27 Ağustos 2021 Cuma

BELLEKSİZ, OPORTÜNİST TÜRKİYE VE 28 ŞUBAT | Bedri Baykam | 26.08.2021

14 emekli generalimiz, 28 Şubat davasından geçtiğimiz hafta içeri alındılar. Şova dönüşen bir kin, yandaş basının sayfalarında yankılandı. Rütbelerinin sökülmesinin talep edildiğinden bahsedildi. Haklarında “yakalama emri” olduğu ve bazılarının bu şekilde “yakalandığı” anlatıldı. Gözlerime inanamadım. Türk ordusunun şerefli subayları hakkında aşağılayıcı üslupla cümleler kurmak kimsenin haddi olamaz. Herhalde onları FETÖ’nün malum alçak kaçakları ile karıştırdılar...

28 Şubat generallerinin avukatlarından Hüseyin Ersöz, Orgeneral Çetin Doğan hakkında şunu söyledi: “…Birileri gibi kaçmadı, göçmedi. Bu karardan ileride biz değil, sizler utanacaksınız.”

Ben bu karardan utanıyorum ve Cumhuriyetimiz adına generallerimizden özür diliyorum. Bu kadar şerefli bir ömrün, sonunda böyle karanlık konulara alet edilebilmiş olmasından dolayı…

Avukat Celal Ülgen, 28 Şubat’ı abartılmış bir öç, ölçüsü kaçmış bir intikam davası olarak tanımlıyor.

Bu ülkenin tarih bilmezliğinin ortasında, üretilen ve oportünist şekilde adeta zorla inanılan/inandırılan yalanların orta yerinde yaşamaktan bıktım. 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat ve hatta 12 Eylül hakkında uydurulan ve ezberletilmeye çalışılan senaryoları dinlemekten usandım; kimse doğru söylemiyor! Hatta aydınlarımızın ve siyasilerimizin bir kısmı bile riyakarlar! Yakın tarihi bilmeyenlerin önünde “politically correct” görünmek uğruna, gerçekleri tahrif ediyorlar veya tahrif edenlere sessiz kalıyorlar. Bu nasıl bir seçici bellek kaybıdır ki, insanlar bizzat yaşamış oldukları anların gerçeklerini unutuyorlar veya unutmuş görünüyorlar!


28 ŞUBAT ÖNCESİ NELER YAŞANMIŞTI

Şimdi bu yalan sendromunun 28 Şubat eksenine dönelim. Bugün 45 yaşın altında olanlar, bu konulara duyarlı ortamlarda yetişmemişlerse, 28 Şubat MGK toplantısında ve ondan hemen önceki yıllarda neler yaşandığını ya hiç bilmiyorlar veya o dönemde çocuk oldukları için hatırlamıyorlar. Yüzlerce makale veya onlarca kitaptan alacağınız sayısız bilgiyi size birkaç satırda özetleyeyim: Atatürkçü yazarlar ve aydınlar sırayla 1990’dan itibaren öldürülüyordu. Şeriatçı terör örgütleri ve yayınlar azmıştı. Bütün Atatürkçü aydınları tehdit ediyorlardı. Yobaz basın açıkça bizleri yani Kemalist yazarları hedef gösteriyor, laiklik ve Cumhuriyet’e kan kusuyordu. Refah Partisi, lideri ve milletvekilleriyle akıl almaz provokasyonlarla halkı galeyana getiriyordu. “Adil düzene geçiş yumuşak mı olacak, sert mi olacak; tatlı mı olacak, kanlı mı olacak” cümlesi, Erbakan’ın ağzından Türkiye’yi dehşete düşüren bir tehdit olarak gündeme gelebilmişti! İkinci Cumhuriyetçiler hep yobazların yanı başında yer aldılar, Kemalizm’i ve Cumhuriyet’i yıkmak için onlara destek verdiler.

Ülke bu şekilde kanlı iç çatışmalara sürüklenirken, MGK, 28 Şubat 1997 günü yapılan toplantısında krizi masaya yatırdı ve saatlerce süren bu tarihi toplantıdan 28 Şubat kararları çıktı. Toplantının başkanı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’di. Toplantı tamamen yasaldı.

27 Mayıs 1960 Devrimi yapıldıktan sonra Orgeneral Cemal Gürsel, mükemmel bir anayasa kurmaları için makamında topladığı Türkiye’nin en önemli anayasa profesörlerine “Ben hukukçu değilim anayasadan anlamam, bu sizin işiniz; lütfen bana öyle bir anayasa yapın ki, bir daha hiçbir parti demokrasiyi yok etmeye çalışamasın, TSK’nın da siyasete müdahale etmeye ihtiyacı olmasın” dedikten sonra, 1961 Anayasası’yla beraber MGK doğdu. Dahiyane bir fikirle iki ayda bir siyasetçileri ve askerleri bir araya getirdi. Hedef, sorunlar varsa büyümeden, demokrasiyi kesintiye uğratmadan, diyalogla ve barış içinde çözüme gitmekti.


28 ŞUBAT NEDEN DARBE OLARAK GÖRÜLEMEZ?

28 Şubat’ta da yaşanan buydu. Ordu darbe yapmadı, çünkü bunu istemiyordu. MGK’nın olağan yetkilerine ek olarak, İç Hizmet Kanunu’nda 35. Madde’de de zaten yer alan “Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevine” uyarak yasal yollarla rejimi koruma uyarısı yapmışlardı. Dolayısıyla ellerinde o tarihte “yasal hakkı” bulunan askerlere, zaten yapmamış oldukları bir “müdahale” üzerinden darbe davası açmak, hukuki olamaz! Atatürk, laiklik ve Cumhuriyet düşmanlarının neredeyse açık şeriatçı kalkışmalarına yasal yöntemlerle dur dediler. İddia edildiği gibi hiçbir kesimi yok etmeye çalışmadılar. Yobaz veya İkinci Cumhuriyetçi provokatif yazarları içeri atmadılar. Ergenekon ve Balyoz’da gördüğümüz gibi kimseyi yıllarca hapiste çürütmediler. Hiçbir aile geri dönülmez şekilde mağdur edilmeden Cumhuriyet’in kimliği ve değerleri hatırlatılarak “ayar verildi”. Bahsedilen “balans ayarı” buydu. Sözcü’de 22 Ağustos’ta Saygı Öztürk’ün, Onursal Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanı Oman Yaşar’a dayandırarak hatırlattığı gibi cebir yoktu; bugün yapılan suç tariflerinin hiçbiri mevzubahis değildi. 28 Şubat kararlarının tamamı, aslında var olan anayasaya ödünsüz şekilde uyulmasını istemek ve daha sonra 15 Temmuz 2016’da yaşanan rezil ve yıkıcı tehlikelerin yaklaşmasını engellemek içindi! Kim aksini iddia edebilir ki?

Hukukta çıkarılan yasalar geriye yönelik uygulanamayacağı gibi, hiç kimse geçmişte yaşanmış ve önceden haberdar olmadıkları bir suç tanımlaması veya daha sonra gelişen bir yorum üzerinden yine geriye yönelik şekilde bir suç tarifi içine alınamaz, bu şekilde yoruma dayalı hiçbir ciddi suçlama yapılamaz. 28 Şubat vakasında yobaz ve İkinci Cumhuriyetçi birleşik cephe önce buna “Post-modern darbe” adını taktılar, sonra da kendi yaptıkları yoruma inandılar. Ardından da bunun neredeyse fiili ve resmi bir dayanak olduğuna toplumu ikna etmeye çalışarak o dönemde geçerli olmayan yasa yorumları üzerinden zamanı 24 yıl geriye alıp, askerlerimizi suçlu sandalyesini oturttular. Dünya tarihinde eşi görülemeyecek bir hukuk skandalı olan bu davayı ancak bu şekilde izah edebiliriz.


FETÖ ÇETESİ ÇIKIŞLI BİR KUMPAS DAVASI

Ama bundan bile önemli ikinci bir iflas ayağı daha var. Dava, baştan sona FETÖ çetesinin Ergenekon ve Fenerbahçe davalarındaki zavallı ve sahte olduğunu kendi içinden kanıtlayan metotlarıyla gelişmişti. Yine belirsiz birinin savcılara teslim ettiği bir CD dayanak yapılıyor; üretilmiş belgeler ve imzasız malum kumpas delilleri ortada. Şu şekildeki, CD’nin güvenlik numarası sistemi, 2000’li yıllara ait, yani 90’larda yoktu. FETÖ’ye ait FEM Dershanesi’ne ait soru kitapçığı şablonu unutulmuş CD’nin içinde! Ayrıca (kemerlerinizi bağlayın), bu davanın anti kahramanı birçok hakim ve savcı bugün FETÖ’den firari veya hükümlü! Daha da ileri gidelim, 28 Şubat kararlarında MGK’nın yaptığı ikazlar şayet göz önüne alınmış olsaydı, tabii ki 15 Temmuz darbe girişimi yaşanmayacaktı. Kaderin cilvesine bakın ki, o dönem FETÖ aracılığıyla ordu içindeki yobaz sızmaları ihbar eden ve onları durdurmaya kararlı olan MGK’nın onur duyulması gereken askerleri, bir FETÖ çıkışlı dava ile içeri alınıyorlar!

Bu da bize, FETÖ çetesini canları pahasına durduran Atatürkçü komutanların nasıl son yıllarda emekli veya pasifize edildiğini hatırlatıyor. Ordu karşıtlığı, iktidarın ruhundan ve beyninden çıkmıyor, korkunç ölümcül hatalar tekrarlanıyor.

Balyoz felaketinin ardından, yine haksız ve uydurma gerekçelerle ağır bir bedel ödemeleri istenen emekli komutanların haklı mücadelelerine, mantığını ve hafızasını bir nebze kullanan her siyasi partinin ve aydının destek vermesi şart. Tabii ki ben de 14 emekli generalin affedilmesini kabul etmeyen ve onlardan özür dilenmesinin esas doğru yöntem olduğuna inananlardanım.





ÖLÜMCÜL YOBAZLIK ORTADOĞU’YU KUŞATIYOR | Bedri Baykam | 19.08.2021

Birçok sahne dünya tarihine şimdiden kazındı. Dev bir Amerikan askeri kargo uçağına yapışarak gövdesine, tekerlerine sarılmaya çalışan binlerce insan, canlı kalma ihtimalleri olmayan bir ortama rağmen koşarak orta çağı ateşinden kaçmaya çalışıyorlar… Taliban tarafından götürülmemek için Afgan kadınlar çatılardan ölüme atlıyorlar… Onların durumu daha da korkunç; evden dışarı adım bile atamıyorlar. 15 yaşını aşmış genç kızlarının ellerinden koparılarak Taliban’a köle cariye yapılacaklarını biliyorlar. Bilgisayar bulundurmanın, fotoğraf çekmenin, namaza gitmemenin ölümcül suç sayıldığı bir Ortaçağ kara deliğinden söz ediyoruz. Ve bütün bu sapık yorumlar din adına yapılıyor, sanki bu emirleri kendilerine Allah vermiş gibi!

Olayın maalesef çok farklı yönleri var. Dünyada hiç kimse cahil bırakılmış ve yobaz güruhlar tarafından ezilen halkın kaçanlarını mülteci olarak almak istemiyor. Öte yandan bu kadınlarla, çocuklarla, insanlarla empati kurmaya da mecburuz. Bakın, Afgan Mülteciler Dayanışma Yardımlaşma Derneği kurucularından olan ve Kayseri’de yaşayan Zakira Hekmat ne diyor: “Afganistan’ın batmasını tüm dünya sadece gözlemledi, hiçbir şey yapmadılar. Dünyaya seslenmek istiyorum lütfen Afganistan’ı yalnız bırakmayın, onlar da insandır. Bizim suçumuz Afganistan’da doğmak mı? Biz insan değil miyiz? bizim çocuklarımız çocuk değil mi? Onların hiçbir suçu günahı yok.”

Tabii ki Hekmat haklı, onların bir günahı yok, bu cümlelerin üstüne söylenecek hiçbir şey yok. Ama Türk vatandaşları olarak bizler de “yurdumuzu istila eder gibi gelmiş 8 milyon Suriyeli’nin üstüne bilmem kaç bin ya da milyon Afgan da gelirse biz ne yaparız” diye düşünüyoruz, bu düşünceyi de hiç kimse yadsıyamaz!


70’LER VE 80’LERDEN BİRKAÇ KARE

Sizi 1970‘lerin ikinci yarısına götüreceğim. Yer Paris. Orada okuyan yabancı talebeleriz. Ben tabi gururla Türk olduğumu söylüyorum herkese. Ama Cezayir, Tunus ve Fas’tan gelen bazı arkadaşlarım, ırkçılık sonucu aşağılanabilecekleri bir ortamda, bu durumu aşmak için “Afgan olduklarını” söylüyorlardı. Afganlar o dönemde asil, kültürlü ve Avrupai görünüyorlardı. Son yıllarda belki internette görmüşsünüzdür: 70lerde Kabil’de, başları açık, çağdaş giyimli, güler yüzlü kızlar üniversitelerin önünde fotoğraf çektiriyorlardı. Sonra İran’da olduğu gibi Afganistan’da da 80’lerle beraber yobazlığın en saldırgan ve cerahatli şekli, “Allah’ın emri” yutturmacasıyla toplumun içine yavaş yavaş ama en etkili şekilde zerk edildi.

Bizdeki senaryonun merkezlerinden biri FETÖ idi. Rahmetli Muammer Aksoy, Türkan Saylan ve mücadeleye devam eden Yekta Güngör Özden, Oktay Ekşi gibi isimlerle “163. Madde Türk Ceza Kanunu’ndan kaldırılmasın, şeriat propagandası serbest bırakılmasın” diye uğraşıyorduk. Ne SHP’yi, ne de bazı saf demokrat can kardeşimizi ikna edemedik! 163. Madde, sözde özgürlükçülük adına 141- 142 ile beraber Türk Ceza Kanunu’ndan kaldırıldı ve ardından yaşadığınız büyük kara tablonun bütün tohumları ülkemizin her tarafına yerleştirildi.


EMPERYALİZMİN İPİ VE KUYULAR…

Bugüne dönelim, Amerika Afganistan’dan çekildiğinde neler olacağını elbette çok iyi biliyordu. Ortada yaşanan sözde istihbarat komedisine bile inanamıyorum. Taliban’ın 60 ya da 90 gün içinde ülkeyi işgal edeceğini sananlar, 48 saat içinde el kol sallayarak kente giren yobazların, Kabil saraylarında yerde bağdaş kurup şaşkın ördek gibi etraflarındaki altınlara baktıklarını gördüler.

Emperyalizm durmadan çıkar hesabı yapar. Onları ilgilendiren ne insan hakları, ne de başka halkların yaşayabileceği dramlardır. Sanıyor musunuz ki, daha şurada 18 sene önce 1.500.000 Iraklı’yı sahte sebeplerle katledip kıtalarına dönenler için, yarın da kendileri yüzünden 1.500.000 Afgan öldürülsün çok fark edecek? Bizler mi? Biliyorsunuz bize sözde BOP eş başkanlığı yani kirli işlerin temizliği bırakılmış… Yarın hangi yanardağ lavlarının altında kalacağımız meçhul! Kendi vatandaşlarımızın en temel ihtiyaçlarını karşılamaktan acizken emperyalizm bekçiliğine soyunursanız, başınıza gelecek her belaya da hazır olmanız gerekir.

Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı Erdoğan Taliban’la ilgili “Taliban’ın inancıyla ters yanımız yok” diyerek tüylerimizi diken diken etmişti. Bir de kendisinin tekrarlamayı sevdiği “İslam’da şiddet yoktur” gibi cümleler vardır. Acaba danışmanlarından rica etsek kendisini IŞİD ve Taliban militanlarının masum insanları nasıl ölüme yolladıklarını bir gösterseler… Talibanların yasaklarını ve koydukları cezaları okursa, Cumhurbaşkanı Talibancıların bu yaklaşımla mesela kendisini ve ailesini 10 dakikada yok edebilecek gerekçeleri gözü kapalı bulabileceğini gayet rahat görebilir. Çünkü onlara göre, zaten Türklerin tamamı “Allah’ın ve dinin emrinden çıkmış” tarzda yaşadıkları ve mesela bilgisayar kullandıkları için (!) için her biri ölümü hak etmiştir! Herhalde “din” kalkanı bu olamaz değil mi? Ne var ki, bu bizlerin kültür, bilgi ve mantığımıza uymasa da yobazlar insan kesmeye devam ediyorlar, ülkemizdeki Ayasofya eski imamı da, bu Taliban katillerini açık açık alkışlamaya, desteklemeye devam ediyor! Nasıl olsa meydan boş…

Taliban’ın bastıkları sarayda nasıl davrandıklarını videolardan izliyoruz; vücut dilleri bizim alıştığımız anlamda insan hareketlerine pek benzemiyor! Bu arada Talibancılar “Eskisi gibi değiliz, kadın hakları da olacak ama şeriata göre” diyerek bir yudum beyni olan herkesi güldürmeye devam ediyorlar. Hekmat hiç çekinmeden senaryonun adını koyuyor: “Şu an Taliban yumuşak dilde konuşuyor ama Afgan halkı buna inanmıyor, hepimiz Taliban’ı çok iyi tanıyoruz; Erat ilinde hırsızlık yapmış diye iki kişi yüzlerini siyaha boyayıp boyunlarına ip basarak sokaklarda gezdirdiler. Bu üç gün önce oldu, Taliban’a nasıl güvenilebilir ki?”

Mülteci istilasıyla hangi terör örgütlerinin içimize sızdırılacağı ve ardından hangi katliamlar yapıldıktan sonra kimlerin timsah gözyaşları döküleceklerini çok merak ediyorum.

Emperyalizm, Afganistan’dan çekilerek Orta Doğu’nun cehennem kapılarını açtı. Amerika Taliban’ı yarattı, Taliban da terörü…

163. Madde ikazlarımızı, annelerinize babalarınıza, o günkü siyasilere anlatamamıştık. Lütfen şu andan itibaren günlük hayatınızı sürdürürken canlı kalmak dışında birinci önceliğiniz, burada aktardığımız ve her gün gazetemize yansıyan sorunlarla en hazırlıklı şekilde demokratik yollardan katı bir direnç göstermek olsun…



GENÇLER, İLK HEDEFİNİZ PARİS! | Bedri Baykam | 12.08.2021

İki spor var ki, haklarında profesyonel yorum yapıyorum: Futbol ve tenis. Basketbol hakkında ancak heyecanlı bir taraftar kadar yorum yapabilirim. Diğer sporlar hakkında ise basit taraftar veya televizyon izleyicisi kadar işi anlamaya çalışırım; takımımın renklerini veya milli takımı tutarak… İşte Olimpiyatları da bu şekilde izledim!


GELİN SİZİ GÜLDÜREYİM!

Size Tokyo 2020’den bir sahne anlatacağım, büyük ihtimalle bana çok güleceksiniz. Özellikle de sözünü ettiğim olayı veya genel olarak o sporu tanıyorsanız! Olimpiyatları elimden geldiği kadar kaçırmamaya çalıştım. Bir gün uyandığımda, baktım bir Türk sporcu tatami minderine çıkmış, “Ooo çok iyi, bir karate müsabakamızı yakaladım, inşallah sporcumuz kazanır” diye kendimi hazırladım. Rakibini beklerken bizim sporcumuz Ali Sofuoğlu bayağı ısınma hareketleri yapıyor. Bir de baktım bu ısınma hareketlerini hafif abartarak tam bir şova dönüştürdü! “Hay Allah!” dedim kendi kendime, “Şimdi bizimki yorulacak birazdan, rakibi çıkınca işi zorlaşacak bu gidişle”. Bir yandan da gözüm sürekli rakibi arıyor. Bu arada bizim Ali, estetik olarak çarpıcı hareketler yapmak dışında en tehditkâr sesleri çıkarıyor. “Eyvah ki eyvah” dedim, “bizim arkadaş bu ısınma işini abarttı, ilginç olayım derken seyirciler bu gidişle onu alaya alacak” diye düşündüm ve korktum. Bir yandan da bu ısınma hareketlerinin mükemmeliyetine hayran kalıp içimden karşısına çıkacak rakibi sorgulamaya başladım. Peki sonra ne mi oldu? Meğer karatenin bu disiplininin adı “kata” imiş. Sporcular tek başlarına ahenkli, mükemmeliyet arayışında, denge ve estetikle en çarpıcı figürleri “hayali” rakiplere karşı yapıp doğrudan puan alıyorlarmış! Bir baktım bizim Ali sonunda selamlar veriyor, çok iyi bir puanlar almış ve hatta biraz sonra öğrendim ki bronz madalyayı kapmış! Müthiş sevindim ama kendime iki saat güldükten sonra! Biraz önce eyvah ele güne rezil olacağız diye beni korkutan sporcumuz meğer dünyayı kendisine hayran bırakıyormuş!


BJORN BORG VE MADALYALARIMIZIN ANLAMI

Toplumumuzda iki ayrı görüş var. Biri diyor ki “13 madalya alındı. Bu bir rekor, çok başarılı geçti Olimpiyatlar, artık gelecekten çok mutluyuz.” Bir diğer görüş diyor ki “Koskoca ülke olarak yalnız iki altın madalya aldık bunun neresi başarı? Slovenya ve Özbekistan bile üçer altın almışlar!”

Ben, muhalif kanattan bazı arkadaşların dile getirdiği gibi madalya sayımızı küçümseyenlerle aynı fikirde değilim. Tokyo 2020’de aldığımız 13 madalya sandığımızdan çok daha önemli!

Bakın size bunu geçmişten bir örnekle anlatacağım... Ünlü İsveçli tenis şampiyonu Bjorn Borg ile 1973’te Helsinki’de ben de genç bir tenisçiyken tanışmıştım. O güne kadar kazandığı küçük ama çarpıcı başarıları vardı. Sonra 1974’te Paris’te Fransa Roland Garros Turnuası’nı kazandı. İnanılmazdı, bunu başardığında 18 yaşını bitireli henüz iki gün olmuştu. Ertesi yıl bu başarıyı tekrarladı! Ardından 5 Wimbledon dahil hırs yapmadan 26 yaşında bıraktığı kariyerinde toplam 11 büyük şampiyonluk ve milli takımla aldığı Davis Kupası şampiyonluğu vardı. Borg’un başarıları başlar başlamaz ne oldu biliyor musunuz? İsveç birden dünya çapında şampiyon tenisçiler çıkarmaya başladı! Wilander, Edberg, Pernfors, Enqvist ve daha sonra Soderling gibi nice isim yıllarca Borg’un peşinden geldi! Hatta olay burada da kalmadı, tenis Avustralya ve Amerika egemenliğinde bir sporken bunu takip eden yıllarda Avrupa’da her ülke ağırlığını koymaya başladı. Federer, Nadal ve Djokoviç efsaneleri bu hatlar üzerinden son 20 yılda şekillendi.


BAŞARILARIMIZ PARİS’TE ÜÇ MİSLİYLE GELSİN!

Şimdi Olimpiyatlara ve Türkiye’ye dönebiliriz: Başarıya alıştığımız güreş ve halter dışında onca farklı dalda sporcumuzun madalya alması, madalya alamasa dahi podyumu zorlaması, yakın gelecekteki sayısız güzel sonucun öncüsü olacak bir ortam oluşturdu. Artık aynen Borg gibi, Mete Gazozların Busenazların, Ferhat Arıcanların, Sofuoğluların, Ersu Şaşmaların, Eda Tuğsuzların ardından onca yeni okçuların, boksörlerin, jimnastikçilerin, karatecilerin, atletlerin gelmemesi için hiçbir neden yok! Onlar sayesinde spor ülkede boyut atladı, imaj değiştirdi. Gazetelerde çıkan boy boy fotoğrafları ve başarı hikayeleriyle bu sporcular milyonlarca ya da en azından 100 binlerce gence ilham kaynağı oluşturuyorlar. Anneler babalar artık spor yapan çocuklarına “boş işlerle uğraşma” diye baskı yapmaya utanacaklar! Umuyorum ki, devlet artık lisede spor yapan her gencin rahatça ve baskısız eğitim almasına olanak sağlar.

İnanın bana, “hangi sporu yaparsam yapayım ben Olimpiyatlarda zirveye çıkabilirim” inancı Türk gençlerinin ruhuna ilk defa bu kadar işleyebildi!

Bu nedenle gençlerimize Atamızın bir yorumuyla sesleniyorum: “İlk hedefiniz Paris! Madalyalarınız sizleri bekliyor. İnanın başarmamanız için hiçbir neden yok!

Umuyorum madalyalara verilen teşvik altınları da artacak! Sporcu, başarıyı para için kovalamaz ama ömrünü spora veren bir gencin de ev almak veya faturalarını düşünmeden mesleğini yapmak hakkıdır! Sponsorlara da sesleniyorum, sporcularımızın her türlü maddi manevi teşviğe ihtiyaçları var.

Evet, sevgili voleybolcularımız belki yarı finale çıkamadılar. Ama dünyanın en iyi takımları arasında olan Çin ve Rusya’yı yenip Olimpiyat şampiyonu olan Amerika’ya son anda yalnız 3-2 kaybetmeleri, sporda artık dünyada herkesi yenebilecek en iyilerden biri olduğumuzu dosta düşmana gösterdi. Ya da bütün diğer sporlarda elde edilen başarılar güreşçiler ve haltercilerimiz için büyük bir motivasyon olacak, eski büyük başarılarına dönmek için hırs yapacaklar. Erkek boksörlerimiz, kadın boksörlerimizin zaferlerine ulaşmak isteyecekler. Bunlar güzel rekabetler olacak!


LÜTFEN SİYASETİ BU KONUYA BULAŞTIRMAYIN!

Toplumdan ve genel siyasi ortamımızdan da özel bir ricam var: Lütfen sporcularımızı politik çekişmelerimizin parçası haline getirmeyelim. Busenaz Sürmeneli’nin Cumhurbaşkanı’na “Size altın madalya sözü vermiştim, o madalyayı size getiriyorum” demesini yargılamayalım. Ters gelse de sorgulamayalım, alkışlayalım. Çünkü spor, siyaset üstü, barış temelli bir olgudur. Eleştiri bahaneleri yaratmayalım.

Eski bir sporcu olarak konuşuyorum: Sporcunun kalkıp “ben şu bürokrata surat edeyim, şu diğer adama dostça davranayım” deme lüksü yoktur.

Bütün parlamenterlerden talep ediyorum. Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın bütçesini de dev ölçüde arttırın. Bu fark, federasyonlara en yapıcı şekillerde gitsin, sporcularımız için harcansın. AKP’nin geçmişte spor alanında yaptığı hataları burada konu yapmak istemiyorum, geleceğe bakalım. Tokyo’da tüm sporcularımızın her müsabakasını yerinden izleyen ve her sporcumuzu teşvik eden Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Kasapoğlu’nu da tebrik ediyorum. Artık geleceğin başarılarının spor ve sanattan geçtiğini umarım HER SİYASİ PARTİ anlar ve gereğini yapar.



BU ÜLKEYİ BİLİNÇSİZ İKTİDAR DEĞİL, DUYARLI HALK KURTARACAK! | Bedri Baykam | 05.08.2021

Aynen FETÖ olayında olduğu gibi! Yıllardır yapılan ikazlara kulak asmayanlar, şimdi devlet katında dayanışmadan dem vuruyorlar, hem de hiç inandırıcı olamadan… “Olayların buraya varabileceğini görmemiştik, kandırıldık!” Peki daha sonra özür diledin mi? Ne gezer!? Zeytinyağ gibi üste çıktılar! Basında yıllarca yazıp çizdiklerimizi, parlamentodaki önergeleri, demokratik kitle örgütlerinin raporlarını, yazarlarımızın kitaplarını, her şeyi yok saydılar, tersine bizlerle alay ettiler! Şimdi ise yangınlar beş gündür yüreğimizi yakarken yine aynı taktikten gidip bütün ikazları yok saydıktan sonra, suçu kime ihale ettiler? “CeHaPe” belediyelerine!

Umursamazlık, sorumsuzluk, hafıza kaybı ve yüzsüzlük bu düzeye çıkınca her şey serbest! Bu dram hepimizi mazoşist şairlere dönüştürecek. Cümleler içimizden fışkırıyor. Halkımızın isyan etme duygusu, neredeyse acılı haykırışlarından bile baskın çıkıyor. Nasıl delirmesinler ki? Gündoğmuş Belediye Başkanı AKP’li Mehmet Özeren, alay edercesine “Çok eski evi olan vatandaşlar keşke bizim de evimiz yansaydı diyecekler” derken bir de gülüyor. Çaresiz kalmış halk, alevlerin bir yandan termik santrale belki yarım kilometre yaklaştığını duyarak kahroluyor. Gökova Körfezi’nin yarısı, Marmaris, Manavgat, Bodrum’un birçok yeri, Ege, sayısız yer yanmış, yanıyor. Belki bir teselli olabilecek bilgi yanan ormanın kendi kendini iyileştirebileceği, hatta periyodik olarak bunlara bir ölçüde ihtiyacı olduğu yönündeki bazı görüşler. Ama bu alışılmış seyirlerin de o kadar üstünde cereyan ediyor ki olay! Aynı anda bu kadar yangın nasıl çıkar? Sağda solda yakalananlar da cabası!

BUNLAR BİLEREK Mİ YAPILIYOR?

Bırakalım iklim değişikliği ve küresel ısınmayı, hepimiz biliyoruz ki hem rant çıkarcıları hem şerefsiz terör eylemcileri, doğanın var olan kaprislerine eklenmek üzere fırsat kolluyorlar. Yazın oluşabilecek hiçbir orman yangını bir sürpriz değil. Kendine ve halkına saygısı olan bir devlet bunu bilir ve hazırlığını yapar. Bizim iktidarımız ne yapıyor? Var olan ve kullanılma ihtimali olan yangın söndürme uçaklarını devre dışı bırakmak için ellerinden geleni ardına koymadılar. “İtibardan tasarruf olmaz” denerek saray üstüne saray yapılıyor, milyar dolarlara uçaklar istifleniyor. Ama yaşanacağını bildiğimiz bu yangınlar için uçak almayı akıl etmek yok, doğayı düşünen yok, hayvanları düşünen, o yerleşim birimlerindeki halkı veya ülkenin turizmini düşünen yok! Söyleyecek laf bulamıyorum. İnsanda minimum tereddüt olur, “Devlet imkanlarını nasıl kullanıyorum? Acaba ağır bir israfın sorumlusu muyum?” Sıfır. Bu insanların aklına bu suallerin gelme oranı, sıfır. 100 arabayla çakarları yakarak gösteriş dolu bir şehir turu atılıyor ve ardından halkın suratına çay paketleri fırlatılıyor! Evi, ocağı, yüreği yanmış insanlara bir paket kuru çay…

Bu arada halkın artık yüksek sesle dile getirdiği bir niyet ifşası daha var: Bu ülkenin içine düştüğü ağır kara tabloda Türk Silahlı Kuvvetleri’nden sanki hiçbir yardım istemiyor iktidar! Kayseri’de bekleyen C-130’lar yangın söndürme kapasitesine sahip uçaklar ama onlar da devreye sokulmuyor. CHP Milletvekili Süleyman Girgin bu soruyu gündeme getiriyor, ama İçişleri Bakanı yangın söndürmenin profesyonel bir iş olduğunu söyleyerek saçlarımızı diken diken yapıyor! Halkın kovalarla su taşıyıp çıplak elleriyle ateşlerle savaşması, demek profesyonel bir girişim! Ama tabii koskoca İçişleri Bakanı’nın elleriyle ateş söndürecek hali yok (!) Bu kadarına pes denir! Ama pes denecek o kadar çok şey var ki, bu kelime de anlamsızlaşıyor! Askerleri tankerleri ve uçaklarıyla sahaya sürmeyen kim? Adını bilen var mı? Yoksa halk ve askerin yan yana dayanışmaya girmesinden korkanlar mı var? Bu korku ormanlarımızdan daha mı önemli?

TESADÜFE BAKIN! LEGAL KILIFLAR VE ARANJMANLAR HAZIR!

Lütfen bu olayları en net şekilde bize bir videoda açıklayan Murat Yetkin’in sözlerini dikkatle izleyin! Türkiye’de birçok kıyısı olan arazi de yapılaşma yetkisi Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan alınarak Turizm ve Kültür Bakanlığı’na devrediliyor. Hem de artık ÇED raporu aranmadan, 15 günde yapı ruhsatı sağlanarak bu gelişmeler hızlandırılıyor. Adeta tabiat varlıkları için jet hızıyla hayata geçen ölüm fermanları bunlar. Bu arada bir hafta kadar önce resmi gazetede yayınlanan 7334 sayılı kanun var: O da görkemli bir şekilde bu turizm gelişme alanlarının dışında olan alanlar için bu konuda karar verme yetkisini tek başına Sayın Cumhurbaşkanı’na veriyor! Ne kadar pratik bir ülkeyiz değil mi? İnanın Avrupası, Amerikası halt etmiş, onlar da böyle zeka fışkırtan hızlı yasalar, kraliyet yetkileri hiç yok. Bu arada internetten bilgiler hortluyor: Marmaris’te yanan yerlere daha önce maden ruhsatı verilmiş! Bu kadar birbirine denk gelen olaylar, yasalar, yetki devir değişimleri beni benden alıyor! Bu arada haberiniz olsun, tüm konularda belediyeler hızla devre dışı bırakılmış. “Tabii efendim saçmalamayın, öyle iki başlı sahil planlaması olur mu? Sonra maazallah eski koalisyonlar gibi, işler durur”.


ŞU ORTAMDA CHP İLE UĞRAŞMASANIZ OLUR MU, LÜTFEN?

CHP milletvekili Ali Şeker, Temmuz 2019’da bu yangın uçakları ve ormanların güvenliği konusunda aklınıza gelebilecek her şey hakkında bir soru önergesi vermiş. Kendisine bu kadar teskin edici bir yanıt verilmiş ki, okusanız kafanıza çay atılmış gibi sakinleşirsiniz (!) Engin Altay, olay yerlerinde feryat figan yaşadıklarını aktarıyor. Helikopterlerin 1000 sorti yaptığı iddia edilen günlerde tek bir uçak veya helikoptere rastlamadığına yemin ediyor. 11 CHP’li belediye başkanı bir araya gelip bildiri yayınlayarak THK uçaklarını uçurmaya ve bu kriz masasını yetiştirmeye yönelik kararlarını açıklıyorlar. Tabi bu katkı kararları da sabotaja uğramazsa! Bir ricam var, lütfen hiç olmazsa şu ortamda “CHP’de bir şey yapmıyor!” nakaratından vazgeçin, buna yeltenenleri de lütfen susturun, malum sorumluları bu şekilde dolaylı olarak lütfen aklamayın, olur mu?


HALKIMIZIN GÖZ YAŞARTICI ÇIRPINIŞI!

İktidarın devleti ve yurdu bu kadar başıboş bıraktığı ortamda, halk inisiyatifleri, maddi ve fiili sorumluluk alıp ateşin içine dalıyor! Sosyal medyadan haberleşmeler, ihtiyaçların bildirilmesi ve yoluyla zor durumdaki insanlarımıza ulaştırılan yardımlar… “Çökertme’ye gitmeyin, yardıma ihtiyaçları yok” cümlelerini dinlemeyerek orada direnen kahramanların yanına ulaşan değerli yurttaşlarımız… Göçek Halk Meclisi Dayanışması’nı kuranlar, internetten örgütlenerek yaşam savaşı veren her canlıya destek ulaştırmak isteyen sevgili insanlarımız, Ahbap, Angels Farm Sanctuary, Paw Guards, HAYTAP, Yaşama Tutunan Patiler Derneği ve niceleri, bu ülke kurtulursa sizlerin yurttaşlık bilinci ve Atatürkçü vatan sevgisi ile kurtulacak!

31 Temmuz 2021 Cumartesi

BUGÜN KONUMUZ, MİLLET İTTİFAKI’NA ADAY SEÇMEK OLAMAZ! | Bedri Baykam | 29.07.2021

En az birkaç aydır, gizli veya açık gündem, Erdoğan’ın karşısına Millet İttifakı’nın hangi adayı çıkaracağı… Telaffuz edilen isimler olan Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş ve Meral Akşener’e, şimdi bir de güçlü şekilde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu eklendi. Medya da 4-5 saatlik tartışma sürelerini doldurmak için bu kulvara göbekten dalıyor.

Demirel’in meşhur cümlesi “Siyasette 24 saat çok uzun bir süredir” bir yazıt olarak duruyor. Seçimlerin olağan zamanına daha iki yıl olduğunu düşünürsek, kültürümüzde çok kullanılan “o zamana kadar kim öle-kim kala” deyimini hatırlatmama bilmem gerek var mı? Türkiye kadar kaygan zeminde siyaset yapılan bir ülkede, bazen bırakın iki yılı, iki saatte bile neler olup bittiğini veya olabileceğini düşünmenizi istiyorum! Partiler, ittifaklar arası yer değiştirip birden karşı saflara teslim olabilirler! “Ekmek için Ekmeleddin” adaylığı ile daha şurada 6-7 yıl önce karşılaşmadık mı? Bahçeli ardından ani bir dönüş hareketiyle, Kılıçdaroğlu ve onun etrafındakilerden “zillet ittifakı” diye söz etmeye başladı! Ülkemizin kendi iç sorunları dışında ayrıca her an savaşların patladığı bir coğrafyada yer aldığını düşünürsek, bugünden iki yıl sonrasının noktasal aday seçim tartışmalarına girmenin anlamsızlığı daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkar.

Cumhur İttifakı’nın adayı belli. Onlar da aslında bir an önce rakiplerinin kim olacağını öğrenmek isterler, ki kimin yıpratılması gerektiğini bilsinler. Bu belirsizlik iktidarı için için sinirlendiriyor.

Kılıçdaroğlu’nun yakın, en yakın çevresinde kendisine şuna benzer cümleler söylenebileceğini düşünüyorum: “Kemal Bey, daha düne kadar İmamoğlu İstanbul’un herhangi bir belediyesinin kimsenin tanımadığı başkanıydı, onu bugün İstanbul Belediye Başkanı yapan zaten sizsiniz! Şimdi de kendi gücünüzü unutup onu bir de Türkiye’nin direksiyonunun başına mı geçireceksiniz? Aslında oraya sizin kendiniz oturmanız lazım, lütfen böyle bir hata yapmayın.” Tekrar ediyorum, bu bir duyum değil, teorik tahmin. Onca yıldır siyaset kazanının içinde yer almanın getirdiği bir görüş. Kılıçdaroğlu, bugüne kadar hep CHP Genel Başkanı kalmayı tercih ettiğini, cumhurbaşkanlığı için doğru adayı aramak durumunda olduklarını savunuyordu. Ama bu söylemde net bir değişiklik oldu, sanki yukarıda dile getirdiğim tahminler doğrultusunda onun düşünce yapısında çeşitli tereddütler veya en azından kendi cumhurbaşkanlığını bir olasılık olarak kabullenme süreci başladı.

ADAY SAPTAMAK İÇİN YAPILMASI GEREKENLER

Benim düşüncem net: CHP’de demokratik bir tüzük açılımının en kısa zamanda yaşanması gerektiğine inanan öncü grup arasında yer aldığım için, hazırladığımız Demokratik Dijital Devrim Tüzük taslağının önerdiği şekliyle CHP’nin cumhurbaşkanı adayını, partinin tüm kayıtlı üyelerinin doğrudan belirlemesi tartışmasız tek tercihim. Ama bu şu anda maalesef uygulanamadığı için, mükemmel olmasa da buna en yakın başka alternatiflerin devreye sokulması lazım. Mesela tüm yurtta üyeler bazında eğilim yoklaması. “Vakit yok, zaten organize olamayız, çıkan sonuca da güvenemeyiz” gibi tepkiler gelebilir. Diğer yöntemlerin en önemlisi kamuoyu anketleri. Ama ben çok geniş tabanlı, objektif ve “bir sonucun sipariş edilmediği” tarafsız farklı kaynaklardan da benzerleri yapılacak çok büyük anketleri kastediyorum.

Orada geniş halk kitleleri, ister tercihlerini İmamoğlu veya Yavaş’tan yana kullansınlar, ister Akşener’den… Kılıçdaroğlu ve yakın çevresinin, bu sonuç CHP Genel Başkanı’nın adaylığını desteklemese bile, konunun ciddiyetini çok derin ve ciddi olarak ele almalarını bekliyorum. Çünkü daha önce “Ekmek için Ekmelettin” ve Abdullah Gül gaflarını yaşamış bir partinin, Cumhuriyet’in 100. yılına girerken yeni bir felaket senaryosu ile karşı karşıya kalmaması lazım.


ERDOĞAN’IN ÖZGÜVENİ ARTIK YOK OLMUŞ

Çok ilginçtir, AKP’nin televizyonları arşınlayan gayri resmi sözcüleri, Millet İttifakı için Kılıçdaroğlu’nun aslında doğru bir aday olacağını söylüyorlar. Ben de bu ısrarlı yönlendirme cümlelerini duydukça, “Reis”in en yakından tanıdığı adayı, yani Kılıçdaroğlu’nu karşısında görmek istediği sonucunu çıkarıyorum. Çünkü en beklenmedik anda İstanbul’u onun elinden alan İmamoğlu, AKP lideri için tam bir kabus. En güvendiği seçim bölgesinde kendi adayını, üstelik iki kere üst üste yenmeyi başardı! Keza Ankara’da Yavaş’ın başarısı da Erdoğan’ı ciddi anlamda tedirgin eden somut bir sonuç oldu.

Açık konuşmak gerekirse yerel seçimlerde AKP’nin uğradığı hezimet, zaten Erdoğan’ın özgüvenini tuzla buz etmiş. Kılıçdaroğlu’nun “Erdoğan, halkımın parasında ve doğasında gözü olan herkese aynı şeyi söylüyorum, Türkiye’nin hazinesinden para alamayacaklar. Kanal İstanbul'un ulusal çıkarlar ve küresel iklim politikasıyla bağdaşmaması nedeniyle, bu projeyi finanse edenlere Türk kamu hazinesi tarafından geri ödeme yapılmayacaktır. Türkiye'de herhangi bir çevresel zarar için de tazminat talep edilecektir" şeklinde 4 dilde attığı tweete, Cumhurbaşkanı’nın neler dediğini hatırlıyoruz: Yatırımcıları tehdit ediyorlar. Devlette devamlılık esastır. Söke söke uluslararası mahkemeler ile bu paraları alırlar. Ödeme yapmazmış, bankalara ödeme yapmazmış. Bunlar tam anlamıyla çaylak ya...

Seçimi kaybedeceğini ve Kanal İstanbul projesinin şu andaki muhalefetin kontrolüne geçeceğini artık kabul etmiş olan Erdoğan, en azından başta Katarlılar olmak üzere bu proje için ilişkide olduğu tüm şirketlere mahcup olmamak için önlemlerini alma peşinde! Her sözünden aşırı ego parlaması fışkıran “eski” Erdoğan ne derdi: “Daha çok beklersiniz, hele bir seçim kazanın da ondan sonra konuşun.” Bir de üstüne balkon konuşmasında bu konu hakkında yapacağı esprileri biriktirirdi.

Nereden, nereye!

Millet İttifakı’na düşen, kimin aday olması gerektiği konusunda iç rekabetlere ve spekülasyonlara girmeden, elinde bulundurduğu her noktada en iyi hizmeti vermek, 2023 vizyonunun yansımasını taşıyacak bu yerel başarı eliyle ülkenin geleceğine güven vererek sahip çıkabileceğini kanıtlamak. Çünkü “Büyük 100. Yıl Seçimi”ndeki başarı en çok bu faktöre bağlı. İktidar ve yandaşları, gerek onların performanslarındaki olası hataları, gerek Akşener-HDP-Saadet Partisi hattındaki potansiyel cızırtıları sonuna kadar kullanmak istiyor. Kılıçdaroğlu’nun bu orkestrasyonu özen ve dikkatle yürütmesi lazım, ki bugüne kadar bu ince görevi başarıyla götürdü. Kimin aday olacağı ise en fazla son altı ayın işi…


DENİZ BAYKAL’A HALA SORULMAYAN SORU… | Bedri Baykam | 21.07.2021

Öncelikle tüm okurlarıma iyi bayramlar dilerim. Bol bol dinlenin, kitap okuyun; lütfen özellikle seyahat ediyorsanız, yollarda çok dikkatli olun.

Deniz Baykal’la röportajlar yapıldı. Livaneli’nin iddiaları soruldu. Tayyip Erdoğan’la ilgili 2002-2003’te aldığı kararların demokrasiye hizmet mi, yoksa dolaylı olarak demokrasiyi adeta yok etmeye yardım mı ettiği konusu gündeme geldi. Erdoğan’ın yasakları kaldırılırken o günlerde CHP kurmaylarının inancı şuydu: “Erdoğan başbakanlığı hiçbir şekilde uzun süre götüremez, ama şimdi o koltuğa oturmazsa hem sürekli bir alternatif hem de mağdur olarak halktan destek görecek. Bu nedenle bu koltuğu ona şimdi verelim.” Bunlar zaten herkesin artık bildiği konular, isim vermeme gerek yok. Parti içinde yakın çalışma arkadaşlarım tarafından bu toplantılar hakkında bana birinci ağızdan aktarılan bilgilerdi. Evdeki hesap çarşıya uydu mu? Hayır. Ülkeye bu kararın iyiliği mi oldu kötülüğü mü, çok tartışılır. Ama madem alınan kararların demokrasiye etkisini konuşuyoruz, neredeyse 20 yıl sonra hem Sayın Baykal’a hem de gazetecilere sormak istiyorum: Sayın Baykal, dönemin sosyal demokrat bir CHP lideri olarak, Tayyip Erdoğan’ın parlamento dışı bırakılmasını o günkü yasalara rağmen antidemokratik bulup bu büyük jesti kendisine yapmayı ve anayasayı değiştirmeyi kaçınılmaz bir etik sorunu olarak görebildiğini rahatlıkla dile getiriyor. Peki, madem ülkeyi ve rejimi tehlikeye atmayı bile göze alacak kadar ödünsüz demokrattınız, o zaman nasıl CHP’nin aynı yıl, yani 2003 yılında yapılan kurultayında genel başkanlık için yarışma kurallarını, üstelik lider seçimine birkaç saat kala aniden değiştirdiniz? Bu zoraki dayatma ile yapılan tüzük değişikliği sonucunda rakiplerinizi yarışmadan saf dışı bırakmayı nasıl göze alabildiniz, kendi içinizde bu karara tenezzülü nasıl hazmedebildiniz? Erdoğan konusundaki yorumlarınızı detaylı olarak okuduktan sonra, emin olun bu sorunun yanıtını çok merak ediyorum. Partimizin, demokrasi ile ilişkisini her açıdan defalarca tartıştığı bir ismin hak ve hukuku, nasıl oluyor da kendi parti üyelerinizin hak ve hukukundan çok daha önemli görülebiliyor?

Bu konuyla ilgili diğer sorum, dediğim gibi gazetecilere: Ne o gün ne de aradan 18 yıl geçtikten sonra bugün, bir tek kere Baykal’a bu karanlık kurultay hakkında soru sorma cesaretini kendinizde bulamadınız. Neden? Yoksa Erdoğan’ın basın toplantılarında hissettiğiniz baskıyı, CHP basın toplantılarında da mı hissediyordunuz? Bugün de hala hissediyor musunuz? Sizce bu, basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğü ve hatta basının en doğal hak arama, doğruya ulaşma sorumlulukları açısından normal bir tavır mı? Demokrat, özgür gazeteciliğe yakışıyor mu? Bu akıl almaz hak gaspı, bir futbol maçını. 87. dakikasında oyunun kurallarını aniden değiştirip o maçta uygularcasına aynı kurultayda parti içi muhalefet olarak size karşı yapılsaydı ve basın o topa hiç girmeseydi ne hissederdiniz? (Konunun detaylarını bilen insanlar, o gün yaşananları ömür boyu kabullenemediler.) Düşünün ve kelimelerinizi seçtiğinizde biraz empati kurarak yanıtınızı lütfen hazırlayın, sayın basın mensupları. (Yeni kuşak gazeteciler, konuyu anlamak için 2004’ten “Korku İmparatorluğu” kitabımı okuyabilirler.)


28 ŞUBAT HAKKINDAKİ KARARLAR NE ANLAMA GELİYOR?

Siyasi yorumlarda, tabii ki herkes aynı düşünmeye, aynı görüşleri dillendirmeye mecbur değil. Hatta yukarıdaki örnekten gördüğünüz gibi aynı partinin kozasından yetişmiş insanlar bile birbirinden kuzey-güney kadar apayrı eksenlerde tavır ve yorum ayrılıklarının uçurumlarına düşebilirler. Ama, ortada çok mantıksız ve rahatsız edici bir durum var. 28 Şubat’ta, o kararları Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Milli Güvenlik Kurulu Üyeleri imzalamış mı? Evet, imzalamış. Onlardan daha sonraki dönemlerde siyaset yapan insanlar, geçmişteki her kararı beğenmeye mecburlar mı? Tabii ki hayır. İsteyen 28 Şubat’ın demokrasiye zarar verdiğini, isteyen ülkemizi geriye götürdüğünü, laikliği korumaya katkısı olmadığını veya anayasaya bile zarar verdiğini savunabilir. Bunun adı demokratik görüş ayrılıkları, siyasal yorum ve düşünce özgürlüğüdür. Ama siz kalkıp o gün o ülkeyi A’dan Z’ye temsil eden rejimin sahiplerini, yani o günkü kararlarda imzası olan ülkenin tüm önde gelen iktidar temsilcilerini, sanki parlamentoyu basmış ve milletvekillerini rehin almaya çalışmış cuntacılar gibi değerlendirip o gün devreye sokulan uygulamaları siyasal açıdan eleştireceğinize, sanki ülkenin rejimine yasa dışı bir şekilde silahla müdahale edilmiş gibi analiz etmeye kalkarsınız, bakın yarın ne olur: Yarın, bu sefer başka bir lider ve hükümet de sizin bugün kurduğunuz ve kitabına uygun şekilde attığınızı söylediğiniz tüm adımları, imza ve kararları geçersiz sayarlar veya kararlarınızla hemfikir olmadıkları gerekçesiyle sizi yarın darbeci ilan edebilirler. Herhalde bu varsayımın, bugünkü iktidarın yaptığından hiçbir farkı olmadığını görüyorsunuz. Güç elinizde iken aldığınız kararlar yalnız o gün size iyi gelsin diye uygulamaya konamaz; her şeyin dünü ve yarını vardır. AKP iktidar dönemi, kendine has yorumlarla, görülmemiş şekilde bir başka dönemin siyasi çerçevesinde atılan yasal adımları bu şekilde yargılayıp mahkûm ettirerek bana sorarsanız kendi geleceği açısından mantığa sığmayan, kocaman bir hata yapmış ve yapmaktadır. Burada bir paragrafta 28 Şubat neden yaşandı, kim haklıydı, kim haksızdı, gerekçeler neydi, provokasyonlar neydi, bunların analizini yapacak değiliz. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin bir döneminin en üst düzeyde uygulamalarını, gazetecilerin “bu deyimi ilk ben kullandım” deme yarışına girdikleri “post modern darbe” sözcüğünü önce heyecanla onaylayıp, ardından oportünist şekilde ciddiye alarak, sanki böyle bir askeri müdahale yaşanmış gibi bir tavra girerek artçı şoklarını topluma bugün sunmanın, ülkenin ne geçmişine ne de geleceğine bir hayrını göremiyorum.

Örsan Öymen Cumhuriyet’teki son yazısında, 12 Mart ve 12 Eylül’den yola çıkarak, onlar hakkında kalıcı, ağır ve eleştirel hiçbir hatırlatmaya izin vermeden, yalnız “15 Temmuz darbe girişimini gölgelemeye çalışan ve ülkesini, milletini ve bu girişimde şehit olanlara ihanet edenleri” vurgulayanların, objektif bir samimiyetlerinden söz edilemeyeceğini savunuyor: “Vatanseverliği vatanın kuruluşunun temelleri yerine, kendi şahsına ve hükümetine yönelik bir darbe girişimi ile ölçen bir siyasetçinin vatanseverlik söylemlerinde bir samimiyet olabilir mi?” diye soruyor.

Ben de aynı noktadan çıkışla, hükumetlerin aldıkları geçmiş kararları da aynen kendi iktidar çıkar kriterlerine göre ölçüp biçen ve eleştirmenin ötesinde suç haline dönüştüren bir mantığı tarih içinde anlamanın hiç mümkün olamayacağını kendi adıma net olarak görüyorum.

Tekidağ Cezaevi’den Gelen Sesi Duyun… | Bedri Baykam | 15 Temmuz 2021

Bizlerin gündemi farklı. Kimimiz şimdiden cumhurbaşkanı adayları üzerine kafa yoruyor, kimimiz tatilde… Ama bakın cezaevinde yaşayan insanların dertleri neler? Sayın Adalet Bakanı’nın acilen gereken ilgiyi göstermesini diliyorum. Tekirdağ iki nolu F tipi cezaevinden Nisan ayında bana yazan ve mektubu yeni ulaşan Murat Açıkalın’ın suçu nedir bilmiyorum. Ama fark etmez; mühim olan herkes adına bu uygulamaları topluma duyurmak istemesi. Mecburi kısaltmalarla yayınlıyorum:


Sayın Bedri Baykam, çalışmalarınızda başarılar dilerim. “Olmadı baştan” yargılamaların yaşandığı dönemdeyiz. Sizi rahatsız etmemin nedeni hapishanedeki yeni başlayan bir uygulamadan ve bunun sonuçlarından bahsetmek istiyorum. Size yine, yasaklar ve hak gaspları ile ilgili yazmak zorunda kaldım.

Meşhur Tekirdağ soğuklarının yaşandığı günlerde sadece tişörtüm olduğu için yüreğimin sıcaklığıyla yazıyorum. Gayya kuyusunun taş duvarları ve demirleri bu rüzgarı ve ayazı kesemez. Kışlık kıyafetlerimizi kargoyla almadıkları için bu soğuğu kemiklerimizde hissediyoruz. Ruhumuzu ısıtmak için gereken kitaplar da aynı hazin sonu yaşıyor. Kapalı bir kutudan kargo ile hapishaneye gelip o karanlıktan çıkamadan geri iade ediliyorlar. Ne bedenimiz ısınabiliyor ne de ruhumuz.

Hapishanedeki yeni uygulamaya göre kargolarımız 2 ayda bir alınmaya başlandı. Bu uygulamanın nedeni pandemi kararları değildir. Görüşçülerimiz tarafından ihtiyaçlarımızı karşılamak amacıyla kargoya kıyafet, kitap, dergi adımıza gönderilmektedir. Kargoları kabul etmemek, kargoların hepsini hediye kapsamında değerlendirmek hukuka ve kanuna aykırıdır. Hapishane yönetimi gelen tüm kargoları kabul etmek (En azından değerlendirmek) zorundadır. Bu uygulamanın sonuçları şunlardır:

  1. Kıyafet hakkının gasp edilmesidir.

Tutuklu, hükümlü kıyafet ihtiyaçlarını genellikle kargo yoluyla karşılamaktadır. Ayrıca elden hapishane idaresine, görüş zamanı ailelerce teslim edilebilmektedir. Son uygulamayla idare görüş zamanı da eşya kabul etmeyerek fiilen bu yolla eşya alımını engellemektedir.

Örneğin ben 30.07.2020 tarihinde hapishaneye yeni tutuklanarak getirildim. Yanımda yedek hiç kıyafetim yoktu. Bugüne kadar 2 tişört, 3 alt eşofman, 1 pantolon ailemin gönderdiği kargoyu aldım. Bu kargoyu aldığım için ailemin gönderdiği kıyafetler hiç açılmadan iade edildi. 2 aylık sürem 12. ayda doluyor. Kargolar burada 15 gün bekletiliyor, açıldıktan sonra 5-10 gün içinde bize veriliyor. Yani kışlık kıyafetlerimi en erken 12. ayda alabileceğim. Ayrıca gelen kargodaki eşyalardan bir tanesinin verileceği söylenmektedir. Böyle olursa eğer 2 ayda bir eşya alınacağı için yasada hak olarak tanınan eşya bulundurma listesindeki kıyafetleri toplamda 2 yıl içinde almak mümkün olacak.

  1. Kitap, dergi, yayın hakkının engellenmesidir.

CİK (Ceza İnfaz Kanunu) göre tutuklu, hükümlülerin kitap, dergi alma hakkı bulunmaktadır. Kitap, dergi, hapishane girişinde elden kabul edilmemektedir. Kargo ile teslim alınabilmektedir. 2 ayda bir kargo alındığında ve gelenlerin sadece bir tanesinin verilmesi uygulaması olursa kitap ve dergiden fiilen yararlanamayacağız. Bilindiği gibi dergiler haftalık veya aylık olarak çıkmaktadır. 2 ayda bir defa, sadece bir adet kitap veya derginin verileceği düşünüldüğünde hiçbir yayını güncel bir şekilde alamayacağız. Bunun dışında kamu tüzel kişilerinden, devlet dairelerinden tutuklu hükümlüler dergi, broşür gibi yayınları isteyebilmektedir. Buralardan kargolar geldiğinde yine idare tarafından kabul edilmeyecektir.

  1. Tutuklu/Hükümlüler ya kitap ya dergi ya kıyafet tercihine zorlanıyor.

2 ayda bir kargo teslim alınacağı için tarafımıza gelen eşyalardan bir tanesini teslim almak zorunda kalacağız. Ya kitapsız kalacağız ya da kıyafetsiz. Okumak ile kışın titreyerek hasta olarak geçirmek arasında tercihe zorlanıyoruz. Soğukla bedenimizde kalıcı hasarlar, kitap yokluğuyla beynimizde kalıcı hasarlar bırakmak istiyorlar.

  1. Ailemizin cebinden daha fazla para çıkacaktır.

Kargolar teslim alınmayıp iade edildiği için ödenen ücret boşa gitmektedir. Sonrasında gönderilecek kargo ayrı bir maliyet oluşturmaktadır. Tutuklu, hükümlülerin aileleri yoksul halktır. Zaten yoksul olan insanların üzerinde yeni bir ağır kargo maliyeti oluşacaktır.

  1. Savunma ve adil yargılanma hakkımız engellenmektedir.

Kargolarla sadece kıyafet, kitap, dergi gibi ihtiyaçlar karşılanmamaktadır. Savunma ve dava dosyalarının çoğunluğu da kargo ile gelmektedir. İdare açmadan iade ettiği için savunmayla ilgili evrakları da almamış olmaktadır. .

  1. İdare bu kararı alırken CİK yok sayılmaktadır.

İdare yeni kararı alırken Cik’in 68/1. Hediye hakkı maddesine dayanmaktadır. Yıllardır bu madde bulunmaktadır. Yıllardır idareler her türlü gelen kargoyu kabul etmekte, kanunlar çerçevesinde tutuklu/hükümlüye teslim etmektedir. Değişen bir şey olmadığı halde idare bu uygulamayı başlatmıştır. Sadece hediye alma hakkı ve tutuklu/hükümlülerin hangi zamanlarda hediye alacağı düzenlenmektedir. İdareler her türlü kargoyu hediye kapsamına alarak CİK’te tanımlanmış hakları yok saymaktadır.

  1. AİHM, AYM kararları yok sayılıyor.

AYM VE AİHM kararlarında tutuklu/hükümlüler lehine birçok olumlu karar çıkmıştır. Mektup, kitap, dergi, yayın yasaklamamak konusunda olumlu kararlar bulunmaktadır. İdareler bu kararları uygulamak istememektedir. “Kitap, yayın hiç almazsam yasaklamış olurum.” düşüncesiyle verilen kararları bertaraf etmeye çalışmaktadır. Bu yolla “yasakçı karar” almadım demek istemektedirler. Bizim yıllarca süren hukuki mücadelemiz almıyorum denilerek yeni bir sürece sokulmaktadır. Bu kararı da hukuka ve kanuna dayanmadığı için AYM VE AİHM’den dönecektir.

Hukukçu olmalarına karşı infaz hakimlikleri AYM ve AİHM kararları ortadayken idarenin açık hukuksuzluğunu onaylayarak noter gibi olmamalıdırlar. Hukuka ve kanuna göre karar vermelidirler. Bu hukuksuzluk devam ettiği süreçte kışı tişörtle geçireceğiz.

Sesimize ses katarak dışarıdaki sesimiz olmanızı istiyoruz. Sizlere dört duvar arasındaki hukuksuzlukları duyurmuş olmayı umut ediyoruz. Şimdiden teşekkürler

Bizlerin yüreğimizdeki umudu ve güzellikleri hiçbir şey solduramayacak.