30 Nisan 2021 Cuma

YARGISIZ İNFAZ MERAKLISI DIŞ VE İÇ GÜÇLER! | Bedri Baykam | 29.04.2021

Üzücü olan nokta şu: Bu konuda uyanık bir oportünizm ile hareket eden ve kendilerini ulusalcılardan ve Atatürkçülerden daha demokrat, daha zeki, daha dürüst göstermeye çalışan İkinci Cumhuriyetçi tayfa, ne zaman Ermeni Soykırım iddiaları gündeme gelse, Batı emperyalizmine bir selam çakmayı ihmal etmiyor! Bu artık onların olmazsa olmaz varoluş şekli! Sorsan hepsi çok demokrat, çok ilerici, çok adaletli, çok evrensel, çok çok çok! Ne yazık ki hiçbirinin akılcığına şu basit soru gelmiyor: “Yahu ben her yerde adaletten, demokrasiden, insan haklarından dem vuruyorum, burada Türkiye Cumhuriyeti’ni, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yaşandığı iddia edilen Ermeni Soykırımı üzerinden linç ediyoruz; ama bu konuda açılmış bir mahkeme yok, verilmiş bir uluslararası hukuki karar veya Birleşmiş Milletler kararı yok, ortada açık arşivler üstünden, tarafsız tarihçiler tarafından yapılmış metodolojiye uygun, kapsamlı ve şeffaf bir analiz yok! Yok oğlu yok, ama nasıl oluyor da biz kendimizden o kadar emin şekilde hem Osmanlı İmparatorluğunu hem Türkiye’yi tek kalemde soykırımcı ve yüzüne bakılmaz bir geçmişin sahipleri olarak görebiliyor ve çekinmeden gösterebiliyoruz?”

Amerikan Başkanı Biden’ın, kimileri tarafından 40 yıldır beklenen “Ermeni Soykırımı” yakıştırmasının ardından malum cenah hemen konuya atladı. Ne acıdır ki aralarında, aylardır desteğimizi alan Boğaziçi Dayanışması mensupları da vardı, yıllardır sahip çıktığımız kimi Halk TV programcıları da... (Çok değer verdiğim bu kanalın genel duruşunu tenzih ederek konuşuyorum.)

Üzülüyorum… Hiçbir gerçek aydın, normal hukuk şartlarında dünyada hiç kimseye reva görülemeyecek muameleyi kendi ülkesine yakıştırmaz! Yakıştıramaz! Bu, her şeyden önce insanlık onuruna aykırı. George Floyd‘u öldüren Amerikalı polis Derek Chauvin bile, suçu işlerken çekilen videosu tüm dünyaca bilinmesine rağmen, avukatsız ve yargısız ceza yemez!

Ama maalesef yıllardır Ermeni Soykırım iddiası sahipleri, maçı oynamadan masada kazanmak istiyorlar ve bu iştahları hiçbir zaman geçmiyor! Adeta, kendi günahlarından arınmak için, gelişigüzel ortaya atılmış suçlamalarla Cumhuriyet’i, Osmanlı’yı kısa yoldan mahkûm ettirerek, kendi sicillerini temize çekecekler!

Tabii ki AKP’nin ABD ile ilişkileri baştan beri sağlıksız. “BOP Eş Başkanı” olma sevdasıyla başlayan bu temaslar, Irak Savaşı için katliamcıya tezkere çıkarmanın beyhude çabalarıyla sürmüş, ardından inişli çıkışlı engebeli arazilerde, Beyaz Ev’den “telefon bekleyerek” süren her tür travmalı uzun yılları bünyesinde barındırmıştı. AKP’nin Irak dışında, Suriye, Mısır ve Libya’da yaptığı ısrarlı hataları, gösterdiği inatçı ve dinci gruplara yakın durmak isteyen tavırlarını da hep çok eleştirdik. Ne var ki, ABD’nin ve Avrupa’nın Ermeni Soykırımı iddiaları konusundaki zavallı, ırkçı ve hastalıklı siyasi baskıları, iftiraları ve izlediği entrika dolu, dolambaçlı pespaye yollar, Erdoğan’dan çok önceye, neredeyse 100 yıllık bir geçmişe dayanıyor. Bu nedenle ben bu noktada oklarımı iç siyasete yöneltme tercihini kullanmayacağım.

Batı, sanki bitmez tükenmez günahlarından arınmak için kurban olarak Türkiye’yi seçti. Soykırım iddialarına karşı, uluslararası alanda çoğu zaman yalnız kalan Türkiye’ye bu suçu yamamak, bu sayede kendi katliamlarını dolaylı olarak görünmez kılıp aklamak ve sanki dünyanın tarihiyle hesaplaşmasını Türkiye’ye rücu edilmiş bir fatura olarak uluslararası arenaya sunmak, vazgeçemedikleri saplantılı bir refleks haline geldi.

Biden’a verilecek doğrudan yanıtlar var: ABD’yi “soykırımcı” ilan edip, mazlum halkların hatırasına, Ankara’ya bir Kızılderili katliamı anıtı, İstanbul’a bir Irak katliamı anıtı, İzmir’e bir Vietnam katliamı anıtı dikelim. Ne yapacaklar? Onların bize yıllardır yaptıkları farklı mı? Buna mı mecbur etmek istiyorlar insanı?

Türkiye yıllardır bu konuda Ermeniler’e ve tüm dünyaya arşivlerini açmayı, yüzleşmeyi, her iki tarafın tarihçileri, hukukçuları ve uluslararası otoriteleri önünde şeffaf bir yüzleşmeye gidilmesini teklif etti. VE TABİİ Kİ KARŞILIK BULAMADI! ÇÜNKÜ BATILI SİYASİ KILIKLI ÇETELER, BİR TARİHİ YÜZLEŞMEDE SAVLARININ TUZLA BUZ OLACAĞINI BİLİYORLAR! Tehcirin ve peşi sıra yaşanan üzücü olayların, soykırım mantığıyla ilişkilendirilemeyeceğini görüyorlar. Ayrıca 31’i diplomat olmak üzere, öldürülen 58 vatandaşımızı ne hatırlamak istiyorlar, ne de o konuya girmeye cesaretleri var. Los Angeles Başkonsolosumuz Kemal Arıkan’ı 1982’de öldüren Hampig Sasunyan’ın bu yıl serbest bırakılması, tersine bu konudaki çarpık provokatif tavrın bir göstergesi. Yüzyıllar boyu farklı din ve etnik gruplarla huzur içinde yaşayan Osmanlı’nın, bir sabah vakti uyanıp “Hadi bugün ne yapalım, çok sıkılıyoruz gidip biraz Ermenileri keselim!” demiş olamayacağı, beynini biraz kullanabilen herkes tarafından zaten görülebilir!


AMERİKA’DA TÜRKLERİN DİRENCİ ARTMALI

Konunun bir de -ülkemizde daha az sözü edilen- Amerika’daki Türkler’le ilgili yanları var. Mesela Ermeni diasporasının en yoğun yerleşim noktalarından biri olan Kaliforniya’da yıllardır Türk diplomatlarına yönelik malum saldırıların ötesinde, Başkonsolosluğumuzu taciz eden, restoranlarımızı basan, sürekli bir iftira kampanyası ile vatandaşlarımızı mağdur eden gruplara karşı, artık hukuki bir kontratak yapmak istiyor, ABD’li Türkler. Atatürkçü Türklerin kurduğu ATAA Derneği’nin 2010’lu yıllarda Başkanı, değerli işinsanı Ergün Kırlıkovalı, bu konuda en çok mücadele eden, iftiracılara en donanımlı yanıtları veren vatandaşımız. Özellikle bu yıl 8 Türkün, Los Angeles Unified School District’e (LAUSD, Los Angeles’in bütün eğitim sistemini bir araya getiren resmî eğitim ağı) karşı dava açmaya hazırlanıyor olmaları son derece önemli. Çünkü LAUSD, 24 Nisan’ı Soykırım günü ilan ettirterek, 2022’den itibaren o günü okullar için resmi tatil yapmaya çalışıyor. Yanlı olarak bu insan haysiyeti ve ülkemizin onuruyla oynayan resmi kılıklı çetelerle uğraşmak ve onların yüzsüzlüklerine direnmek artık şart. Devletin, Amerika’daki Türk kitle örgütlerini desteklemesi ve bugüne kadar yaşadıkları yalnızlık psikolojisinden onları kurtararak bu ayağa kalkışa eşlik etmesi, maddi manevi destek vermesi lazım. Şu anda şımarık bir zafer sarhoşluğu yaşayan Ermeni diasporası, artık her platformda Türk tezleri ve direnciyle karşılaşmalı. Bu özgüveni Kaliforniya ve hatta Amerika’da veya Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımıza kazandırmak, resmi mücadelenin açık destekçileri olarak sahada yer almalarını sağlamak, artık Türkiye’nin vazgeçilmez taktiği olmalı.

24 Nisan 2021 Cumartesi

GEORGE FLOYD “CİNAYETİ” NİN TESCİLİNİN ANLAMLARI | Bedri Baykam | 22.04.2021

Amerika’da polislerin özellikle siyahileri akıl almaz bir umursamazlıkla infaz etme hastalıklarını yıllardır konu ediyorum. Bu konu radarıma George Floyd cinayeti ve takip eden dev protestolar sonucunda girmedi. Yıllardır süren bu alçaklıkta, polislerden bile daha çok Amerikan politikacıları, hukuk sistemi ve özellikle başkanları sorumluydu gözümde. En büyük hayal kırıklığım da Obama’ydı, tabii ki. Döneminde yaşanan sistematik öldürmeler dizisine elle tutulur şekilde ses çıkarmadı, “utanıyorum, siz insan değilsiniz” diyemedi; kendisinden önceki başkanların profilinde davrandı, arada üzüntü ifadeleri ve kısa tepkileri olsa bile kuzuların sessizliğine büründü. Amerikan polisleri de Obama’nın bu tavrını tabii ki yeşil ışık olarak gördüler. Sanki siyahilere “sizden biri başkan olsa da bizim cinayetler sürecek” demiş oluyorlardı. Tabii biz, Amerikan polislerinin içine yerleşmiş o ağır ırkçı faşist psikopat gruptan söz ediyoruz, hepsinden değil.

Minneapolis’te, George Floyd cinayetinin davasında nihayet jüri bir karara vardı. Katil, “ikinci derecede kasıtsız işlediği cinayet”ten, “üçüncü derece cinayet”ten ve nihayet “ikinci derece adamı öldürme”den suçlu sayıldı; yani her üç suçtan birden! Yaptığım ön okumalar da bunun 40 yıl +25 yıl +10 yıl, toplamda 75 yıllık bir hapis cezası anlamına geldiği, fakat her ülkeye göre değişebilen malum infaz yönetmelikleri 30 veya 40 yıl civarına düşürülebileceği şeklinde. Bu arada, kamuoyu tepkisinin dev boyutları dışında savcının yorumuyla ağırlaştırıcı bir başka neden öne çıkarılıyor: Dokuz yaşında bir çocuğun, bu cinayetin işleniş sürecini takip etmiş olması! Bu bilgi ne kadar dehşet verici gelse de birkaç hafta sonra alınacak nihai kararda öne çıkan bir veri olarak kabul edilmesi de o kadar alkışlanacak bir bakış açısı. Ülkemizde, Amerika’daki polis cinayetlerinden çok daha sık yaşanan kadın cinayetlerinde bu alçaklıkları çocukların önünde yapan şerefsizlerin cezalarında ne denli arttırma gidildi? Tersine kravat takıp mahkemede “efendi” durduğu için suçu ve ceza süresi kısaltılan canileri biliyoruz.

Sonuçta, 45 yaşında olan katil polis Derek Chauvin, büyük ihtimalle cezaevinde yaşlanarak ölecek veya oradan ancak 80-85 yaşlarında çıkabilecek. Bu mahkeme kararının en önemli noktası şu, Chauvin Minnesota’da bir sivili öldürmekten ceza alan ilk beyaz polis! Artık bu karar Amerika için emsal gösterilebilecek ve polisler bu cinayetlerden altı ay işten uzaklaştırılma veya kınama veya bir yıl pasif göreve çekilme gibi sözde yaptırımlarla kurtulamayacak… diye umuyoruz! Özellikle Başkan Biden’ın “Floyd’un son sözleri ‘nefes alamıyorum’du. Bunu hiçbir zaman aklımızdan çıkaramayız” demesi ve genel ağır demeçleri, umut verici olabilir.

Floyd’un avukatları, ailesi ve destek olan kitle örgütleri büyük sevinç gözyaşlarıyla bu kararı kutladılar ve anlamının derinliğini bize hissettirdiler. Floyd davasının baş avukatlarından Benjamin Crump’ın, Floyd’un kardeşlerinin ve diğer akrabalarının sözlerinden bazıları: “Başsavcıya teşekkür etmek istiyoruz. Artık babasının çok nazik bir insan olduğunu vurgulayan yedi yaşındaki kızı Gianna, onun dünyayı değiştirebildiğini görecek”, “Şükürler olsun ki birbirimizle dayanışma içinde beraber kalma gücünü bize verdin”, “Bu mahkemeye gelip katil polis aleyhine ifade veren diğer meslektaşlarının da isimleri tarihe geçecek!”, “Jüri sayesinde sevinç gözyaşları içinde ağladık. Muhteşem bir avukatlar grubumuz vardı, bize dünyanın ve Amerika’nın her yerinden sürekli destek veren, o sistematik ırkçılık ve şiddetli baskıyla savaşan aktivistlere de büyük bir alkış gönderelim”, “Bu olayın ve bu kararın artık polislerin davranışları konusunda her şeyin değişeceği bir an haline dönmesini istiyoruz”, “Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi bizleri iki kere aradı”, “Bu mücadeleyi hep canlı tutacağız ve vazgeçmeyeceğiz; bu olay sonuçlanana kadar biz de nefes alamıyorduk şu anda nihayet nefes alabiliyoruz, nihayet uyuyabileceğiz!”

Ben makalemin Floyd bölümünü tamamlarken önüme düşen bir başka haber vardı: “Ohio’nun Columbus kentinde polis siyahi bir genç kızı vurarak öldürdü.”


AMERİKAN BARONLARININ AVRUPA FUTBOLUNA DARBE DENEMESİ

Birkaç gün süren histerik bir medya patlamasında, aylardır saman altından yürütülen “Avrupa Süper Ligi geliyor” sesleri birden somutlaştı ve karşılığında dev bir tepki dalgası tokat gibi geldi. Fenerbahçe TV’deki programımda bu tepkiyi verenlerden biriydim. Şampiyonlar Ligi formatından çıkıp birbirleriyle oynamak isteyen 12-15 meşhur ve güçlü futbol kulübü, bu ayrılığı ilan etmeye kalkıştılar! Para doyumsuzluğuyla bilincini kaybetmiş ve sporun asaletini, olimpiyat ruhunu, eşitlik ilkesini ve yarışmaların ancak bu şekilde değer kazanması olgularını Amerikan JP Morgan Bankası’nın kasasından çıkacak 3-4 milyar dolara satmaya hazır büyük kulüp başkanlarının ve doların kokusuyla bilincini kaybeden başka bazı yöneticilerin şımarıklığı ellerinde patladı. Paranın perspektiflerini yok ettiği bu insancıklar, iki büyük dağa tosladılar. İlki futbol fanatiklerinin alkışlanacak ağır tepkisiydi. Adı geçen büyük takımların taraftarları dahil herkes, “Aman ne güzel, bundan sonra durmadan dev maçlar izleyeceğiz, bize ne diğerlerinden” demeden şiddetli tepkiler yağdırdılar. Futbolun, öncelikle herkesin kendi lokal liginde başladığını, basamakların hak edilerek çıkıldığını ve tarihe yayılan bu köklerin değerini onlardan iyi kimse bilemezdi. Futbolu seven ve anlayan taraftarların ve futbol yazarlarının tepkisini tamamlayan tabii ki FIFA ve UEFA’nın gösterdikleri kararlı tavırdı. Bu durumun parçası olan takımların futbolcularının Avrupa Şampiyonası ve Dünya Şampiyonası’nda yer alamayacakları, bu takımların ihraç edilecekleri ve yok sayılacakları ilan edildi. Balon, daha fazla hava basamadan büyük suç ortaklığının ellerinde patladı. Futbolu sırf daha fazla para getirecek bir show-business gören Amerikan baronları artık kös kös odalarına dönüp başka vurgun fırsatları arayacaklar...


TÜRKİYE?

Aaa, siz bana Türkiye’yi mi soruyordunuz? Şark cephesinde değişen bir şey yok. Nutuk’un okutulmasını, dağıtılmasını yasaklayabileceğini sanacak küstahlıkta “Milli Eğitim müdürleri”, kendi bakanlıklarından kendi hesaplarına 9 milyonluk alışveriş ödemesi yollayacak rahatlıkta bakanlar, televizyonları arayıp “Neden benim laiklik kaldırılsın demem, o tartışmalarda veya sosyal medyada tepki konusu oluyor ki, beni arayın bana sorun” diyecek kadar Cumhuriyet, adalet ve demokrasi yörüngesini kaybetmiş milletvekilleri, ne ararsanız ortada yeni gündem olarak geziniyor… Bu hafta, onları da siz bana yazın!

18 Nisan 2021 Pazar

BU TELAŞ, BU KARARTMA ÇABALARI NEDEN? | Bedri Baykam | 15.04.2021

 Normal bir ülkede, benim size bugün yalnız 15 Nisan, Dünya Sanat Günü’nü yazmam lazım. Ama maalesef, ne gezer! Leonardo da Vinci’nin doğum gününün, UPSD’den çıkan bir fikirle uluslararası kabul görmesi ve önce Uluslararası Sanat Dernekleri, ardından UNESCO tarafından Dünya Sanat Günü kabul edilmesi kadar keyifli bir konu yerine, bildiğiniz üzücü kısır gündemimizle boğuşuyoruz. Her şeye rağmen Dünya Sanat Günümüz kutlu olsun!


Gündemimize geri dönersek, amiraller krizinin hiç değilse şimdilik rafa kaldırılması, sürekli beterin beteri ile karşılaştığımız ülkemizde her şeye rağmen yüreklerimize su serpti. Paşalar ifade verdikten, gözaltında tutulduktan ve adli kontrolle serbest bırakıldıktan sonra insanlar oldukça karışık hisler yaşadılar. Bir taraftan yine bir “Silivri zindanları” deneyiminin ortasına gitmektense ailelerine kavuşmaları sevinç gözyaşları yarattı, diğer taraftan ise hak etmediklerine inandığımız bu zorluklarla yine boğuşuyor olmaları da sayısız vatandaşın tepkisine neden oldu.

Türkiye inanılmaz bir ülke. Biz çarşamba günü bunları konuşurken, her saniye gerilim hattı yükselebilen, patlamaya hazır, hiçbir gazetecinin 48 saat sonraki manşetleri tahmin edemeyeceği çılgın bir diyar!


EMEKLİ BİR ASKER NE İSTER Kİ?

Bu topraklarda emekli bir asker ülkesinin esenliği, güvenliği, huzuru ve saygınlığının korumasından başka ne ister ki? Hiçbir şey! Para-pul veya sıfat arayışı yoktur. Para arayışında olsalardı, asker olmazlardı; Atatürk’ün ordusunda eriştikleri rütbelerin ötesinde onları tatmin edecek hiçbir sıfat olmadığı için, kendi apoletlerinin ötesinde hiçbir hırslı hedef barındırmazlar. Dolayısıyla değerli amirallerimizin “aksi halde” diye başlayan cümlelerindeki tek amaç, ülkenin huzurunu kaybetmemesine ve 15 Temmuz gibi günler yaşamamasına herkesten daha yoğun olarak çekmek istedikleri dikkattir.

“Mavi Vatan” gibi kanı en kırmızı akanların gözünü yaşartacak bir kavramı kararlılıkla adeta yaratan Cem Gürdeniz gibi bir büyük vatanseverin “kaçmak bana yakışmaz” cümlesini sarf etmeye mecbur bırakmış olmak, benim açımdan ülkemin en acı hüzün sebeplerinden biridir. Yaşanan tam kendisinin dediği gibi “bir iletişim kazası”; keşke öngörülebilseydi. Amiral Bülent Olcay’ın “Balyoz davasında 997 gün özgürlüğümden mahrum kaldım. O zaman kaçmadım. Bu dava sürecinde de böyle bir düşüncem olamaz” cümlesi kulağımıza küpe olsun. Amirallerimizden Mustafa Özbey’in Merkez Orduevi’nde “Eşinizi ve eşyalarınızı alıp hemen burayı terk edin” gibi bir cümle ile karşılaşabilmiş olması hepimizi yaraladı! Komutan Turgay Erdağ, “kumpastan daha kırıcı” cümlesini kullandığına göre yaşadığı iç kanamayı anlamaya çalışabiliriz. Diğer bir amiralimiz, Türker Ertürk, Atatürk hakkında panellere beraber katıldığım, yurtseverliği taşkın, çelik iradeli, gözü pek bir Atatürk askeridir. Ata’nın geçmişini, kendi geçmişini ve bu değerler için nasıl canını vermeye hazır olduğunu bilmek bu duygusallıkla en beklenmedik anda gözünü yaşartabilir. Beyni her gün Türkiye’nin daha güzel bir geleceğe yol alması için çalışır durur.

Kimse, Atatürk’ün paşalarını, orduya sızan veya yerleştirilen FETÖcülerin sahte paşalarıyla karıştırmaya kalkmasın! Zekeriya Öz’ün, haklarında “iddialı” savcı rolüne soyunduğu Atatürk paşaları, hiçbir surette kaçmaz ama yobaz niyetlerle asker üniformasını harmanlamaya çalışan soytarılar, 15 Temmuz’da olduğu gibi foyaları meydana çıkınca kaçmışlardır. Hala bilmiyoruz, onlara ülkeyi ve geleceğini teslim edenler, yaşananlardan ne kadar utandı? Bilemiyorum, belki de aynen bir dönem “İkinci Cumhuriyetçi” mantık yoksunu koltuk değneklerinin göstermeye tenezzül ettikleri tavır kadardır…


BU SORUNUN DERT OLMASI KİME YARIYOR?

Bu arada sakın amirallerin göreceli de olsa özgürlüklerine kavuşmuş olmalarının keyfini doya doya çıkarabildikleri bir ortam olacağını sanmayın! Bildiğiniz gibi, yalnız bizim ülkemizde yaşanabilecek bir başka gerilim, şimdiden onunla rekabete girdi bile: “128 milyar dolar nereye gitti?” cümlesi anlaşılan pek yakında bir ulusal güvenlik sorunu haline dönüşecek! Öte yandan bu soruyu hemen “cumhurbaşkanına hakaret” ile ilişkilendirilen bazı savcıların varlığı aklımı gerçekten karıştırdı. Şu açıdan anlam veremedim: Tersine, böyle bir soruyu hemen “cumhurbaşkanına hakaret” olarak nitelemenin, cumhurbaşkanını töhmet altında bırakabileceğini düşünüyorum ve başka bir anlam veremiyorum! Soru afişinde yer alan bir saray silueti, olsa olsa ülkenin başına bu sorunun sorulduğu anlamına gelir. Ben mi anlayamıyorum? Hele polislerin CHP örgütünde “128 milyar nereye gitti?” sorusunu binalardan indirmek için vinçlerle olaya dalmaya kalkışmalarını şaşkınlıkla izledim.

Türkiye’de neyin suç olarak ele alınıp alınamayacağını normal bir zekaya sahip bir insanın anlaması kesinlikle mümkün değil. Çünkü bu çok değişken bir olgudur; kim olduğunuz, siyasi düşünceniz, hangi gruba ait olup olmadığınız, kurduğunuz bir cümlenin kimin tarafından nasıl anlaşılacağı veya nasıl anlaşılmak isteneceği, başkasının bir fikrini yaymış olsanız bile fikri öne sürenden daha sorumlu bir hale nasıl gelebileceğiniz, dünyanın diğer ülke vatandaşlarının kolay anlayacağı durumlar değil. Bunlar bizim kendi mutfağımızın çok özel ve öznel konuları!

128 milyar dolar, kolaylıkla hayal edebileceğimiz bir para değil. Aslında muhteşem ötesi bir para! Afrika’da açlığı yok edebilecek, insanlığa yeni kapılar açabilecek bir miktar. Ama öğreniyoruz ki, bu para ile dünyanın en büyük gökdeleninden 107 adet yapılabiliyormuş; unu duyduğumda ise o paranın değeri çok azalıyor. Diğer bir değerlendirmede, kaç adet savaş uçağı satın alabileceği veya kaç adet Scud füzesi haline dönüşebileceği… Bunlar bizim aklımıza bile gelmeyecek para “değerlendirme” alanları! Açlık nasıl yok edilir, kaç adet çağdaş sanat müzesi açılır, hayvanlar nasıl sorunsuz yaşayabilir, bizim beynimizin refleksleri bu konular…

Düşünüyorum da, halkımız “böyle bir para kayboldu, soruşturulması da engelleniyor” dendiği zaman “Allah Allah niye acaba istemiyorlar?” diye düz bir mantıkla konuyu daha fazla düşünüyor. Bilmem bu sade verileri daha incelediği oluyor mu iktidarın!

Sonuçta, onlar da bir yerlerde siyasi beklenti hataları yapıyor ki, artık bugünkü şart ve yasalarla seçime yaklaştıkça hiddetlenip bir yandan baskı ve “Atatürkçülüğü karartma operasyonları”nı hızlandırmaktan başka çare göremiyor, bir yandan da muhalefetin ve yazarların sıkça hatırlattığı İnönü’den şu cümle gündemde yankılanıyor: “Tarih kürsüsünden halinizi seyrediyorum, suçluların telaşı içindesiniz.

9 Nisan 2021 Cuma

AKP VE SONSUZ MAĞDURİYET SENFONİSİ! | Bedri Baykam | 08.04.2021

Ben en çok müze gezmeyi, tereyağlı Bursa İskender kebabı yemeyi ve heyecanlı bir maç izlemeyi severim. Peki AKP ve iktidar en çok neyi sever? Bütün gücü ellerinde bulundurmalarına rağmen ağır bir mağduriyet edebiyatına girişmeyi ve bunun karşılığında kimleri suçlayarak bunun acısını çıkaracaklarının dökümünü yapmayı, tehdit etmeyi sever.


AKP, Cumartesi gecesi kendisine altın tepside sunulan bu mağduriyet fırsatının üstüne atmaca gibi atladı. Adeta bir “muhtıra” gibi değerlendirilen bildirinin ardından haberler patlatıldı, telefonlar açıldı, Cumhuriyet Başsavcıları devreye girdi ve ülkenin yüzakı amirallerimizden bu girişimi organize ettiği söylenen 14 isim ya gözaltına alındı ya da ifade vermeye çağrıldı. Duyan zannedebilirdi ki, yeni bir 15 Temmuz yaşanıyordu!


AMİRALLER ÜZERİNDEN HEDEF ANA MUHALEFET!

Erdoğan, dünkü AKP Grup Toplantısı’nda, fırsat bu fırsat diyerek “dış bağlantıları araştırın” ve “bedeli neyse ödeyecekler” şeklinde tehditlerle amiraller üzerinden CHP’ye saldırmaya devam etti. "Türkiye'nin dizlerinin üstüne çökmüş bir ülke haline gelmesini sabırsızlıkla bekleyenler olduğunu zaten görüyoruz. Bunlar Türkiye işgal edilse, keyifle kadeh kaldıracak kadar ülkelerinden nefret eder hale gelmiştir."

Anlaşılan ortada şu tehlike var: Erdoğan, “Bu 104 kişinin içinde bizzat CHP üyesi olan kendisi, karısı, yeğeni, oğlu olanlar var. (…) Çok açık net söylüyorum, şu anda bu emekli generallerin merkezinde CHP'nin kendisi vardır. Bu 104'ün içerisinde şu anda CHP üyesi olanlar vardır. İncelemeler devam ediyor, kim bilir daha ne kadar çıkacak” diyerek amiraller bildirisini CHP’ye bağlamaya çalışıyor. Çünkü herhalde artık seçimlerden pek bir ümidi yok! Bu yüzden “Emekli Amiraller, talimatı ne yazık ki kendi Başkomutanları Kılıçdaroğlu’ndan alıyorlar” diyerek CHP liderini hedef gösterdi.


Pazar günü, amirallerin bildirisi nedeniyle ortalığın karıştığını televizyondan izleyen halk, oldukça ufak bir şekilde ve hızla ekrandan kaydırılarak verilen metni doğru düzgün okuyamadı. Anlaşılan birileri iktidarı fena kızdıran bir şeyler söylemişti, ama ne söylemişlerdi? Halbuki “amirallere büyük tepki” diye sırayla herkes ekranlarda turnikeye alınmıştı. Hiçbir kanal, bildiri imzalayan amiralleri ekrana çıkarıp “Sayın Gürdeniz, sayın Paşam, sayın Ertürk, ne demek istediniz, hassasiyetiniz neydi? ‘Bu bir muhtıra’ diyenler var, buna yanıtınız ne?” diye sorma gereği duymadı! Bu, tam anlamıyla yeni Türkiye’nin demokrasi görünümlü tek ses medyasının kaçınılmaz tavrıydı!

Yandaşlar, bu fırsatı medyada en güzel şekilde gole çevirmek için tepe tepe kullandılar! “Muhalefetin erken seçim çağrısından bağımsız değil”, “demokrasiyi ortadan kaldırmak için bir araya geldiler”, “darbeye zemin hazırladılar, iktidara parmak salladılar”, “anayasayı ortadan kaldırmak istiyorlar” diye ortalığı ateşe vermeye devam ettiler. Her noktada suç aramaya başladılar, içerde ve dışarda… Hedef, FETÖ dönemi metodlarını devreye sokup cadı avına geçerek, heyecanlı ve derin hikayelerle yüklü iddianame taslaklarını alevlendirmekti. Hangi Türkiye’de? Bahçeli’nin her beğenmediği karardan sonra, “Anayasa Mahkemesi’nin de kapanması artık ertelenemez bir hedef olmalıdır” demekten çekinmeyerek en büyük suçu işlemekten korkmadığı, “Ayasofya imamı”nın her gün İstanbul Sözleşmesi, faiz veya laiklik hakkında ulema uslubuyla atıp tuttuğu AKP Türkiyesi’nin çarpık sözde demokrasi ortamında!

Demokrasi, artık Türkiye’de kendine has, özel tanımlamalarla mevcut. Yasalar, Erdoğan ve iktidar yandaşıysanız başka, muhalifseniz başka uygulanır. Kürsü suçları, sosyal medya suçları, köşe yazısı ve manşet suçları, her iki kesim için gece ve gündüz gibi farklıdır. Atatürkçülere yönelik hakaret ve provokasyonlarda, adalet sistemimizde geniş bir demokratik hoşgörü egemendir. Karşıt benzer durumlarda ise, konu adalete intikal edemeden bazen kolluk kuvvetleri şüphelinin kapısına dayanabilir!


ALATURKA DEMOKRASİMİZ

Amirallerin “düşünceyi ifade etme ve eleştirme hak ve özgürlükleri”, anlaşılan iktidar için eski bir Türkiye sendromudur! Onların gözünde bu komutanlar, hiçbir zaman sivil sayılmayacaklardır. Söyleyebilecekleri her cümle, sanki silahlar ve askerler hala onların emri altındaymış gibi kabul edilerek dinleniyor. Emekli büyükelçiler ve amirallerden sonra eski parlamenterler de benzer bir bildiri yayınladılar. Ama iktidarı ilgilendiren tek şey, bunlardan birini darbe çağrısına benzetmek. Bu da ancak amiraller sayesinde ulaşılan bir oportünizm kapısı…

Aslında amirallerin bildirilerini servis etmeyi seçtikleri saat, içerik olarak onlarla aynı şeyi söyleyen ben dahil, herkesi şaşırttı. Avukatlarından duyduğuma göre bu bir bilinçli ve ortak bir karar filan değildi, işin akışının gelip dayandığı bir gecikme sonucu akşam üstü saati kaçırılıp son an ekleme ve çıkartmalarıyla 22:42’de yayınlanmış bir bildiriydi. Aslında ertesi sabah 11:00’i beklemeleri ve “Yüce Türk Milleti’ne” hitabını kullanmamaları daha mantıklı olabilirdi, ama sonuçta o gece yayınlamaya karar vermişler. Bu da, iktidarın da bu fırsatı değerlendirip durumu darbeye benzetmek için 22:42’yi gece yarısı olarak nitelemesine zemin hazırlamış oldu.

Yaratılan ortamda ağa ilk takılıp bedel ödeyen kişi Meral Akşener… Amiraller bildirisini “zevzeklik” olarak nitelerken Akşener, o anda kendi bindiği dalı kestiğini anlayamadı. Fark ettiğinde ise iş işten geçmişti. Türkiye gibi bir ülkede siyaset yapmanın ne kadar zor olduğunu ve insanların çeyrek asır akıttıkları teri bir kelimede riske sokabildiklerini tekrar gördük. Sayın Akşener’in danışmanlarının hızla gelişen ortamlarda refleks gösteremediklerini de anlamış olduk.

İçişleri Bakanı Soylu, Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı resmi Twitter hesaplarından aynı açıklamayı yayınlayarak normalde hiç yapmayacakları şekilde topa girdiler ve amirallere “edepsizlik” gibi ağır sözlerle yüklendiler. Sonuçta işin gelip dayandığı nokta şu: Ülkesi için ömür boyu canını vermeye hazır olan yurtsever amirallerimiz, şu anda bambaşka suçlamalarla karşı karşıyalar. Halbuki, gerek FETÖ konusunda gösterdikleri direnç, gerek “mavi vatan” tanımlamasını devletin yaşamına geçirmiş olmaları, gerek Atatürkçü, Cumhuriyetçi çizgileriyle ömürleri boyunca ordumuza hizmet etmiş olmaları, onların bence tartışılmaz esas kimlikleri.

Paşalarımızın, FETÖ kumpasıyla haksız şekilde Silivri zindanlarında yıpratılmasının 7 yıl ardından bu sefer yine başka bir hedef tahtasına oturtulmaları, kolay hazmedilir bir durum değil. Adaletin bir an önce bağımsız bir şekilde tecelli etmesi ve iddiaların gerçek dışılığının kanıtlanması en büyük dileğimizdir.

3 Nisan 2021 Cumartesi

163’TEN İRTİCA AÇILIMINA, AYM DÜŞMANLIĞINA ÖLÜM YOLCULUĞU | Bedri Baykam | 01.04.2021

Bir ressam olarak konuşuyorum, güzel bir manzara resmi, yavaş yavaş eklenen küçük fırça darbeleriyle, siz fark etmeden nasıl bir meydan muharebesine çevrilebilir, çok iyi bilirim. Bir orman, ‘imarı çıktı’ kılıflarıyla nasıl parsel parsel talan edilir, bir sahil nasıl işgale uğrarsa, aynen öyle…

Birileri bizi enayi yerine koyuyor, hem de hiçbir rahatsızlık hissetmeden. Bizler de çeşitli konulara tepkilerle bir nevi deşarj olup hızla değiştirilen esas tablo hedefini gözden kaçırıyoruz.


İKTİDAR 7.VİTESTE ATATÜRK’Ü SİLMEKLE MEŞGULKEN...

İktidar, Atatürk Türkiyesi’nden uzaklaşma hızında altıncı vitesten yedinci vitese geçti. Her yerde, her noktada yapılan ağır müdahalelerin bazıları çaktırmadan bazıları ise abartılı şekilde, filin zücaciyeci dükkanına girmesi mantığıyla yapılıyor. Ulu Önder ve Cumhuriyetimize karşı yapılan bütün bu akıl almaz silme operasyonu sürerken de arada “Gazi Mustafa Kemal”, “değerli Atatürk”, “Cumhuriyeti kuran gazi ve şehitlerimizin büyük özverileri unutulmayacak” şeklinde, acının farkına varmamamız için damardan belirli dozlarda uyuşturucular veriliyor. Suda haşlanırken, ölüm seviyesine geçecek kurbanın son tepkilerini etkisiz hale getirmek için zerk edilmiş dozlar bunlar. “Merak etmeyin bir şey yok; Cumhuriyet, Atatürk ve bildiğiniz Türkiye yola aynen devam ediyor”. Zaten halkın beyninin yarısı Covidden nasıl korunacağı ile diğer yarısı da ay sonunu getirme dertleri ile mücadelede; geri kalan küçük bölümü de futbol kavgaları, sosyal medya oyalanmaları, aile içi sevinçler/ölümler ile kaplanmışken, TSK’ya veya askeri okullara girişte hangi kelimeler silinmiş yerine hangi cümleler konmuş, 85 yıllık Montreux Anlaşması gibi konuların ölümcül önemleri fark edilemiyor. İktidarın verdiği ara uyuşturucu dozlarının doğal tamamlayıcısı da tabii ki günlük diğer gündemler…

Bakın, sizleri iki dakikalığına 1988-1990 arasındaki yıllara götüreceğim. Bugün bize dayatılan, zoraki kabuk değiştirmelerle ortalığı kan revan içinde bırakan Atatürk ve cumhuriyetten uzaklaşma sürecinin akıl almaz ilk adımı neydi? 141 ve 142. maddeler ile beraber, şeriat propagandasını yasaklayan 163. maddenin de Türk Ceza Kanunu’ndan çıkarılıp atılması! “Demokratikleşiyoruz” makyajı altında yapılan bu değişikliğin yaşanmaması için rahmetli Muammer Aksoy, Türkan Saylan, Aysel Ekşi ve mücadeleye hala devam eden Oktay Ekşi, Yekta Güngör Özden ile sayısız hukukçu ve kitle örgütü önderi ile beraber büyük bir mücadele verdik. Maalesef, biraz da içten hançerlenerek, bu savaşı kaybettik. Özalizmin göbeğinde, herkesin bozuk düzenden nasibini almakla meşgul olduğu bir süreçte, bir kısım demokrat insan da saf bir şekilde bunun eski kalıplardan kurtulmak için atılmış bir demokrasi adımı olduğuna kendilerini inandırmışlardı.

BUGÜN YAPILMAYA ÇALIŞILAN ORDU DÖNÜŞÜM FELAKETİ

Bugün, 163. maddenin yok edilişinin 31. yılında, “irtica tanımı muğlak” bahanesiyle, Harp Okulları ve Astsubay Yüksekokulları’na giriş şartları arasında bulunan “irticai ve bölücü görüşleri benimsememiş veya bu faaliyetlere karışmamış olmak” hükmünün kaldırılması ve bunun yerine “terör örgütlerine veya milli güvenliğe karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen gruplara üyelik, iltisak ya da irtibatı bulunmamak” şartı getirilmesi artık bu ilk korkunç adımı tamamlayan son ölümcül fiyonk niteliğinde.

Bahçeli’nin, "Madem irticai faaliyetlere karşı bu kadar hassastınız, o zaman FETÖ'nün 1980'li yılların başından itibaren askeri okullara nasıl sızdığını, örgüt üyelerinin nasıl kamufle olduklarını, ne çabuk hafıza kayıtlarınızdan çıkardınız?" şeklindeki 15 Temmuz’a gönderme yapan bilgi ve mantıktan uzak yorumu da “gerekçe-sonuç” bahaneleriyle bu korkunç operasyonu küçümsemeye ve aradan geçirmeye yönelik bir çabadan başka bir şey değil. İrtica ile beyni yıkanmış veya bu kökenden gelen bir aile yapısına sahip birinin TSK’ya sokulması, “laiklik kaldırılsın, faiz yok edilsin, İstanbul Sözleşmesi feshedilsin” diyen imamlardan çok daha farklı bir çöküş yaratır. Bu değişikliği savunanlar, devletin ağır silahlarını irticanın eline veriyor. İleride bu güce erişen laiklik, çağdaşlık ve demokrasi düşmanı insanlar bu silahları kendi halkına karşı yönelttiği veya tehdit unsuru olarak ortaya koyduğu zaman, kim kafasını nereye vuracak? Yeniden bir “kandırılma sorunsalı” mı dinleyeceğiz? Engin Altay ve Özgür Özel bu olayın vahametini ortaya koymak için gecesini gündüzüne katıp duyarlılık oluşturmaya çalışıyor, ben ise aklı başında her siyasiden bu ivedi ve cesur tepkileri vermelerini, masaya yumruklarını vurmalarını bekliyorum. Özellikle, sağ kökenden gelip ana muhalefet partisine girmiş insanlardan da bu ağır konuda çok daha net ifadeler görmek istiyorum. Bu konu, yoğun bakımdaki bir hastanın oksijen maskesini çıkararak onu ölüme taşımaktan farksız bir hamle! Abarttığımı mı zannediyorsunuz? Üzülerek hatırlatayım ki, 40 yıldır “paranoya” diye eleştirilen her görüşüm haklı çıktı. Hem de haksız çıkabilmek için bu uğurda ömrümüzü ters dalgaları durdurmaya adamışken… Fark şu, Silahlı Kuvvetlerimizi adeta yok etmek isteyen bu hamle gerçekleşirse, 5-10 yıl sonra yine bu doğruları haykıran bizler haklı çıktığımız zaman, size seslenebileceğimiz mecralar da olamayacak! Bizi dibine atmak istedikleri çukurun derinliğini ve geri dönülmezliğini daha nasıl anlatabilirim?


SON DAKİKA: DEVLETİN AYM’SİNİ DE KAPATABİLEN BAHÇELİ!

Son dakika gündemi: AYM’nin HDP dava dosyasını Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na iade edip yeniden düzenlenmesini talep etmesinin ardından, Bahçeli’nin “HDP’nin kapatılması kadar Anayasa Mahkemesi’nin de kapanması artık ertelenemez bir hedef olmalıdır” sözleri, artık gözlerin nasıl köreldiğini bize mükemmel şekilde göstermektedir. Bu yaşanan, “folie des grandeurs” tutkusuna girenlerin, nasıl kendilerini devletten üstün görebildiğinin kanıtıdır.


Yapmaya çalıştığım, konunun günlük siyasi bir olay olmadığını anlatmak ve bu büyük operasyonun hangi yöntemlerle yaşama geçirileceğinin kodlarını deşifre etmek.

Siyasette, insan ilişkilerinde, sanatta, toplumsal olaylarda, durumlar ve değişimler vardır. 1981’de yaptığım “Durum ve Değişim” serisinin ana konusu budur. Durumlar, bazen direkt fark edilir bazense yavaş yavaş gelişir; çok önemli görünmeden, arada en fazla homurdanmalara neden olacak şekilde dev bir tsunaminin hazırlık safhası olurlar. Değişimlerde ise, deprem olmuş gibi, ülkeler, rejimler, hayatlar, toprak her şey altüst olabilir, göçük altında kalınabilir ve hiçbir şey anlayamamış insanlar “Bunlar da nereden çıktı, alt tarafı şurada ‘dolar çıktı dolar indi’ diye oyalıyorduk” diye baka kalırlar, bilmem anlatabildim mi?