22 Şubat 2017 Çarşamba

ATATÜRKÇÜLER KORKMAZ, EY YOBAZ GAFİLLER! | BEDRİ BAYKAM | 21.02.2017

Onlar hep böyleler: Hem hep mağdurlar ve acıklı hallerine ağlanmasını isterler, hem de... durmadan tehdit ve şiddete rücu ederek kendilerine biat etmeyen herkese lanet okuyarak dehşet saçmaya başlarlar.
Yobazlık asırlardır var. Yobazlık asırlardır en sahtekar şekilde dini kullanarak yakıyor, yıkıyor, insan öldürüyor, ağzından salyalar akarak kadınları taşlıyor, tecavüz ediyor... Din gibi yüce bir duyguyu kardeşlik ve yardımlaşma yaymak yerine kirli emelleri için kullanarak, bütün bu ağır suçları işleyen katil ve hırsızların küstahlığı, ne yazık ki alçaklıkları oranında artıyor.
Sevgili Müjdat Gezen’in başına gelenler, tüm Türkiye’nin her an içinde yaşatıldığı ateş çemberi ve şiddet sarmalının, nispeten ucuz atlatılmış dramatik bir vakası.

BU KAÇINCI ALÇAKLIK???
Geçmiş, yobazların sözde din uğruna işledikleri sayısız kıyımla, toplu cinayetlerle, ektikleri karanlık tohumlarla dolu.
Son yüzyılda da coğrafyamız fazlasıyla bunları yaşadı. Hep irili ufaklı alçaklıklar, insana ve Allah’a ihanetlerle yüklü bir vakalar dizini. Menemen’de Kubilay’a saldırıp kafasını kör testereyle kesenler de bunlar, Kahramanmaraş’ta aydın halkı acımasızca yakıp yıkanlar da onlar, Madımak’ta toplu ayin yapar gibi “işte bu cehennem ateşi” diyerek masum sanatçı ve yazarları canlı yakan da onlar, aydınlarımızı, gazetecilerimizi, can dostlarımızı kalleş cinayetlerde öldüren de onlar, oruç tutmayan veya bira içen gençlere saldıranlar da onlar... En sevdiğim yazar arkadaşlarımı yok edenler de onlar, bana arkadan saldırıp bıçaklayanlar da onlar, kadınlara her fırsatta şiddet ve tecavüzü reva gören de onlar...
Aynen IŞİD gibi, dinle hiçbir alakası olmayan, Müslümanlığı din kavramından çıkarıp ölüm ticareti haline dönüştürmeye çalışan terör örgütleri gibi, sapkın Ortaçağ fikirlerine boyun eğmeyen herkese en şeytani saldırıları hazırlayanlar da onlar...
Sanata tüküren-saldıranlar da onlar, Şan sinemasını yakanlar da onlar, heykellere saldıran, dinamitleyen de onlar, “barış” kelimesine katlanamayan da onlar...
Onların karşısında da hep dünyanın en güzel insanları: Genç Teğmen Kubilaylar, dünya iyisi Prof. Muammer Aksoylar, gazetecilik deyince akla gelen ilk isim olan Uğur Mumcular, dünya beyefendisi Ahmet Taner Kışlalılar, din konusunda baş edemedikleri Bahriye Üçoklar, Turan Dursunlar, Atatürk ışığını taşıyan Necip Hablemitoğulları ve daha niceleri...

YOBAZLAR MÜJDAT GEZEN’İ YILDIRABİLİR Mİ?
İki gün önce “onlar” yine iş başındaydı... Sanat dünyamızın yüz akı, halkın gururu, tiyatro ve mizahın efsanevi ustası Müjdat Gezen’in ve ekibinin eğitim verdiği sanat merkezini kundakladı ortaçağ yobazları. Sanat üretilen, içinden özgürlük fışkıran bir noktaya tabii ki tahammülleri olamayacaktı. Özgür düşünce, sanatsal yaratım ve evrensel dostluk, bunların maalesef düşman olarak yetiştirildikleri içi boş birer kavramdan ibaret. Bilinçaltında kıskandıkları büyük aydınlara ve eserlerine saldırarak kendi yobaz karanlık alanlarını korumuş oluyorlardı sanki. Yaratılmaya çalışılan ortam, malum. Basılan, tehdit edilen kitapçılar, yayıncılar, sokakta derdest edilen HAYIRcı gençler, hissettirilmek istenen ağır baskı ortamı, her an tutuklanan milletvekilleri, her sabah yeni operasyonlarda onlarca OHAL gözaltısı, devlet katının tarafsızlığı hiçe sayılarak sürdürülen açık referandum propagandaları... Çaresizlik içinde, bunların yardımıyla 16 Nisan’da sopayla sonuç almaya çalışan bir anlayış!
Müjdat Gezen, bu ülkede her yaştan insanın gönlünde, kalbinde, ruhu ve beyninde taht kurmuş bir cesur yürek. İşin en acıklı tarafı, kendileri ödlek ve genelde yüzsüz, içi boş birer insan müsveddesi olan bu alçaklar, yaptıkları affedilmez kundaklama eylemiyle Müjdat Gezen’i korkutabileceklerini, durdurabileceklerini sandılar! Allah sizi inandırsın, ne yaptıklarından bu kadar habersizler! Bir Atatürkçü’yü korkutmalarının mümkün olmadığını bile bilemeyecek kadar cahiller. Herkesi kendileri gibi arkadan vuran birer alçak sanıyorlar. Beyinlerinin çapı ancak bu kadar.
Müjdat Gezen, asırlar boyu hatırlanacak dev bir insan. Onunla yobazların tümü gelse baş edemez. Müjdat’ın dediği gibi, onlar belki bizim göğsümüzü siper ettiğimiz Cumhuriyet’e saldırırken bizi fizik olarak yok edebilirler, ancak hiçbir zaman sanat eserlerini, Cumhuriyet’e ve Atatürk’e olan bağlılığımızı yok edemezler. Aslında içinde yüzdükleri boşluk dehşet verici...

ATATÜRKÇÜLER BÖLÜNMEZ, SARSILMAZ, YOLUNDAN DÖNMEZ!
Müjdat “dünyanın belki ilk parasız özel okulunu” açmış. Dünyanın en bonkör, en gönlü zengin, en sevecen, en dost canlısı insanlarından biri. Onunla, Ferhan Şensoy’la, Genco Erkal’la, Ataol Behramoğlu’yla, Orhan Aydın’la, Rutkay Aziz’le, Uğur Dündar’la, Soner Yalçın’la, Yılmaz Özdil’le, geçmişte hapiste demokrasi nöbeti tutmuş Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan, şimdi tutan Musa Kart’la, Turhan Günay’la, rahmetli Tarık Akan’la, İlhan ve Turhan Selçuk’la ve onca diğer sayısız değerli sanatçı dostumuzla arkadaş olmak, beraber nefes almak, hayatımın en büyük güç kaynaklarından ve gururlarından biri... Benim için de, tüm Atatürkçü, aydın, yurtsever insanlarımız için de... Herkes şunu bilsin ki, biz kararlı ve sağlam bir bütünüz. Korkutulamayız, bölünemeyiz, sarsılamayız... Dost-düşman, hiç kimse bunu aklından çıkarmasın...
Merak ediyorum: Failler bulunacak mı? Yoksa mesela Fenerbahçe otobüsünü kurşunlayan alçaklar gibi araziye karışıp alçak eylemleri yanlarına kar mı kalacak? Bu eylemi planlayan ve azmettirenler ortaya çıkacak m? Yine merak ediyorum, bu kundaklamanın faillerinin ortaya çıkması için kimler gerçekten sabahtan gece yarısına tam gün çalışıp didinecek, kimler -demeç verseler bile-umursamama sendromuna kapılacaklar??

YANDAŞLARA AYRI HUKUK MU VAR?
Mesela Müjdat Gezen’i, Yılmaz Özdil’i, gururumuz Atatürkçüleri durmadan hedef gösteren Akit, olayın ardından  “P.....nk Müjdat’a büyük şok!” manşeti atarken, hiçbir savcı anında buna dava açmıyorsa, sormamız lazım: yandaşların artık doğrudan ayrı hukukları mı var? Emniyet, doğrudan hedef haline getirilen noktalara, önceden önlem alacak mı, yoksa seyir mi edecek akışı? İş işten geçtikten sonra alınan önlemler pek bir işe yaramıyor da...
Bir detay haber gözüme takıldı bütün bunların ortasında: İstanbul Emniyet Müdürlüğü, 700  bekçi göreve alacakmış. Bunları nasıl seçeceksiniz? Şartnameyi okudum, güzel ve mantıklı yazılmış; ama nihai sonucu merak ediyorum. Bunlar arasında tesadüfen Alevi olacak mı? Tesadüfen solcular, Atatürkçüler olacak mı? Bu işi alacağınız bekçilerin siyasi ve dini görüşü tesadüfen Türk halkının içinden kaşıkla alınmış temsili bir kesit mi olacak yoksa hepsi “tek tip” mi olacak? Hani hep şikayet ederdiniz ya, “insanlar görüşüne, kıyafetine göre fişleniyor!” diye, sizler kimseyi fişlemezsiniz değil mi? Umarım bu konularda toplumu rahatlatırsınız...

Gö-re-ceğizzz derdi eski bir sevgilim, otuz yıl öncesinden... Gö-re-ce-ğizz!! Yaşayarak göreceğiz sevgili Odatv ciler...

16 Şubat 2017 Perşembe

KAZANMA KARARLILIĞI KORKUSUZLUK GEREKTİRİYOR! | Bedri Baykam | 15.02.2017

 Aslında bugün benden farklı bir yazı okuyacaktınız, ama son anda gecenin 04.00’ünde ODAtv sitesinde okuduğum Kerem Çalışkan’ın yazısı, beynimde uçuşan diğer güncel dertlerimizi tetikledi. Ezcümle şunu diyordu Çalışkan yazısında:

Ya millet ‘Tek Adam’a böyle toptan bir yetki vermek istemezse… O zaman millet terörist mi olacak? Ama Erdoğan’ın bu sözleri aslında referandum sonrası için şimdiden bir manevra düşündüğü kuşkusunu doğuruyor…
Erdoğan şimdiden tıpkı 7 Haziran 2015 seçiminden sonra yaptığı gibi eğer kaybederse ‘Bunu saymam’ demeye hazırlanıyor…
Kaybederse, ‘FETÖ-PKK kumpas yaptı, hile yaptı’ gibi şeyler söylemeye hazırlanıyor…Türkiye şimdiden Erdoğan’ın 16 Nisan sonrası girişebileceği bu tür manevraların, bu tür kumpasların önünü kesmelidir..
Erdoğan Türkiye kamuoyu önünde sandıktan ‘Hayır’ çıkarsa bunu kabul edeceğini ilan etmeye zorlanmalıdır…
Bunu hem muhalefet partileri, hem MHP hem kitle örgütleri ve STK’lar istemelidir…”


ERDOĞAN’A BÖYLE ALTIN TEPSİDE BİR FIRSAT SUNULAMAZ
Sevgili Kerem Çalışkan’ı ve tüm demokratik ortamımızı uyarmak istiyorum. Erdoğan ve yandaşlarının, ekibinin nasıl bir güç sarhoşluğu tırmanışında olduğunu bilmeyen yok. Böyle bir ortamda toplum kendi evhamlarını, kaygılarını ve hatta paranoyalarını “karşı tarafa” hissettirirse, o cephe de yeni merdivenlerin ayaklarının altına serildiğini hisseder. Demek istediğim, siz kalkıp ülkedeki gücün en dev lokmasını zaten elinde tutan kişiye “seçimi kaybedersen, sonuçları kabul edeceksin değil mi?” diye sorarsanız, o da bu fırsatı gökten kucağına düşen koca bir hediye olarak görür! Önce içinden “demek böyle alternatiflerimiz de varmış!” der, ardından da bu konu etrafında beyin fırtınası için kurmaylarını toplar. Ondan sonra da TABİİ Kİ Çalışkan’ın duymak istediği yanıtı verecek hali yoktur. En iyi ihtimalle “bakarız artık o seçimlerde şaibe var mı yok mu” şeklinde bir sıvışma ile o yanıt geleceğe havale edilir ve keyifle cebe yerleştirilen bu yeni büyük silah okşanmaya ve kurgulanmaya bırakılır.
Hiç kimsenin, Erdoğan’a “Bu referandumun neticelerini sayacaksınız değil mi, lütfen bunu yanıtlayıp bizi rahatlatın” diye bir soru yöneltme hakkı yoktur. Çünkü bunu yaptığınız andan itibaren, Erdoğan arzuladığınız yanıtı vermeyeceği gibi, toplumda böyle oyunbozanlıkların kabulüne de yer ve imkan olduğunu büyük bir keyif ve huzurla keşfetmiş olacaktır. O andan itibaren bunu legal ve somut bir şekilde gündeme düşürülmüş bir olasılık, bir B planı olarak algılayacak, karargah masasına bunu öyle not düşecektir. Üstelik bu soru sorulduğu an, EVET cephesinin bilinçaltı da olsa psikolojik olarak mağlubiyete de kendini hazır hissedebilmesi engellenmiş olacaktır. Bu nedenle, ne Çalışkan o iyi niyetli yazıyı yazmış olsun, ne de bizler okumuş olalım derim.

RAKİP HOCAYA “KAZANABİLİR MİYİZ?” DİYE SORULMAZ!
Hiç kimsenin, hiçbir tehdidin halkın yanıtının önüne geçebileceği fikrini ne yayalım, ne de kendimiz düşünelim. Demokratik ve hukuki tüm yaşamsal hakları ve özgürlükleri için kocaman bir HAYIR demek için çalışan tüm kesimler, yani gazeteciler, ev kadınları, kitle örgütleri, üniversite öğrencileri, milletvekilleri, esnaf, emekliler, her şeyden önce bu referandumu KAZANACAKLARINA kendileri inandırmalı ve hatta şartlandırmalıdırlar. Bu inanç, kendi bünyesinde rakibinden bir “hak” bekleyişi içinde olamaz. Bunu yapmak, futbol maçında rakibin hocasına veya başkanına, “izninizle sizi yenebilir miyiz?” demeye benzer. Veya taraf tutan hakemden benzer bir izni istemeye... Referandumdan “hayırlı” bir sonuç bekleyen toplum bu gergin ortamda kazanacağına inanmazsa, kazanamaz. Zafere inanmazsa, birbirini sandığa gitmeye de inandıramaz, kararsızları da ikna edemez. “Biz bu maçı hakeme ve polis baskısına rağmen kazanırsak, acaba Federasyon bu maçı tescil eder mi?” diye bir soru soran takım, maçı almasını zorlaştırmamın yanı sıra, “O” Federasyonun da “demek böyle yetkilerim de olabilirmiş” diye kötü düşüncelere dalmasını sağlar. Bir hatırlatma daha: Adil Gür’ün kimseyi ikna etmeyen verdiği son rakamlarda bir gerçek payı olsaydı, Erdoğan anketler konusunda o morali bozuk demeçleri verir miydi?

Toplumun yaşadığı paranoyalar, çeşitli kesimleri hem otosansüre, hem saçma davranışlara, hem de mantık ötesi düşüncelere taşıyabiliyor. Doğan grubunu, İrfan Değirmenci’yi Kanal D’den çıkarmaya taşıyan korkular, Fatih Çekirge’nin aynı mantıkla sırf “Evet” diyerek güçten yana saf tutmasını görmezden gelen pratik tavırlar, hep bu çalkantılı ve us dışı girdaba kapılmış toplumun kendisine reva görebildiği tutarsızlıkların uzantısı.

ŞİDDET BEKLENTİLERİ/ÇAĞRILARI!
Toplum aynı zamanda, bir şiddet beklentisi içinde. İkiye ayrılıyor bu korkunç şiddet beklentisi: Birincisi, bilerek dozu arttırılan gergin ortamda, referandum öncesi yaşanabilecek ağır tehditler ve hatta şiddet maceraları. İkincisi ise şayet HAYIR kazanırsa oluşacak artçı kaos ve şiddet ortamı. Ya da özellikle HAYIR diyenlerin bazı kesimlerinde görülmeye başlanan “bunlar seçimleri kazanırlarsa, bize yaşam hakkı tanımazlar, bizleri yok ederler” düşüncesi. Bu da eşit derecede sağlıksız bir düşünce. Bunu düşünmek, “çağırmak”, bunu bir beklenti ve saplantı haline dönüştürmek yalnız karşı tarafa yarar.
Yanlış anlaşılmasın. Her fırsatta sağa sola saldıran çeşitli yobaz unsurlar, yine etrafta meydanı boş hissedip, iktidarın da onlara sağladığı bilinçaltı-üstü güçlerle aydınları hedef gösterip, ortalığı yaşanamaz hale dönüştürmek için bir çaba içindedirler. Malum kışkırtıcı kanalın programcısının Yılmaz Özdil’e ve özellikle Müjdat Gezen’e yönelik saldırıları, tehdit ve küfürlerini görecek kadar gözü hala açık savcılar umarım bu ülkede var. Demokratik toplum, bu akıl almaz ve kabul edilemez saldırılara sessiz kalamaz, sinemez, görmezden gelemez. Bu hatayı yaparsa, malum güçler “demek meydan bu kadar boşmuş” derler ve artık her yeni hamleyi de kendilerinde hak görürler. Bu bir satrançtır. Demokratik özgür toplum, yıllardır şehir planlamacılığı açısından polemikleri süren “Taksim’e Camii” projesinin 24 saatte oldu-bittiye getirilerek uygulamaya konmasını seyredecek kadar şaşkın ve hazırlıksız yakalanmaya müsait, farklı bir ortama itilmiştir. Boks deyimiyle  bu “grogi” durum, ortalığın hukuk dışı saldırılar ve tehditlerle bir kargaşaya dönüşmesine seyirci kalma noktasına taşınırsa, bu demokratik Türkiye’nin intiharı olur. Hiçbir kişi veya kurum, demokratik savunu ve mücadele reflekslerini kaybedemez!
İşin özeti şudur: Provokasyonlara gelmeden, kendi alanını, söylemini ve varlığını korumak. Çünkü Saray yandaşları, provokasyonları, gerek dillerinde, gerek sokakta yukarıya doğru pompalayarak dozu arttıracaklarını belli etmişlerdir. Bu hassas denge, demokratik, Cumhuriyetçi, Atatürkçü toplum kesimlerinin bu kriz günlerinden “kazanan” olarak çıkmalarını sağlayacak ana unsurdur.

CHP AYM’YE GİTMEMEKTE HAKLIYDI

Çeşitli Atatürkçü yakın dostumun yazdıkları tüm eleştirileri okumuş olmama rağmen, CHP’nin de bu zor dönemde önüne çıkan hassas konuda doğru bir karar aldığını savunuyorum. Referandum ve yasa tasarısı, her açıdan AKP ve RTE’ye yarayacak bir hamle olurdu. Aldığı geçmiş kararlara baktığımızda, bugünkü mahkeme yapısından “Hayırlı” bir karar beklemek, mantıklı bir davranış olmazdı. Üstelik, ülkenin bugün içine itildiği psikolojik savaşlarla dolu yoz ortamda “gördünüz mü, kendilerine güvenmedikleri için AYM’ye gidip, referandumdan kaçmaya çalıştılar” cümlesi, Demokles’in kılıcı gibi iktidarın elinde sallanan bir büyük silahtı. O silah şimdi kullanılamaz duruma düştü. Bu demagoji imkanı ellerinden alındığına göre, “Hayırcılar teröristtir” saldırısından Numan Kurtulmuş’un ağzından geri adım atıp şimdilik vazgeçtiklerine göre, önümüzdeki günler, EVET diyenlerin kendi adamlarının, dev tartışma masalarında yeni Zihni-Sinir proceleriyle suyu bulandırma çabalarını devreye sokacaklarının habercisi olmuştur. Buna hazır olun, ama yeter ki sizler kendi sinirlerinize hakim olun! Unutmayın, Satranç oynuyoruz! Hem de biz vezirsiz oynamamıza rağmen kazanmak durumundayız. Silahımız ise orantısız zekamız, zafere olan inancımız ve dayanışmamız!

3 Şubat 2017 Cuma

TÜRKİYE RENK DEĞİŞTİRİYOR, “KAHVE”YE DÖNÜŞÜYOR! | Bedri Baykam | 3 Şubat 2017


BAHÇELİ VE AKP, “KAŞ YAPAYIM DERKEN GÖZ...”!!
Son hızla her yerde farklı paneller, girişimler, kampanyalar düzenleniyor ve Türkiye’de demokrasiyi savunan kesimler, üzerlerine çökertilen kara perdeye karşı tepkilerini ortaya koyuyorlar. İlginç bir şekilde “evet”ler nasıl olsa kazanır diyen anlayışa karşı, son bir hafta, on gündür işin renginin kamuoyunda değişmeye başladığını görüyoruz. Özellikle MHP tabanının büyük oranda “Hayır” tercihini kullanacağı ortaya çıkmaya başladıktan sonra, iktidar kanadının özgüvenlerinde ciddi oranda bir sarsılma oldu. Şu günlerde hangi panik toplantıları yaptıklarını hayal bile edemiyorum. Saray’a tasarının onaya geç yollanmasında bu etken oldu mu? Bilmiyorum, olabilir. Çünkü, Bahçeli yardımıyla, evdeki ya da TBMM’deki hesaplar çarşıya uydurulamazsa, AKP’liler resmen kendi başlarına Bahçeli’nin ördüğü çorapla kazdığı kuyuya düşecekler. Bunu bir tweet’de şöyle özetledim: “Kaş yapayım derken göz çıkarmak: Ülkenin bütün karar mekanizmaları elindeyken bir referandum icat edip altında ezilmek! Hayret bi şey!”. Sonuçta kamuoyunun, kendi arasında konuşsa bile nedenini somut olarak öğrenemediği bir gerekçeyle Bahçeli’nin attığı ters takla ile gündeme oturttuğu referandum, belki de Erdoğan ve Bahçeli’nin siyasi kariyerlerinde ciddi bir düşüşü tetikleyecek.

BARIŞ BLOKU–YURTTAŞLAR GİRİŞİMİ PANELİ
Bugün BARIŞ BLOKU ve Yurttaşlar Girişimi’nin ortaklaşa düzenledikleri referandumla ilgili panele izleyici olarak katıldım. Altan Öymen, Rıza Türmen, Hüsamettin Cindoruk, Ertuğrul Yalçınbayır gibi isimler katıldı. Cindoruk, Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden ihracının yakında gündeme gelebileceğini hatırlattı. Ayrıca Türkiye’yi, Eski Türkiye/Yeni Türkiye diye ayıranlara karşı “Eski Türkiye’nin meşru müdafaa” hakkı doğduğunu hatırlattı ve Demirel’in Külliye açılışında 2002’ye kadar tüm Cumhuriyet döneminin hesabını verdiğini hatırlattı. Bu da panelde vurgulanan bir diğer konuyu gündeme taşıdı: “650 katrilyonluk bir bütçe, denetimsiz olarak tek kişinin eline verilebilir mi?” Türmen, meşruiyeti olmayan bir süreçle, tüm güçleri tek elde toplayacak bir insanın demokrasiyle ilişkisini kesip, ülkeyi çok daha büyük kutuplaşmalara ve gerginliklere taşıyacağını savundu. Altan Öymen, OHAL şartlarında bu referanduma sağlıklı bir şekilde gitmenin imkansızlığını vurguladı. Yalçınbayır, Kopenhag kriterlerinden de uzaklaştığımızı vurguladı. Sonuçta vurgulanan ana konu, halkın haksızlıklara isyan etme hakkı olduğu ve normal bir düzende hukuk ve anayasanın getirdiği teminatlarla bu tepkilerin fazlasıyla karşılaması gerektiğiydi. Halbuki tam tersine, Türkiye’de hukuk düzeni uçurumdan düşercesine yok oluyor. Bu gerçeklerle herkes yüzleşirken, çeşitli vesilelerle AKP’ye omuz veren gazeteciler ve bazı STK’cılar da gözümün önünden film şeridi gibi aktı gitti. O salonda bir çok “Yetmez ama Evet”çiyi de içim sızlayarak izledim. Her biri benimle fazla göz göze gelmemeye çalışarak hangi gerekçelerle bugün HAYIR diyeceklerinin dökümünü çıkarmakla meşguldüler. 2010 Referandumu’nda iktidara verdikleri desteğin ağır bedeli halen ülkenin burnundan fitil fitil gelirken, ben aralarında bir pişmanlık ve özür manifestosu yazana henüz rastlamadım. Bekliyoruz... Bunu sormanın ne yeri, ne zamanı.

HER RENKTEN UÇLAR “HAYIR”DA BİRLEŞTİ!
Aslında ortaya çıkmakta olan siyasi tablo son derece ilginç. AKP/MHP’nin oluşturduğu çelişki ve dünü inkar üzerine kurulu cephe dışında, “HAYIR”da birleşen o kadar farklı siyasi uç var ki! Aslında inanılmaz bir cephe oluşturuyorlar. Düşünün ki en sağda Saadet Partisi var. Ondan sonra MHP tabanının en az 2/3’ünün, belki ¾’ünün hayır dediği ortaya çıkmış durumda. Cindoruk’un temsil ettiği eski merkez sağ kalıntıları dışında, tabii ki Hayır cephesinin merkezinde CHP var. Vatan Partisi, en sert ve en organize gruplar arasında başı çekiyor. Onun hemen yanında HDP var! Hani AKP’nin çeşitli tutuklamalarla milletvekillerini, belediye başkanlarını felç ettiği, referandum için çalışamaz hale getirdiği eski uzlaşma günleri ortağı HDP... En uç solda ise sayısız sosyalist parti var. TKP, EMEP, DİP, ÖDP... Bunlara başta Haziran Hareketi gibi siyasi platformları da ekleyebiliriz. Sivil toplum kuruluşları zaten son derece hareketli. ADD’den ÇYDD’ye, Milli Merkez’den Kadın Kuruluşları Birliği ve başta Sanatçılar Girişimi olmak üzere tüm sanatçı örgütlerine kadar, herkes tehlikenin farkında. Ama durup üzerine yoğunlaşıp “vay canına” diyebileceğimiz çok güzel bir nokta var. Saadet ve CHP arasında, HDP ve MHP arasında, Vatan Partisi ve Haziran Hareketi arasında normalde timsahlı dereler, uçurumlar var. Buna rağmen bu çok farklı odaklar, farklı renkler, farklı söylemlerle, farklı gerekçelerle ve farklı kaygılarla da olsa, HAYIR’da birleştiler. Bu çok önemli bir olay. Ve son derece büyük bir demokrasi bilinci, olgunluğu... Burada EVET’çi siyasilerin “Gördünüz mü, FETÖcülerle, bölücülerle, teröristlerle birleştiler” gibi aciz ifadeleri dışında yapabilecekleri hiçbir şey yok! Tam tersine tüm Özgürlükçü-Cumhuriyetçi-Demokrat-Milli-Ulusal, adına ne derseniz deyin, TÜRKİYE’yi savunan tüm güçler HAYIR diyorlar! Demokrasi ve onun ötesinde insanlık vicdanının emrettiği gibi her düşünceden namuslu insanlar, aynı hedef doğrultusunda ayrı paralellerde olsa bile birleştiler. İşte bu iktidarın en çok korktuğu, çekindiği noktaydı ve gerçekleşti.

METİN FEYZİOĞLU’NUN ÇABALARI ÖRNEK ALINMALI
MHP tabanının itirazının da, MHP’li muhaliflerin ötesinde bir kapsama alanı olduğunu düşünüyorum. Çünkü şu ya da bu sebeple muhalifleri desteklemiş olan parti örgütü dışında, Bahçeli ile hareket eden seçmen kitlesinin kolay kolay hazmedebileceği bir durum yok ortada... Sonuçta şu anda birbirleriyle Gezi’de bile Bahçeli zoruyla kaynaştırılmamış olan ülkücülerin önemli bir kesiti  ve Haziran Hareketi, bu gidişat karşısında oluşan cephenin parçası halindeler ve üstelik bunu kesinlikle sorun haline getirmeyecek bir düşünsel berraklık ve olgunluk içindeler. Şu anda herkesin birbiriyle olan siyasi kapışma veya gerginliklerini, en azından şimdilik unutma veya erteleme zamanı. Çünkü bunu şimdi böyle uygulamazlarsa ileride herhangi bir şekilde serbest siyaset yapabilecekleri zemin zaten kalmayacak. Artık bunun farkındalar. Bu nedenle 70’lerden kalma ucu açık kavgaların ne yeri, ne zamanı... Atatürk’ü hala anlayamamış bir kesim solcu hala uyanmadıysa bile, malum değerlendirmelerini kendisine saklamayı bilmeli. Bu kavgalar ancak iktidara yarar!
Metin Feyzioğlu ve Türkiye Barolar Birliği, “Neden Hayır” sorusunu o kadar iyi yanıtlıyor ki, herkese şapka çıkartıp, feyz almak düşüyor. Örneğin Barolar Birliği’nin sitesinde, “ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ TEKLİFİNİN KARŞILAŞTIRMALI VE AÇIKLAMALI METNİ’ni okuduğunuzda gerçekten en anlaşılır ve sade dilde neyin değiştiği, bunun ne sonuçlar doğurduğu, hangi çekincelerin konabileceği veya Feyzioğlu’nun sürekli olarak kahveleri gezmesi ve en faydalı propagandayı  “kaynağında” yürütmesinin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya bile gerek yok. Yoksa herkes biliyor ki, “bizim” gazetelerden ve sosyal medyadan birbirimize “reklam” yapmamız çok önemli değil. Özellikle merkez medyanın konunun doğrudan teknik anlatımı dışında siyasi kökenine inebilecek, yıllardır, mesela 30 yıldır, bunu yapan bizler gibi birçok insanı tartışmalardan uzak tutması karşısında, her yaratıcı yöntemle ve sokaktan çalışarak açıkları kapatmamız lazım. Tabii CHP’nin de, “sokaktan” veya medya ve sosyal medyadan yürüyecek her propaganda için ağırlığını koyarak, kabul edilemez baskıların önüne geçmesi lazım!

RIZA TÜRMEN’İN GÖRÜŞLERİNDEN
Geçen hafta sözünü ettiğim “Tarafsız Cumhurbaşkanı, bu referandumda taraf olamaz” düşüncelerimi, Rıza Türmen’e de sordum. Bana dediği şu: “Bu konu Yüksek Seçim Kurulu’na gitti, ama onlar ‘biz bu konuda yetkili değiliz’ gibi şeyler söyleyerek sorumluluk almaktan kaçtılar. Anayasa Mahkemesi’ne gelince, onlar da konuyu bir türlü gündemlerine almadılar”.

Şaşırdık mı? Zannetmiyorum. Yaratılan iklimde, yarın ülkede “tüm” siyasi ve hukuki kararları tek başına alabilecek bir insandan doğal olarak rektörler de, AYM üyeleri de, yargıçlar da, bürokratlar da, emniyet de, asker de korkuyor! Bunu anlamak çok kolay. Daha da vahimi, bugünkü oturumda vurgulandığı gibi, 100’ü aşkın hukuk fakültesinin, bu hayati konuda topa girmekten korkuyor olması... Türkiye, yıllardır sözü edilen “Korku İmparatorluğu”nu, şimdi en derin şekilde bağırsaklarında yaşıyor. Buna aldırmamak için, gerçekten başka seviyede bir muhalif olmak lazım. O yürek de sizde var... OHAL ortamında demokrasi ve özgürlük için, tüm düşüncelerini vatandaşlık haklarını kullanarak mertçe sokağa çıkaran her yurtseverimiz, bizim yüzümüzün akıdır. Korkmak,  özgür insan beynine yakışmaz! Bu nedenle her şeyden önce tüm Türkiye bu hayati referandumda tercih kullanmak üzere sandığa koşmalı! Daha önemli hiçbir önceliğimiz olamaz!