Bu
satırları okurken, elinize aldığınız her gazete, baktığınız
her televizyon size “Yaşar
Kemal’in toprağa verildiğini”
aktarıyor olacak. Yani bu hesaba göre her biri size yalan söylüyor.
Kim kalkıp Yaşar Kemal’i gömebilir ki? Alay mı ediyorsunuz
dünyayla? O dünyanın her yerinde düşüncesi, görüntüsü, sesi
ile her renkten insanda
yolculuğuna
devam eder... Bugün de, yarın da, 1000 yıl sonra da!
Türkiye’nin
üç gündür yaşadıklarını, belki ancak 1980’de Jean-Paul
Sartre’ın ölümünden sonra Fransa’daki ile kıyaslamak mümkün!
Varoluşculuğun büyük filozofu, insan haklarının ve solun yeri
doldurulmaz isminin cenazesi de Paris’te benzer bir dev buluşmayla
sonsuzluğa uğurlanmıştı. Fransa ve dünyadaki her ülke şimdi
Yaşar Kemal’in ölümünü vatandaşlarına duyuruyor. Bu dev
yankı, bir yandan Yaşar Kemal’in yokluğunu seslendiriyorsa da,
aslında onun evrensel ölümsüzlüğünü müjdeliyor yeryüzüne.
Ölümün ne olduğunu bilmiyoruz ki! Neler olup bittiğine dair
ortada yalnız rivayetler var! Ölüm denilen şey her neyse, bu onun
en güzeli, en kutsanmışı olsa gerek! Ölümsüzlüğe geçişin
dünyevi töreni bu! Nobel almakla veya almamakla ölçülemeyecek
bir şey. Nobel’in şanssızlığıdır, Yaşar Kemal ismini
listesine ekleyememiş olmak.
Hani
meşhur “yerelden yola çıkarak evrensele varmak” dedikleri şey
var ya, işte Yaşar Kemal bunu en güzel şekilde başardı. Sayısız
dile çevrildi. Evine gidenler bilir, çarpıcı romanlarının her
dile tercüme edilip yayınlanmış halleri kütüphanesindeki yerini
almıştır. Çukurova’dan yayılan haykırışın dünyaya
yayılmış tescilli belgesidir her bir kitap...
Yaşar
Kemal’in erişmek istediği bir rüya vardı. Kimi zaman doğrudan,
kimi zaman çetrefilli yollardan gelerek bunu ortaya koydu: Hümanist
ve bağımsız sosyalizme erişmek. Bu eşitlikçi ve dürüst dünya
düzeninin hatasız hayali veya kararlı takibi, kesinlikle
Sovyetler’in o baskıcı izdüşümlerinden daha değerliydi. Yaşar
Kemal her insanı severdi. Taksicinin de, ayakkabı boyacısının
da, balıkçının da, herkesin hikayesini, anekdotlarını dinler,
onlara ait efsaneleri bulup çıkarmak istercesine o ruhlarla temasa
girerdi. Ne kadar ilginçtir ki, AKP kadrolarından Kemalistler’e,
tüm sol fraksiyonlardan dev işadamlarına kadar ülkede herkes şu
anda Yaşar Kemal’in yasını tutuyor. Büyük yazarın ateşkesin
ana gündemi oluşturduğu gün aramızdan ayrılması birçok insana
göre bir işaret. Umarım kirli pazarlıklarla her gün bu konularda
restleşenler, hiç olmazsa bu kez onun adına saygı gösterip
farklı bir duruş sergilerler.
Herkesin
aynı anda sahip çıktığı Yaşar Kemal, Sunay Akın’ın da
vurguladığı gibi Türkiye’nin ta kendisidir. O güneyin,
doğunun, dağların, ovaların, kasabaların Yaşarı’dır,
Kemali’dir, Sadıkı’dır. Dünya yazarı olmadan önce ırgat
katipliği, işçilik, yazıcılık, şairlik, “röportajcılık”
yapmıştır! Sonuçta tarlaların, yolların, kahvelerin,
güçsüzlerin, hak arayanların dili, iletkeni olmuştur.
Yaşar
Abi’nin hayat mücadelesine atılma ve talebelik yıllarındaki en
yakın arkadaşlarından birini, hatta sıra arkadaşını çok iyi
tanırım. Adı Suphi’ydi. Babam olurdu kendisi... Az mı dinledim
ondan ortak yaramazlıklarını! Az mı gülerek anlattılar bana
lakaplarını, maceralarını!
1983’te,
tam 15 yıllık bir aradan sonra İstanbul’daki ilk sergimin
açılışında o kalabalığın ortasında yanıbaşımda Yaşar abi
vardı. Güven verici yorumlarını bonkörce dağıtıp bana destek
oluyordu. Sık sık birbirimizin evine giderdik. Basınköy’de
yağmurlu havalarda uzun yürüyüşlerde bana hep romanlarından
hangilerini, hangi sırada okumamı tercih ettiğini anlatırdı.
Sonra evde Tilda’nın demlediği çayla beraber kek yer ısınırdık.
Hatta bir gün beraber resim bile yapmıştık! Tilda’nın özenli
tercümeleriyle Yaşar Kemal efsanesinin uluslararası arenaya
taşınmasındaki dev emeği, Türk edebiyatının en güzel
borcudur.
Her
haksızlığa, uğursuzluğa başkaldıran Yaşar Abi, günün
sonunda daima doğrunun kazanacağına inanır, temiz hırsıyla
iyilerin mücadelesine destek verirdi. Belki kendisinde yadırgadığım
tek nokta, geniş anlamda çoksesliliğin ve demokrasinin ne kadar
büyük savunucusuysa da, kendi yaşamında eleştiriye oldukça
kapalı olmasıydı. Bu da herhalde gergin mücadelelerle geçen
yaşamının bir çeşit özkorumasıydı, kimbilir...
Şimdi
tekrar soruyorum size, yerel destanlardan, öykülerden, en çağdaş
dille kaleme alınmış bir dünya edebiyatı çıkaran bu devi, kim
nasıl gömebilirmiş, şaşarım! Cumhuriyet bile hazırladığı
ekin kapağına “Bir yanardağ söndü” yazmış. Arkadaşlarım
adına özür dilerim. Heyecandan aceleye gelmiş. Doğrusu şu: “Bu
yanardağ artık hiç sönmeyecek!”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.