30 Mayıs 2018 Çarşamba

CUMHURBAŞKANI ADAYLARINA HİÇ DE MARJİNAL OLMAYAN “MARJİNAL KONULAR”! | Bedri Baykam | 29.05.2018


Geçtiğimiz Cumartesi günü, UNESCO’da verdiğim “Dünya Sanat Günü” konferansı için gittiğim Paris’ten döner dönmez, ayağımın tozuyla Ulusal Kanal’da, Osman Güdü’nün “Kent ve Yaşam” programına konuk oldum.
Güdü, haklı olarak Cumhurbaşkanı adaylarının kent, çevrecilik, kültür, sanat gibi konularda hiçbir şey söylemediklerini ve bu konunun üzerine gidilmesi gerektiğini söylüyordu. Sonuçta, muhalefetin bu konuları neden gündeme getirmediğini en mantıklı ve doğal şekilde herkesin zaten düşünebileceği gibi izah ettim: Ülkede 15-16 yıldır siyaset, hukuk, demokrasi, ekonomi, yolsuzluk o kadar çamurlu tarlalara takıldı ki, halk nefes alamaz ve yarınlarını göremez hale geldi ki, doğal olarak toplumun farklı kesimlerinin güvendiği cumhurbaşkanı adayları, bunlarla ilgili söylemlerine öncelik vermek durumunda kaldılar. Yoksa her birinin bu konularda televizyon sohbetimizde yaptığımız hatırlatmaları zaten bildiklerine ve düşündüklerine eminim. Buna rağmen bu toparlamayı yaparak muhalefetin kucağına bırakmak istedim. Ayrıca en önem verdiğimiz başlıklardan, “Hayvan Hakları” konularında adaylar ne kadar içten ve samimi olurlarsa o kadar güven verirler. Aynen LGBT yürüyüşlerinin faşistçe yasaklandığı bir ülke olma ayıbını kaldırılması konusunda söyleyeceklerinin önemi gibi...

KANAL İSTANBUL FELAKETİ
Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek lazım. Muharrem İnce, seçildiği gün yapacağı işler arasında, Kanal İstanbul saçmalığını durduracağını galiba herkesten önce söyledi. Bu RTE projesinin eko-sistemimizi nasıl mahvedeceğini detaylı şekilde öğrenmek istiyorsanız, lütfen biraz internette gezinin ve TMMOB’nin veya Ahmet Küçük’ün bu konuda hazırladıkları raporları okuyun. TMMOB İstanbul İl Koordinasyonu’nun Çevresel Etki Değerlendirmesi açısından “yaşamsal bir yıkım ve felaket önerisi” olarak nitelendirdiği girişimin negatif detaylarını böylece en hızlı şekilde öğrenmiş olursunuz. Bunların her birinin detaylarına girecek olsak, bu yazının 2-3 misli bir veri alanını kaplamamız gerekir. Birkaç kritik konuyu ele alacak olursak,
45 kilometrelik güzergâhın; orman, tarım vb. ve yerleşme alanlarını, dünyada örneği nadir kalmış coğrafik varlıklardan olan Küçükçekmece Lagün ve Kumul alanlarını, İstanbul’un içme suyu ihtiyacının bir kısmını karşılayan Sazlıdere Barajı ve havza alanlarını, yok ederek geçirilmesi öngörülmüştür.
Şimdiye kadar açıklanan verilerden dahi; Kanal projesi kapsamında; Terkos havzası da dahil 3. havalimanı ve 3.köprü bağlantı yollarından geriye kalan bütün orman alanları, tarım alanları, meralar, yeraltı ve üstü su toplama havzaları, havzadaki mahallelerle birlikte, Karadeniz ve Marmara denizi ve kıyıları dahil olmak üzere bütün coğrafyanın inşaat ve yıkım alanı olarak tasarlandığı anlaşılmaktadır.

Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Saydam’a gore: Doğaya ait olmayan bu  yapay kanal, sadece yakın çevresini değil Çanakkale’den Karadeniz’e hem Türkiye’yi hem de Doğu Avrupa’yı olumsuz etkileyecek. Projenin hayata geçmesi ile Karadeniz’in soğuk ve tatlı olan suyu ile Akdeniz’den Marmara’ya, oradan da Karadeniz’e varan sıcak ve tuzlu su arasındaki denge ters düz olacak.”

TMMOB’nin bir başka hatırlatması, sözde Boğaz trafiğinin bu şekilde hafifleyeceği safsatası üzerine: 20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanmış Montrö Boğazlar sözleşmesine göre sadece Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin askeri gemileri için gemi tonaj sınırlama kuralları vardır. Uluslararası hukukun verdiği avantajla gemiler geçişlerinde İstanbul Boğazı’nı tercih edeceklerdir. Ayrıca yine Montrö sözleşmesinin 28. Maddesine göre Boğazlardan serbest geçiş ilkesi sonsuz olarak belirlenmiş olup boğazların uluslararası dolaşıma kapatılmasının olanağı yoktur.”

Bunun dışında su havzaları, tarım alanlarının göreceği dev zararlara ek olarak, bölgede deprem risklerini arttıracak olan Kanal İstanbul, duyarlı mimar ve mühendislere göre tam dar görüşlü ve sorumsuz bir proje.

ÇARPIK KENTLEŞME
Zaten diğer hükümetler döneminde de var olan ülkemizin bir büyük sorunu, gelişigüzel rant şebekelerine peşkeş çekilerek her yöne büyüyen şehirlerimizin işler acısı hali. AKP döneminde dev rant güç odaklarına teslim edilen kentlerimiz, maalesef artık her yerin betonlaştığı, gökdelen ve avmlerin yarıştığı yüz kızartıcı bir profil çiziyor. Yeşil alanların yok edildiği çocuk parkları ve spor sahalarının gülünç derecede azaldığı, park, bahçe, heykeller, meydanlar, göletler ve kentin tüm diğer çekim odaklarının yok sayıldığı ve temsiliyetlerinin en alt seviyelere çekildiği bu noktada, AKP kentlerimizin ve ülkemizin geleceğini yok ederek yalnız eş dost, yakın çevre ve yandaşlarının para makinası olarak görüyor kentlerimizi. Nüfus oranlarına göre orman-gölet, park-bahçe-spor sahaları-çocuk parkları-otopark gibi alanların katlayacağı yüz ölçüm ve bölgelerin saptanması, çağdaş kentleşmenin olmazsa olmaz verileri olarak adayların her birinin dikkat etmesi ve gündeme getirmesi şart olan temel gerçekler. Örnek bir kent neye benzer sorusunun cevabını arayanlar Moskova, Paris, Berlin, Viyana Londra, Stockholm gibi kentleri gezerek ne demek istediğimi anlayabilirler. Yüzlerce yıldır yıkılmadan korunan tarihi caddeler ve örnek heykellerle donatılmış ihtişamlı meydanlar, ormanlar, parklar, spor tesisleri, yeşillikler ve park alanları... Bunlar maalesef hasret kaldığımız görüntüler. Beton dökmek, yol yapmak, tarihi bina yıkmak, kumsal mahvetmek, her gün yeniden yolları kazıp farklı alaturka parkeler döşemek, gökdelenler dikmek, Tarlabaşı veya Sulukule gibi tarihi doku oluşturan semtlere “resmi” olarak saldırmak, maalesef bizim iktidarların kentleşmeden anladıkları. Taksim ve AKM gibi hassas konuları ise hiç girmiyorum. Onları bu sütunlarda defalarca yıllardır derinlemesine ele aldık.
Muhalefetin cumhurbaşkanı adaylarının danışmanları, kendilerine göre haklı olarak, herhalde bu konuları hiç hatırlatmıyorlar, “şimdi sırası mı?” diyorlardır yazının başında anlattığımız gibi. (Muhalefetin diyorum, çünkü RTE’nın kültür-çağdaş sanat-ekoloji-meydanlar-halkın yaşam tarzı tercihleri gibi konulara nasıl baktığını 16 yıldır ezberleme fırsatı bulduk). Halbuki halkın da bu konulara önem verdiğine eminim: Çocuklarına nefes ve taze oksijen verebilecekleri, onların oynayıp, gençlerin spor yapabilecekleri, genç aşıkların veya emeklilerin gezip oturabileceği alanlara hangi halk kesiminin ihtiyacı yok ki?

MÜZELER, SANAT KURUMLARI VE GENÇ SANATÇILAR
Muhalif cumhurbaşkanı adaylarının çok iyi bilmesi gereken bir konu, Atatürk ve İnönü sonrası, hiçbir hükümetin ülkeye bir çağdaş veya modern müze yapmamış olduğu ortada.
Maalesef kültür politikaları hiçbir zaman hükümetlerimizin önceliği olamadı bu ülkede. Bu ülkede, sanat alanı o kadar yatırımsız bırakıldı ki, tekrar tekrar söylüyorum, muhalefet cumhurbaşkanlığını kazanırsa, şu anda makam olarak kullanılan Saray, derhal modern ve çağdaş sanat müzesine dönüşmelidir. Sanat, yüz kızartıcı şekilde, Atatürk ve İnönü sonrası tüm hükümetler tarafından yok sayılmıştır. Muhalefet olarak “Çankaya” kazanıldıktan sonra, yeni cumhurbaşkanı, bu ülkenin en büyük ayıbını örtecek ve birbiriyle rekabete girecek şekilde, mesela İstanbul, Eskişehir, Adana, Diyarbakır, İzmir’den başlayarak, 5 dev çağdaş sanat müzesinin temelini atmalıdır. (Ankara’yı saymıyoruz, biliyorsunuz başkentin dev müzesi zaten hazır!). Bunun dışında her alanda genç sanatçılara, müzisyenlere, yazarlara burslar, atölyeler, mali destekler, eser satın almalar, kitap-katalog yayınlama yardımları yapılmalıdır. Yeni orkestraların, yeni tiyatro kumpanyalarının, yeni kültür merkezlerinin kurulması konusunda devlet ciddi bir destek vermelidir.
Bir ülkenin dünyadaki en önemli prestij kriterlerinden biri, modern ve çağdaş sanattaki seviyesi ve uluslararası plandaki gücüdür. Sanat batı ülkelerinde en önemli ekonomik sektörlerden biridir. Türkiye yüzünü nihayet sanata çevirmeye karar verirse, bu alanda hem doğru hamlelerle uluslararası alanda hem maddi, hem de manevi büyük bir çıkış kapısı yakalayabilir. Sanatı yok sayarak yaşamak, Türkiye’nin 75 yıldır kendisine yaptığı en acımasız ihanettir.

Bitirmek için kentlere dönecek olursak, özetle her kentin nüfusuna göre, yüzölçümüne göre, parklar, ormanlar, kültür merkezleri, spor sahaları, çocuk parkları, otoparklar, toplu taşımacılık imkanları, emekliler, hayvanlarını gezdirenler, ve herkese nefes aldıracak imkanlar sağlanmalıdır. Bu dengelerin ivedi olarak nasıl sağlanacağını muhalefeti temsil eden cumhurbaşkanı adayları derhal ortaya koymalıdır. Bu ülke artık devletin sanata sürekli olarak sırtını döndüğü utanılası koca bir toprak parçası olmaktan çıkmalıdır. Hem de derhal, bu yıl 9 Temmuz’dan itibaren...

22 Mayıs 2018 Salı

FENERBAHÇE’NİN ŞANSSIZ “ŞEREFLİ İKİNCİLİKLER” YILI​​ | BEDRİ BAYKAM | 21.05.2018



UMUT DOLU BAŞLANGIÇ...
Belgrad Final Four seferine, yine sevgili oğlum Suphi, 2F1B programını 13 senedir beraber yaptığımız Ferruh Tanay ve 1907’den yakın dostlarım Uğur Pasiner, Korkut Erbuğ ve Melih Mekik’le beraber çıktık. Fazla bir talebimiz yoktu şu hayattan. Avrupa şampiyonluğunu alıp Euroleague kupasıyla mest olup zafer naraları atarak Belgrad sokaklarını inletmek isteyen binlerce Fenerbahçeli arasındaydık. Ayağımızın tozuyla ilk akşam çıktığımız maçta, Zalgris’i Dixon’un maça koyduğu inanılmaz ağırlık ve yaratıcılıkla geçtikten sonra, artık Pazar günü gelecek olan şampiyonluğu bekleyebilirdik.
Zaten ondan önce bir kutlama umudu daha vardı: Cumartesi günü tüm Fenerbahçeliler bu sefer mucizenin kendilerine çalışacağına ve üç kere son anda kaybettikleri şampiyonluğu kazanacaklarına inanmışlardı. Yarı şaka yarı ciddi gelen bu umutlar, az daha gerçekleşecekti de... Çünkü maçların ilk yarısı bittiğinde Fenerbahçe 2-0 ilerdeydi, Başakşehir takılmış durumdaydı. Yani Göztepe’nin atacağı tek bir gol, fişi çekebilirdi Galatasaray’ın damarlarından. Hatta DemBa ve Selçuk, buna da çok yaklaştılar. Ama olmadı. İkinci yarıda İzmir’den gol sesi, Gomis’in penaltısıyla geldi. Hala anlamış değilim, o kritik kararı Terim nasıl aldı, Gomis nasıl kabul etti de, 3 kere üst üste penaltı kaçırdıktan sonra beyaz noktanın başına geçmeyi kabul etti? Neyse, Galatasaraylı kardeşlerimizi tebrik edip sayfayı çevirelim.

OdaTv’den iki sene önce size Berlin’de yaşadığımız bir Final Four felaketini yazmıştım. Hani CSKA’ya son saniyede kaçırdığımız şampiyonluğu... 2 saniye kala rakibin bir ribaundda parmak ucu ile giren beraberlik sayısı, uzayan maç ve hakemlerin de yardımıyla yok olan hayaller. Allah’tan Belgrad’da böyle son saniyede yaşanan bir hayal kırıklığı olmadı. Maçın ikinci yarısına 40-38 geride başlayan Real Madrid, 7-0’lık bir seri yakaladı ve maçın sonuna kadar bu avantajını bırakmadı. Yani maç aslında o 2-3 dakikada oynandı, umutlarımız orada boşaldı ve bir türlü ipin ucunu tekrar yakalayamadık. 

MAÇIN ANALİZİ
Bunu daima söyleyeceğim. Basketbol kalbe çok zararlı bir spor. Yine Belgrad’da Stark Arena’daki finalde, hop oturup hop kalktık. Maça aslında fena başlamayan Obradoviç’intalebeleri ilk çeyreğin ikinci bölümünde 3-4 tane 3’lük kaçırıp, Real de yüksek şut yüzdesine geçince, ilk çeyreği 21-17 geride kapadılar. Bu ilk bölümün tek parlayan ismi, pota altını çok iyi ve özgüvenli kullanan Ahmet Düverioğlu’ydu. 
İkinci çeyrekte skor 25-17’ye kadar geriledikten sonra, birden her maçta ortaya çıkan kahramanlardan biri belirdi. Bu Melli’ydi. İkinci çeyrekte üst üste bulduğu sayılarla farkı kapattı ve seyircinin fişini tekrar maça bağladı. Sloukas ve Wannamaker’in de katkılarıyla ilk yarı 40-38 sarı lacivertlilerin lehine sonuçlandı.
İkinci yarı yukarıda anlattığım kötü şakalarla başlayınca, Fenerbahçe bir daha eşitliği sağlayamadı. Seyirci şaşkınlık içinde alerjiyle ilgili anaflaktik şoka girercesine maça ve şampiyonluğa olan ciddi inancını hızla yitirirken, her ne kadar Melli direnmeye çalışsa da devamlı 5-7-8 puan arasında değişen fark, 3. çeyrek bittiğinde 63-55’le 8 olmuştu.
Dördüncü çeyrek, Fenerbahçe’nin sanki maçı kaybetmemek için dakikalar erirken can çekiştiği kritik bir 10 dakikadan ibaretti. Fark bir ara 10 puana çıkıverdi. Vesely’nin acizlikle yaptığı sportmenlik dışı bir faulden gelen puan kayıpları bardağı taşıran damlalar oldu. Sonuçta Real Madrid maçı 85-80 kazanıp bu dev kupayı 10. kez müzesine götürürdü ama, o lanet olasıca son saniye mucizesine Fenerbahçe tüm olumsuzluklara rağmen 2-3 kere yaklaştı. Bobby Dixon’ın nefis bir üçlüğünün ardından fark birden 81-78’le üçe iniverdi! Sonraki Madrid hücumunda Fenerbahçe faul yaptı. İlk atış kaçtıktan sonra ikinci de çemberden döndü ama ne var ki o Berlin’den beri bizi takip eden parmak uçları yine en rezil şekilde devreye girdi ve skor tekrar 83-78 oldu, “beraberliğe giden üçlük” kullanma şansımız yok oldu.

MAĞLUBİYET NEDENLERİ ÜZERİNE BEYİN FIRTINALARI
Tabii basketbolun eksperi olmayan benim ve sayısız kişinin  görebildiği bazı şeyleri neden Fenerbahçe basketin yöneticileri göremediler, bilmiyorum. Bu takımın en iyi savunmacısı Ekpe ve basketbolumuzun “Alex’i” Bogdan Bogdanovic bu takımdan ayrıldıktan sonra yerlerini dolduracak transfer hamleleri yapılamadı, bu kesin. 
Bu arada final maçında sarı lacivertlilerin normalde büyük umudu olan Vesely’nin neredeyse sıfır çekmesi, 3 sayıda kalması, Thompson, Nunnally ve Guduric ‘ın gerçekten “0” çekmeleri, koca finalin yükünün yarısının Melli üzerine nasıl kaldığının somut verileriydi. Bunlara anlaşılmaz şekilde bir Obradovic kararı eklendi: Pota altında çok etkili olan Ahmet 4 faul alınca onu saha kenarına alıp bir daha maça sokmadı. Halbuki belki Ahmet, maçın başında yaptığı gibi pota altından 6-7 sayıcık daha çıkarsa, kazanan Kanarya olacaktı. Çünkü maçın 2. bölümünde Fenerbahçe en az 10-12 puanı pota altında inanılmaz bir beceriksizlikle harcadı. Sonuçta Fenerbahçe en mükemmel oyununu oynamasa bile jokeri olarak oynayan Melli’ye yardımcı olmayı başaracak 2. ismi çıkaramadığı için kaybetti. Yarı finalde yalnız 12 dakika oynayıp 19 sayı üreten ve maçın mucizevi yıldızı olan Dixon, dün az sahne alabildi. Maçın başında, özellikle şut ve yaratıcı playmaker potansiyellerini çok iyi görmüş olan Madrid’in hocası, onu çok sağlam marke edince, Zalgris maçının MVP’si ( Maçın en iyi oyuncusu)etkili olmadı. Maçın sonlarında her şeye rağmen eldeki son koz olarak tekrar sahaya sürülen Dixon’a, güzel bazı sayı ve hareketlerine rağmen, maçın “kader-kısmet ikilisi” o saatten sonra fazla şans tanımadı. Onun da sahada gezinen Sloukas yerine oyuna daha çok girmesi yerinde olurdu. Datome’mi? O da bu takımın sorumlu vicdanı ve gizli kaptanı gibi çıktığı maçta, potansiyelinin yarısından fazlasını kullanamadı. Ya da Sinan Güler veya Melih Mahmutoğlu son anda “sürpriz 3’lükçüler” olarak devreye sokulamaz mıydı? İnsanın aklına gelmiyor değil! Ama samimi olalım: Hiçbirimiz bu takımı ve basketbolu Obradoviç kadar tanıyamayız... Elbet bir sebebi vardır kararlarının!
Maçtan sonra sevgili annemin mesajını gecikmeli gördüm: “oyunculara moral destek”... Diğer arkadaşlarımın mesajları da aynı doğrultudaydı, mesela halı saha futbol arkadaşım genç Barış Aktaş: “Çok zoruma giden ve inanamadığım bir diğer vahim durum ise, salonun dörtte üçünü hatta daha fazlasını kaplayan Fenerbahçe taraftarının maça SIFIR etki etmesi.. Bu kadar ruhsuz, sanki televizyon başında maç izler gibi.. Hem de Final Four finalii!!!”
Bizler salonda moralsizlik içinde kah oturup kah ayağa kalkıp bağırırken belki çok fark edemedik bu önderlik eksikliğini... Ama herkes söylediğine göre demek o da doğruymuş...

ON GÜNDE GELEN ÜÇÜNCÜ İKİNCİLİK
Sonuçta büyük umutlarla girdiğimiz bir finalin daha sonunda hüsran vardı. Fenerbahçeli olmak, artık böyle bir şey... Kritik, gergin ve önemli maçları kaybetmek, artık bizlerin kötü alışkanlığı oldu. Daha 10 gün önce, Akhisar’a karşı oynanan Türkiye Kupası finalinde, yine bir Aykut Kocamaaaan faciası yaşanmış ve “Ben Valbuenasız da kazanırım” inadını yaşama geçirmek isteyen Kocaman sayesinde Akhisar 3-2 kazanıp şampiyon olmuştu. Aynen 2012’de “Ben Alexsiz de play-off finalini kazanırım” diye işi inada bindirerek 3 Temmuz’un tarihi finalini Galatasaray’a hediye ettiği gibi... Neyse bunlar uzuuuunnn konular, OdaTv hafıza gigabyteları bile hepsini sığdırmaya yetmeyebilir, bu sayfayı da çevirelim. Fenerbahçe’de hiçbir başarının cezasız kalmadığı gerçeğini deşmeyi de geçelim. Aldırma gönül aldırma, diye şarkılar mırıldanıp, “bir teselli ver” kahvesiyle yolumuza devam edelim... Euroleague’de Fenerbahçe’yi üç yıl üst üste finale taşımayı başaran Obradovic ve Fenerbahçe yönetimini samimiyetle tebrik etmeyi unutmadan!


16 Mayıs 2018 Çarşamba

MUHARREM İNCE VE MERAL AKŞENER’E ÖLÜMCÜL İKAZ! | Bedri Baykam | 15.05.2018



Bu makalede okuyacağınız ikazlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini belirleyebilir. Ezberlerinizi bozarak okuyun lütfen. Türkiye’de siyasiler, genellikle satrançta 2-3 hamle sonrasını göremezler. Bunu son 30-40 yılda defalarca kanıtladıklarına şahit oldum. 1980 öncesinde, iki büyük partimiz, birbirleriyle küs kalırlarsa terörün bitebileceğine inandılar. 1989’da 163. maddeyi TCK’dan kaldırdıklarında, artık tam demokrasiye geçtiklerini sandılar. 1994 yerel seçimlerine ne kadar çok sol parti katılırsa, o kadar çok olumlu sonuç ve belediye kazanacaklarını sandılar. Bu örneklere sayısız ekleme yapabilirim, sırası değil.
Konumuz 24 Haziran seçimleri. Başta Muharrem İnce ve Meral Akşener, ne diyorlar? “Kazanınca parlamenter rejime döneceğiz”. Herhalde bu cümlenin çok havalı olduğunu ve muhalif seçmende sihirli bir etki yapacağını düşünüyorlar. “Kazanırsam Saray’dan değil, Çankaya’dan ülkeyi yöneteceğim” diyen İnce ne kadar haklıysa, “parlamenter sisteme geçiş yapacağız” cümlesi bir o kadar ölümcül tehlike içeriyor. (Bu arada İnce ve Akşener’in ikisinden biri kazanırsa, neden Saray’ı modern ve çağdaş sanat müzesi yapmaları gerektiğini başka bir yazıda detaylı olarak ele alacağım.)

YAŞANABİLECEK KRİZDEN SIKINTI DOLU KARELER
Bu neden korkunç bir hata olur, dinleyin: “Ben bugün kısa kollu gömlek giymeye karar verdim” der gibi parlamenter rejime geçilmez. Bunu söyleyen ve bu sözü veren ne yapacak? Muhalefet olarak seçimi kazanır kazanmaz mecburen gereğini yapmak için bu sözün olurunu arayacak. Bunun da anlamı şu oluyor: 16 yıl sonra ilk defa seçim kazanmış olan muhalefet, bunun sevincini yaşayamadan, kendini yeni bir rejim kaosunda ve “referandum-seçim” spiralinde bulacak. “İlk defa seçim kazanmak”tan söz ediyorsam, bildiğiniz gibi bunun nedeni, Haziran 2015’te en azından “grup” olarak kazanılan seçimin dev sevincini, aynı gece Devlet Bahçeli’nin anlamsız çıkışlarıyla yeni seçim talep ederek söndürmüş olması!
Neyse, Bahçeli kabusunu şimdilik rafa kaldırıp yaşanabileceklere göz atalım: Parlamenter rejime dönüş sözü veren siyasimiz, mecburen hemen bir referandum tarihi belirlemek durumunda kalacak. Bu da ne demek? Aynen o 3 yıl önceki Haziran gecesi gibi, milyonlarca insan, seçim kazanma ve karanlık bir tünelden canlı çıkma sevincinin kursaklarında kaldığını görecekler. Üzerinden yürüdüğümüz teoride, seçimi kaybetmiş olacak olan Erdoğan’a, mesela aynı hafta teselli mükafatı gibi bir yeni “seçim gibi referandum” kartı hediye edilmiş olacak. Tayyip Bey, seçim mağlubiyeti konusuna bile belki hiç girmeden yeni kampanyasına sımsıkı sarılacak. Rejim “yeniden eski haline getirilene kadar”, yeni iktidar doğru dürüst kalıcı bir göreve geldiğinin farkına varamayacağı için, işlere girişemeyecek. AKP, zaten elinde olan tüm bürokrasisi ve atanmışlarıyla her yerde gizlice egemen olmaya en azından bir ölçüde devam edecek. Bu sefer, bu gri belirsizliklerle dolu sözde geçiş ortamında, zaten kötü gitmesi için bin bir tane gerekçe olan ekonomi, alarm zilleri çalarken, Erdoğan ve AKP kurmayları, bu sefer ekonominin AKP iktidarı düştü diye çok kötü gittiğini anlatmaya başlayıp yeni bir taze polemik yaratacaklar.
Bu sefer seçimi kazanmış görünen halk kitleleri tam bir güvensizliğe ve sıkıntıya düşecekler. Daha şurada birkaç ay önce attıkları sevinç naralarının nasıl yine ağır stres ve kaosa geçiş yaptığını anlayamayacaklar.

ÖNCE RESTORASYON, ÜLKENİN TEMEL DEĞERLERİNİ YENİDEN İNŞA!
İşte bu nedenlerle önce kesinlikle “parlamenter rejime dönüş” senaryosundan tam tersine uzak durulması lazım. Eski rejime dönüş, ancak bir dönem sonra gerçekleşebilir! Yeni iktidarın hızla başkanlığın tüm “tek adam” yetkilerini en hızlı ve otoriter şekilde kullanarak filmi geri sarması, yani Erdoğan’ın “Eski Türkiye” diye alay ettiği düzenimize bir an önce dönebilmek için gerekli tüm kararları hızla birbiri peşi sıra alması lazım. Uzun lafın kısası, aile şirketi haline gelmiş durumlar hızla bitirilip, film en başa geri sarılmalı ve Atatürk Devrimlerinin ve düzeninin eğitimde, hukukta, bürokraside hızla yeniden hak ettiği yerlere çekilmesi lazım. Ayrıca tabii ki, yolsuzlukların üzerine gitmek, halka bu konuda güven vermek, çarpık ihaleleri ve ülkenin eko-sistemine tecavüz etmeyi bekleyen sözde çılgın projeleri derhal durdurmak lazım gelecek.

Ancak böyle bir ortamda, devrimler, kadrolar ve bünyenin sağlığı tekrar geri kazanıldıktan, bu ülke tekrar nefes derinliğine kavuştuktan, yaşam tarzına olan saldırıları atlattıktan ve kabus bittikten sonra “hadi şu parlamenter rejime bir dönelim bakalım” deme şansını ve hakkını elde edebilir. Bu arada da, zaten o değerlere saygılı olan yeni Başkan, parlamentoya gereken özgüvenini adım adım kazandıracaktır. Ayrıca şunu unutmayalım ki, AKP, diğer partiler gibi, muhalefette uzun süreler aynı gücünde kalarak yola devam edebilecek bir parti olarak görünmemektedir. Bir çok destekçisi, bir çok büyük şirket, “Devlet Partisi” görünümü ve çıkar ilişkileri sona erdikten sonra, o gemiyi terk edeceklerdir.
Şayet 24 Haziran/8 Temmuz seçimleri muhalefet tarafından kazanılırsa, Başkan ve parlamentodaki yeni iktidar kanadına düşen görev, usta bir ressam gibi o tualden silinmiş tüm güzellikleri hızla yerine koymasıdır. Bu da ancak bugünkü AKP-Erdoğan ikilisinin kullandığı süper yetkiler ve hatta KHK’larla olabilir. Bu hamlelerde, yeni iktidar, kendi idealleri ile bir çelişkiye düşmez çünkü burada yapılmaya çalışılacak olan, sıfır noktasına geri gelebilmek, demokrasiyi geri getirmek için yapılacak kararlı ve jet hızıyla gerçekleştirilebilecek hamlelerin toplamıdır.

SONUÇ:
Hiçbir muhalefet liderinin bu hesapsızlıklara girip yarın altından kalkamayacağı şekilde “hızla parlamenter rejime döneceğiz” sözlerini artık sarf etmemesi, tersine sıfır noktasına dönüşü en iyi şekilde gerçekleştirecek süper kadroları bir araya toparlamakla uğraşması lazımdır!
Aksi bir aşırı telaş, “acil demokrasi” çabası, ülkeyi daha da geri götürür, bir çuval inciri sonsuza dek mahveder. Bu ikazı yayma vakti de kesinlikle ŞİMDİdir...


9 Mayıs 2018 Çarşamba

1968: YARIM ASIRLIK GENÇ | Bedri Baykam | 08.05.2018



Benim aşık olduğum bahar, yine geldi çattı! Hepimizin içinde giderek artan Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili imrenilecek bir nabız atışı var! Önce sevinelim ki, geçen seferin aksine bizleri heyecanlandıran adaylarımız var! Ekmek için Ekmelettin, veya Abdullah Gül-Abdüllatif Şener senaryolarını şükür ki atlattık! Öte yandan sizin de farkında olduğunuz gibi, bir hukuksuzluk ve medyatik eşitsizlik abidesi olarak gelişen seçim süreciyle ilgili yorumlarımı merak ediyorsunuzdur! Ama izninizle bu konular için sizi bir hafta daha bekleteceğim. Bugünkü konum, 68 Kuşağı’nın 50. yılı olacak!

Bu yıl da, aynen 1997’de İstanbul’da, 1999’da Küba’da, 2008’de İstanbul’da yaptığım gibi, 1968’de dünyayı sarsan depremi konu alan bir sergi hazırladım. 22 çağdaş Türk sanatçısının işlerini sunacak sergi, bu Perşembe akşamüstü 18.00-21.00 arası Taksim’de Piramid Sanat’ta açılacak. Yani 30. ve 40. yıllardan sonra, 50. yılda da sanatseverlerimiz 68 anılarını bir sergiyle tazeleyebilecekler.

68 BAHARI, OYUNUN KURALLARINI TOPTAN DEĞİŞTİRİYOR
Bundan 50 yıl önce, sevgili dünyamız güneşin etrafındaki milyarlarca turundan birini aynı hız ve heyecan ile atarken, İsa’nın doğum gününden sonra 1968. yıl adını verdiğimiz tarihte, dipten bir dalga ile gelen elektriklenme, öyle bir deprem yaşattı ki, sanki bütün taşlar yerinden oynadı.
Fikirler dünyası, eylemcilikle ani bir aşk evliliği yaparak materyal dünyayı ve düzenin ta kendisini sarstı, türbülansa aldı. Yepyeni kavramlar doğdu. Dünya karıştı, sanki başta bireyin siyasal hakları olmak üzere, her şey yeniden tarif edildi!
Örneğin “Savaşma, Seviş” sloganıyla bu ortama yüksekten girişini yapan seks kavramı da bambaşka bir boyuta atladı. En azından batıda! “Yasak, ayıp, günah” gibi kelimelerin esaretinden kurtulup onun yerine zevk için, her yerde, her içinden gelen tarafından yaşanabilen cinsellikle, farklı bir boyuta taşındı iş!

DEVRİMCİ DÜŞÜNCE YOKTUR. DEVRİMCİ EYLEMLER VARDIR”
Dünyanın dört bir yanında başbakanların benzini attıran, kaldırım taşlarını söktürten, arabaları devirip yaktırtan, zeka fışkırmasını sokaklara yansıtan, dünyanın düzenine zoraki rock’n roll yaptırtan bu büyük fırtına, ardından yarım asır değil, belki beş asır geçse unutulmayacak izleri bıraktı. Düzen, önce ukalalığını, arkasından küstahlığını “şehit verdi” 68’in tsunamisi karşısında. Önce birkaç fiske veya meydan dayağı ile kolayca baş edebileceklerini sandıkları bu gençlere diş geçirmeye çalışan kaç hükümet orada çenesinin tamamını bıraktı, hatırlayın lütfen...

68’İN KÖKENLERİ DERKEN...
1968’in doğumunu dünyada ve Türkiye’de hazırlayan çok farklı faktörler olduğunu biliyorum. Dünyada da Amerika, Fransa ve Almanya’da farklı gerekçeleri tetikleyen farklı ortamlar olduğunu biliyoruz. Peki ben size hangisinin kökeninden hatırlatma yapsam ki? Gelin önce biraz ortak noktalarından başlayalım. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 1776 yılında, o güne kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir metinle halkının önüne çıktı. İnsanların eşitlik, özgürlük ve mutluluk arayışının gündeme getirilmesinin ötesinde, halkın bu değerine karşı çıkan ve despotizme yönelen hükümetleri yıkma hakkı olduğu vurgulanıyor! Amerika bu noktaya 1776 yılında gelmiş! Bu bildirgenin ruh kökeninde, İngiliz düşünür John Locke’un “Devletin asıl görevi, her insanın hakkı olan yaşam, özgürlük ve mülkiyeti korumaktır. Siyasi otorite yalnız halkın yararı için emanet olarak elde tutulur. İnsanın doğal hakları tecavüze uğradığı zaman, halkın bu hükümete başkaldırmak ve değiştirmek hakkı vardır” cümleleri bulunur. Thomas Jefferson’un kaleme aldığı Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi de zaten Locke’nin izinden gidiyor.
İsyanların somut hukuki dayanağı haline gelen bu metinler, o andan itibaren başta Fransız Devrimi olmak üzere, dünyanın önünü ve gözünü açıyor. Rönesans dünyasının filizlendirdiği Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” felsefesinin hem Avrupa solunun, hem Kemalizmin kökeninde yer aldığını kim yadsıyabilir ki?
1968, hükümet ve ardından Vietnam Savaşı protestolarıyla ABD’de ve Fransa’da başlangıcını yaparken, hem Paris hem de ABD’nin hem batı hem de doğu yakası üniversiteleri devreye girdi. Protestolar, yeni talepler, Avrupa, Türkiye ve ABD’yi birbirine kattı!

JFK VE ONU TAKİP EDEN DİĞER CİNAYETLER
Öğrencilerin, zencilerin, orta sınıfın, sanatçıların, Holywood’un ve.... sıkı durun gelişmekte olan ülkelerin “sevgilisi” tek Amerikan Başkanı olan John Fitzgerald Kennedy, CIA, FBI ve Pentagon’la, yani kendi ülkesinde emperyalizm ve faşizmin ele başı olan kurumlar ile zıtlaşmaya girmiş, kapitalist dev şirketlerin verginin aslan payını üstlenmesini istemiş, İsrail’in nükleer bomba elde etmesine Ortadoğu’da barış adına karşı çıkmış, orduda Şahinlerin büyük baskısına rağmen ne Küba’yı istila etmiş, ne de Sovyetlere nükleer savaş açmıştı. ABD’nin karanlık ve kirli düzenini temsil eden ve çete gibi çalışan petrol, silah, Yahudi lobisi, FBI ve CIA’den meydana gelmiş konsorsiyum tarafından 22 Kasım 1963’te Dallas’ta alçak bir suikaste kurban gitti, cinayet hakkında akıl almaz uydurma örtbas senaryoları yazıldı.
Nisan 1968 Günü, Baptist siyahi papaz Martin Luther King’in, Memphis Tennessee’de bir motelde kurşunlanarak öldürülmesi bardağı taşıran son damla olarak görülürken, bundan yaklaşık iki ay sonra JFK’in erkek kardeşi Robert Kennedy’nin 6 Haziran 1968’de Los Angeles California’da, eyaletin önemli ön seçimini kazandıktan sonra Sirhan Beşare Sirhan tarafından Ambassador Hotel’de vurularak öldürülmesi, koca kıtanın uğrayabileceği en büyük felaketti. Üstelik bu büyük suikastler, 1966’da dünyanın en önemli ve en meşhur sporcusu, efsanevi boksör Muhammed Ali’nin Vietnam Savaşı’na gitmeyi ret etmesi ve bu uğurda şampiyonluk sıfatını terk ederek hapse girmeyi göze almasının hemen ardından gelmişti. Muhammed Ali, böylece ülkesinin emperyalist Vietnam Savaşı’na karşı ayağa kalkan ilk insanlardan biri ve ilk şöhret oldu.

SAVAŞI BIRAK, FAKİRLİĞİ BİTİR”
O Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ulaş Bardakçı, Taylan Özgür gibi gençlerin, o dönemlerde çoğunlukla lisede olduklarını düşünürsek, bu tartışmalardan ve Muhammed Ali’nin kişiliğinden etkilenmemiş olmaları mümkün değil diye düşünüyorum.
Yine ister Türk, ister Amerikan, ister Fransız, onlarca ülkeden gencin uyanarak patlamasını sağlayan büyük mücadele, Fidel Castro ve Che Guevara’nın önderliğinde Küba’yı fetheden efsanevi gerillaların, bunun ardından yeni hamlelere açılmalarıydı. Merkez Bankası Müdürlüğü’nü ve bakan sıfatını bırakan Che’nin bunun ardından önce Kongo, sonra da can vereceği Bolivya seferlerine çıkmış olması, La Paz’dan gelen CIA ajanı gözleminde, Mario Teran isimli -hala yaşayan- bir asker tarafından infaz edilerek öldürülmüş olması, onu adım adım dünyanın en meşhur ve en çok sevilen gerillasından, dünyanın en büyük ve efsaneleşen şehidi olmaya taşımıştı. Che, bugün açık konuşacak olursak, İsa’dan daha meşhur ve daha sık görülen bir kitlesel halk kahramanı... Onun görüntülerine çarşı-pazarda dünyanın beş kıtasında rastlarsınız!  (Che’nin yalnız katili değil, tüm seferlerinde yanı başında yer alan koruması “Pombo” lakaplı Harry Vilegas da yaşıyor... Onunla da uzun bir röportaj yaptım ama onu okumak için daha bayağ sabretmeniz gerekecek, Che kitabımı genişletip yeniden basana kadar...)
Che ve Fidel’in 82 gerillanın yer aldığı Granma gemisiyle, Atatürk’ün Bandırma vapuru ile Samsun seferini örnek olarak adayı emperyalizmden kurtarmak için giriştiği sefer, önce onu sahada iner inmez karşılayan kurşunlarla, 18 kişiye inmelerine neden olan bir trajediye dönüşüyor. Ama sonra o 18 kişi gerçekten imkansız, mucizevi birkaç yıllık süreçte büyük bir başarı kazanıyorlar ve adayı faşist diktatör Batista’nın işgalinden kurtarıyorlar. İşte bu mucize, tüm solcu gençler için bir umut ışığı yakıyor. Che’nin 1967’deki ölümü, aslında bilinçaltı da olsa, 1968 ateşinin fitilini yakan büyük acıdır.
Daha sonra 1975’ten itibaren yıllarca öğrencisi olacağım Sorbonne Üniversitesi’nin “Quartier Latin” (Latin Mahallesi) civarındaki amfileri, tarihi binaları, koridorları, 68 Mayısı’ndan itibaren dünyanın tüm gözlerini üstüne çeviren bir dizi protesto hareketlerinin merkezi haline geliyor. Aynen İstanbul Üniversitesi’nin amfileri ve bahçeleri gibi...

Paris’te 6 Mayıs’taki ilk büyük yürüyüşten sonra, öğrencilerle beraber, onlardan aldıkları cesaretle halk sokağa indi. Şiddet, yani ceza gibi göstericilere yönelen şiddet acımasızdı. Coplar, taşlar, plastik mermiler, dayaklar, halkın oluşturduğu barikatlara karşı acımasızca girişilen saldırılar...
Öğrenciler fabrikalara girip, işçilere dünyanın sömürü düzenini anlatıyorlardı. Ama sendikalar Komünist Parti dışındaki militanların, Maoist, Troçkist veya anarşist sızmalarla aralarına girmesini istemiyorlardı.
Deprem her ülkede benzer ama farklı şekillerde gelişen iz düşümleriyle yaşanıyordu: Almanya’da Rudi Dutschke, öğrenci lideri olarak cesareti ve bilgi donanımı ile öne çıkan bir sosyologdu. 1968’de uğradığı silahlı bir saldırının artçı fizik sarsıntıları nedeniyle 1979’da hayatını kaybedecekti.
Fransa’da öne çıkan ilk hareketler Renault işçilerinin hareketliliği ve 1967 yılında yaşanan Rhodiaceta grevi ilk kıvılcımlardı. 1968’e gelirken yaşı 16-25 arası olan 8 milyon Fransız gencin ve zaten yüz milyonlarca başka dünya gencinin kanını ısıtan sayısız yeni şarkılar ve şarkıcılar vardı.
Türkiye’deki hareketlenmeler de tabii ki aynen batıda olduğu gibi Fidel ve Che’nin Küba zaferinden, Che’nin inanılmaz derecede çekici kimliğinden etkilenmişti. Ancak yine aynen o Küba devrimi yıllarına paralel olarak ülkemizde yaşanmış olan bir başka büyük dönemeç de, 68 Kuşağı’nın temelinde yatan ve onların en güzel şekilde imrendiği 27 Mayıs Devrimi’ydi. İnönü ve genç milletvekilleri, inanılmaz bir çalışkanlık ve cesaretle CHP’yi “Demokrat Parti’nin kendi milletvekillerinin oluşturacağı Tahkikat Komisyonu aracılığı ile kapatmaya yeltenmelerine kadar varacak faşist ve anti-demokrat tavırlarıyla göğüs göğüse çarpışmak durumunda kalmışlardı.

Prag Baharı”, Sovyetlerin Varşova Paktı içerisinde, demokrasi arayışlarına izin vermeyeceğinin doğrudan göstergesiydi! Prag gençliğinin baskılara karşı ayaklanan her ülkeden esinlenerek kendi 68 itirazını Sovyetlere yönelik ortaya koyması ve yeni devlet başkanı Alexander Dubçek’in getirdiği reform ve özgürlüklerin, Ağustos ayında Varşova Paktı üyeleri birliklerinin tanklarla Prag’ı basmasıyla son bulmuştur. Wenceslas Meydanı’nda Jan Palach isimli öğrencinin kendini yakması ve birkaç gün sonra ölmesi, aslında Prag devrimlerinden çok, Sovyetlerin kendi yaratmaya çalıştığı ve ABD’yle rekabete soktuğu imajın yerle bir oluşudur.
Prag Devrimini Sovyetler önderliğinde ezmeye gelen tanklar, dünya solunu kalıcı bir şekilde tam ortasından bir fay hattıyla ayırmıştır. Bu olay, gerek Fransa’da, gerek Türkiye’de gerek her ülkede solcuların iki kampa bölünüp, neredeyse birbirlerine saldırmasına neden olmuştu.
Sol, sağ, öğrenci, iş adamı, asker, politikacı, herkes bu çalkalanmalardan nasibini alırken, gerilim hatları, yaşanan köklü değişimler, değişen beklentiler, hiçbir şeyin artık dünyada aynı noktalarda durmadığını, düzenin kemerinin artık çözüldüğünü gösteriyordu.
Gencecik insanlar birden hem farklılaşmış, hem de daha olgunlaşmıştı. Hem filozof, hem âşık, hem eylemci, hem mizahçı, hem konunun hamalı, hem de ideolog olacaklardı! Hatta bazen de... General.
Mesela Deniz Gezmiş, bu tanımlamalarını istisnasız her birine uyuyordu. Topluma, hatta düzenin zirvesine göre o sokaktaki muhalefetin yalnız ele başı değil, generaliydi. Herkes ya onu çok seviyor, ya da ondan korkuyordu.
Gezmiş, burada da yine özellikle tekrarlayacağım, yaşarken, nefes alırken de efsaneydi. Bunu bilerek, o günleri içinden yaşamış biri olarak söylüyorum size. Öyle bir hava vardı ki, sanki Parlamento’da mesela AP grubuna biri “Deniz Gezmiş, sizleri arıyor, kaçılın!” dese, Demirel’in her bir vekili, çil yavrusu gibi dağılıp kaçmaya başlayacaktı! Efsanelerin varlığı zaten bir mantığa dayanmaz, o yüzden efsanedirler. Deniz böyle biriydi.
Öğretmen olan rahmetli babası Cemil Gezmiş, inanılmaz bir sevgi ve inanç taşıyordu oğluna. Mustafa Kemal’in öğretmeniydi tam olarak. Siyasal bilinci oğluna ilkokuldan beri vermişti. Rahmetli annesi, ki aynen babası gibi onu da çok iyi tanıma fırsatı buldum, dünyanın en iyi kalpli, en vefakâr insanlarından biriydi. Ne var ki sevgili oğlu elinden alçakça koparıldıktan sonra hayata küstü. Kimse artık onun kalbini, beynini bir daha eskisi gibi konuşturamadı. Cemil Bey 2000’de, Mukaddes Gezmiş ise 2014 tarihinde ebediyete intikal ettiler.
Deniz Gezmiş “kararlı eylemcilik” adına Amerikalı askerleri de kaçırdı, banka da soydu, elinde tabanca kaçak olarak sırra kadem de bastı, çatışma ortamına da girdi...
Ama hiçbir zaman tek kurşun bile sıkmadı bir insanın üstüne. Niye biliyor musunuz? Tek bir insanın canını yakıp yaralasa, bunun hesabını annesine, babasına, abisine veremeyeceğini bilirdi.
Peki silahlı mücadeleye geçiş, Ankara ve İstanbul’da hangi tartışmalardan sonra yaşanabildi? Bu kararlar hiç de kolay alınmadı. Aynen “Prag Baharı” gibi, bu karar da sol eylemci gençleri, bir deprem hattı gibi ortadan ikiye böldü! Kimileri, konuyu tam anlamayan arkadaşlarına “bu bir tür siyasal mafya” diyerek izah etmeye çalışıyorlardı. Soygunlar, adam kaçırmalar ve maalesef kimi cinayetler, bu kararlar alındıktan sonra yaşandı. Bu büyük bir ideolojik kırılma, örgüt içi bir bölünme getirdi.
Gençlerin bir kısmı, TİP’in parti disiplini içinde tıkanıp boğuldu. CHP ise “Ortanın Solu” felsefesi ile daha sola açılsa da, radikal talepleri olan bu farklı ve olağan dışı, kalıbına sığamayan gençleri her bir açıdan kucaklayacak bir yapıda değildi. Sonuçta fasit bir dairede dönüp, yaptıkları eylemlerle bir yere varamadıklarını gören gençler, 4. vitesten 6. vitese çıkmaya karar verdiler. Acı olaylar yaşandı... Arkadaşlarını kurtarma umuduyla üç İngiliz teknisyeni kaçıran Çayan ve arkadaşları, Kızıldere’de güvenlik güçlerince öldürüldüler.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin, ölüme korkusuzca yürüdüler. Adalet Partisi’nin o günkü Meclis baskısıyla CHP ve özelikle İsmet Paşa’nın gösterdiği çaba ve dirence rağmen...
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın hayatlarını kurtarmak için meclis ve senatoda kritik imzalar toplanırken, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarına gönderme yapan, intikam ve kan davası güden güruh “3’e 3” diye bağırarak faşist tavırlarını ortaya koydular! Gören duyan zannederdi ki, o siyasileri bu solcu gençler aşmıştı!
Bu travmatik korkunç olaydan sonra, daha önce söylediğim gibi, sırayla tüm Gezmiş ailesini tanıdım. Bora ve Hamdi Gezmiş, her biri mükemmel insanlardı! Avukat Halit Çelenk ve değerli eşi Rahmetli Şekibe Teyzeyi’de ömür boyu unutamam. Hala Halit abinin Deniz Gezmiş’in o efsanevi parkasını evlerinden ilk ve belki son defa benim için çıkarmaları ve 40. yılda yaptığımız “Bir Rüzgarın Arkeolojik Kazısı” başlıklı sergideki mekan düzenlemem için o unutulmaz parkayı bana emanet etmiş olmaları, hayatımda aldığım en büyük onur ve güvenoyudur.

KÜBA’DA CHE VE DENİZ’İ NASIL “TANIŞTIRDIM”?
1999’da, Küba’daki Devrim Müzesi’nde, “Yüzyılın Son Süvarisi Che ve Küba Devrimi’nin 40. Yılı” başlıklı sergim açılırken gerek yüzlerce Kübalı davetliye, gerek Che’nin ailesine ve hem Havana hem de Küba televizyonlarına, resimlerde Che’nin yanı başında duran o genç, esmer, uzun boylu, yakışıklı adamı iyice anlattım. “Merak etmeyin, Che’yi emin ellere emanet ettim. Yanındaki de bizim 1968 kahramanımız, Deniz Gezmiş” diyerek en derin söylemlerle Deniz’i Küba halkına tanıtmış olmak geçmişimin en onurlu ödevlerinden biri olmuştu. Deniz’i en içerikli kelimelerle özetlediğim kişilerden biri, meşhur Güney Amerika motosiklet turunu beraber yaptığı en yakın arkadaşı Alberto Granado ve değerli eşiydi.

BATININ UTANILASI 68 IRKÇILIĞI
Belki diyeceksiniz ki “saçmalama nereden çıktı bu ırkçılık?” İyi de siz nasıl tanımlarsınız bu durumu? Dünyada binlerce kitap çıktı ve çıkmaya devam ediyor “68’li Yıllar” hakkında... Bunların her biri Berkeley’den, Washington’dan, Columbia Üniversitesi’nden, Almanya ve Rudi Dutschke’den, Prag ve Alexander Dubçek’den, “Prag Baharı”nın o acımasız tanklarca ezilişinden söz ediyor. 50 yıldır bu böyle. On binlerce de makale ve tanıtım yazıları yayınlanıyor bu dönem ve uluslararası izleri hakkında. HİÇBİRİNDE, DENİZ GEZMİŞ, MAHİR ÇAYAN, İBRAHİM KAYPAKKAYA bulunmuyor! (Belki 1-2 istisna bulursanız tesadüfen, bu beni ikna etmeye yetmez! Sanki Türkiye 68’i hiç yaşanmadı, hiç iz bırakmadı, ve kimse bu arkadaşlarımızı yurt dışında duymadı. gibi! Hepiniz mi sağır dilsiz ve kördünüz? Ya da Mayıs 68’i ve artçı şoklarını ele alırken, illa hikâyenin her kahramanının “Avrupalı” mı olması lazımdı?

Ne kadar uzun olsa da , böyle bir giriş yazısının sonlarına doğru, Türkiye’de solun neden kendi yorumlarını bu kadar yetersizce yaptığını uzun uzun açma fırsatımız pek olamaz. Ama bu 50. yıl sergisi vesilesiyle yapılacak panellerde, 68, yalnız eski kahramanlarını hatırlamayacak, sayısız konu ele alınacak. Solun Atatürk’ten kopuşu, seçmen karşılığını bulamayışı, masaya yatırılacak. 14 Mayıs günü başlayacak olan 8 panellik dizi, 13 Haziran’da noktalanacak.

Peki 68’in, dünyada ve Türkiye’de kalıcı puanları, başarıları olmadı mı? Tabii ki oldu? Tutucuların yaşam tarzı ekseninde, kaybettikleri bayağı bir alan oldu. Üzerlerine gelen farklı olaylar ve düşüncelerden çıkan büyük sele pek direnemedi tutucular.
Kadınların cinsel hakları, feminizm, ekoloji bütün bunlar 68 rüzgarıyla gelen, güçlenen, toplumsal yaşama giren kavramlar. Cinselliğin “ayıp-günah” bir alan olduğu savını yerle bir eden 68 rüzgarı, “Hair” müzikalini sahnede çıplak oynayabilen aktörleri sahaya taşıdı.
Marx, din hakkında o meşhur “Halkın afyonudur” sözlerini sarf etmişken, sosyalist sol, bu bağlamda Küba’dan Sovyetler’e, bu sözlere büyük ölçüde “sadık” kalmışken, Türk 68’i, pratik bir seçimle din konusunun geneline girmemeyi tercih ediyor!

68 yaşandı, etkiledi, dünyaya kabuk değiştirtti. Gençler arasında farklı kavramlar patlama yaptı: Goşistler, anarşistler, Maoistler, Troçkistler, situasyonistler, sosyal demokratlar...
Aralarındaki her farkı “öne çıkarma” hastalığından mustarip insanlar...

68’in batıdaki en önemli ismi, Yeşiller Partisi Milletvekili Dany Cohn Bendit’le birkaç defa polemiğe girmiş olmam, beni pek şaşırtmadı. İlk tanıştığımız anda zaten fitili ateşlenen anti-diyaloğumuz, birçok güncel siyasi polemik üzerine yayıldı. 2003 veya 2004 Istanbul’daki Yeşiller kongresinde, AKP’yi bir demokrasi odağı sanıyordu mesela!

Ben bu 68’in sönmeyen ateşi üzerine 3. kez bir sergi düzenliyorum. İlk sergide, 1997’de, yayınladığımız sembolik İç Manzaralar gazetesinin başlığı “Dünyayı değiştirmek isteyen gençlerin öyküsü”ydü. İçinde tarihte yeri doldurulmaz söyleşiler vardı. O önemli şahsiyetlerden Sadun Aren, Muhsin Batur, Halit Çelenk, Raif Ertem, Cemil Gezmiş, Celil Gürkan, Rasih Nuri İleri, Kazım Kolcuoğlu, Necdet Uğur, İlhan Selçuk ve Hasan Yalçın iyi ki o uzun söyleşileri gerçekleştirmişim ve tarihe o belge kalmış. O ilk sergi, bugün artık tarih olan AKM’de açılmış ayrıca Mithat Bereket çok güzel bir videoyla bu sergime destek vermişti.
2008’de İç Manzaralar’ın 2. yayınının başlığı “1968’in 40. Yılında, Geçen Yüzyılı Derinden Sarsan Fırtınanın Bir Röntgeni... Bir Rüzgarın Arkeolojik Kazısı” idi. Bu sefer Piramid Sanat ve UPSD’de büyük bir grup sergisi yapmıştık. Daha önce bahsettiğim, Deniz Gezmiş’in parkası, Türkiye’nin ilgi odağı olmuştu. Yine 88 sayfalık bir gazete bu sergiye eşlik etmiş ve büyük bir bellek oluşturmuştu. Şayet Perşembe günü Piramid Sanat’a gelirseniz, 50. yıl için hazırladığımız gazetenin başlığının “1968: Yarım Asırlık Genç” olduğunu göreceksiniz.
O yayın ve sergi hakkında ne düşüneceğiniz, sizin takdiriniz olacak. Ben şimdiden 100. yıl için demokrasi mücadelesinin bu sonsuz meşalesini 2068’de nasıl ele alacağımızı tasarlamakla meşgulüm! Bence siz n’olur ne olmaz bu buluşmayı kaçırmayın!