Hangzhou, China
2004 "Nude". Milli Reasurans Gallery. İstanbul.
2004 "Monkeys' Right to Paint". With Murat Çelik and Volkan Aslan. İçel Art Club, Mersin.
2004 - 2005 "Five Person Exhibiton". Bedri Baykam, Tomur Atagök, Servet Demirtaş, İsmet Doğan, Yusuf Taktak. Binyıl Art Gallery.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)