26 Mayıs 2015 Salı

EVREN TEK SUÇLU MUYDU? BİRAZ BELLEK LÜTFEN! | Bedri Baykam | 26 Mayıs 2015 tarihli makalesi..


          Tarih ciddi iştir. Günümüzün egemen güçlerinin sipariş ettiği sonuçları elde edebilmek için, bazı yorumlara balıklama atlayarak yazılmaz. Bunu yaparsanız, o anda bir kalabalıktan destek gelse bile, rezil olursunuz. Çünkü tarihin değiştirilemez verileri vardır. Bunları ancak bir yere kadar yok sayarak yeni kuşakları kandırmaya çalışabilirsiniz. Maalesef bir çok aydınlarımızdaki bu aymazlık acı veriyor.
          Evren’in ölümünün ardından yaşanan dalgalanma henüz bitti. Diktatörün “marifetlerini” çok iyi biliyoruz. 12 Eylül sonrası yaşanan hukuksuzlukları, parti kapatmaları, işkenceleri veya aydınlara, kitle örgütlerine uygulanan ağır baskıları, herkesin içini yakan idamları unutmak mümkün mü?
          İyi güzel de, Evren ve ekibinin 12 Eylül sonrası işledikleri bu ağır suçlar, 12 Eylül öncesi, aşırı sağcı ve solcu terör örgütlerinin ve onların vukuatlarını seyretmekle yetinen siyasilerin dev suçlarını örtebilir mi? Tabii ki hayır. Günümüz gençliğine bir hatırlatma: Özellikle 12 Eylül’den önceki son 3-4 yıl, sağ-sol terör örgütlerinin birbirlerine karşı giriştikleri kırım yarışının bilançoları dehşet vericiydi. Günde 5-10 gencin ölümüyle başlayan süreç, 1979-80’e gelindiğinde artık her gün akıl almaz şekilde 20-30 cinayete ulaşmıştı. Taraflar, birbirini toptan imha ederek “galip” gelebileceklerini sanıyorlardı. Türkiye’de sabah sokağa çıkan hiç kimse, akşam eve sağ döneceğinden emin değildi. Mahalleler ayrılmış, duraklar taranıyor, kahveler bombalanıyordu. Buna karşın parlamentonun iki büyüğü, AP ve CHP bir araya gelmiyor, terörle mücadele yasası çıkartmıyor, ve yüzlerce turu inatla harcayıp bir Cumhurbaşkanı bile seçemiyor, Türkiye kan ağlıyordu. Halkın psikolojisi ve ekonomi bitikti. İnanmıyorsanız, çevrenizde 50-60 yaş ve üzerindekilere sorun! Veya arşivlerine dalın!
           İki tabloyu birleştirdiğimizde: Evet Evren demokrasiye, laikliğe karşı, en faşist yöntemlerle saldırıya geçip ülkeye bugüne kadar süren akıl almaz zararlar verdi, özellikle solu darmaduman etti. Yobazlığın, yeşil kuşak teorisinin önünü açan, siyasi dengeleri alt üst eden Evren. Ama onun suçları kesinlikle 12 Eylül öncesi hayatı durduran terör örgütleri ve sorumsuz siyasilerin suçlarını örtemez! Evren öldü; ama o günlerde binlerce genci katledenler ve bunu seyredenler aramızda yaşıyor. İşte duymak istemeyeceğiniz acı gerçeği de ekliyorum: ne yazık ki 12 Eylül yaşanmasa, rutin (!) akışta binlerce genç daha birbirini öldürecek, ülke koca bir iç savaşa doğru yol alacaktı. Evren’in astığı gencecik çocuklar için haklı olarak bugün tepki veriyoruz, vereceğiz. Öte yandan 12 Eylül’ün insanlık dışı faşizmi ve işkenceleri, 12 Eylül öncesinin acımasız örgütlerinin tüm topluma ölüm saçma eylemlerinin sivil platformlarda durdurulamamasının korkunç bir sonucudur. Bunu reddetmek, “Dünya düzdür” diye inat etmekten farklı değildir.
          Bu hatırlattıklarıma karşı ne diyorlar, biliyor musunuz? “Efendim 12 Eylül geldi, terör şak diye kesildi. Demek ki bu cinayet ve provokasyonları ordu yapıyormuş!”. İnsaf! Televizyonlardan desteksiz atıp o günleri yaşamamış gençleri bu palavralara inandırmak mı “aydın” olmak? Yani her akşam TSK askerleri iki gruba ayırıp her birini sağ ve sol kıyafetlerle donatıp, gece de “hadi milleti vurun” diye sokağa mı salıyordu? Bu askerlerin de onları takip eden arkadaşları, aileleri, sevgilileri, düşmanları yoktu ve ertesi gün etrafa tek bilgi sızmadan bu katliamlar sürüyordu, öyle mi? Çürük masal bunlar. Şayet TSK darbeye ortam hazırlamak için yıllarca bu sürrealist provokasyon senaryolarına girişseydi, iktidarı ele geçirdiği gün gidiş planları yapar mıydı? 20-30 yıl, kımıldamadan iktidarda kalır,“emeklerinin parsasını” toplardı!
          80’lerde Evren ve ANAP iktidardayken, “Sansür ve İşkenceye Karşı İç Manzaralar” sergisini açmış bir sanatçının rahatlığıyla konuşuyorum. Bugün Saray emriyle 12 Eylül aleyhine kaplan kesilenlerden, o günlerde kaçı ağzını açmaya cesaret etti? Ben o dönemde risk alarak, 12 Eylül’ü “kendi topraklarında”, Kültür Bakanlığı’nın emrindeki AKM’de açtığım sergiyle en ağır şekilde eleştirdim, gülünç duruma düşürdüm. Sergide işkence kutuları, kitap yakma makinaları ve “muzır kutuları” vardı.

          Aydın olmak, moda olanı papağan gibi tekrarlamak değildir. Gerektiğinde saldırılmayı göze alarak şablona uymayan doğruları da söylemektir. “Bu kadarına vakit yetmez, Evren’in suçlarını anlatırız yeter” diyenler, ne aydın ne de tarihçi olabilirler. Meriç Velidedeoğlu’na da ayrıca teşekkür ederim. Geçen hafta 27 Mayıs Devrimi’ne ve mükemmel Anayasasına çelişkilerle saldıranların payını verdiği için...

19 Mayıs 2015 Salı

(REAL) MADRİD-MERSİN HATTINDAN TOP VE KÜLTÜR MÜNAZARALARI | Bedri Baykam | 19 Mayıs 2015 tarihli makalesi..


Geçtiğimiz hafta sonunu sevgili oğlumla Madrid’e Fenerbahçe seferine çıktık. Daha önce bir Lizbon seferinde Benficazede olmuş, Avrupa finalinin kapısından dönmüştük. Şimdi ise hedef daha büyüktü: Avrupa’nın en görkemli kupası! Futbolda Barcelona, Real Madrid ve Bayern Münih’le son dörde kalıp çarpışmak ne ise, basketbolda bunun karşılığına ulaştık, korkunç bir başarı bu.
Ekranlardan da görmüşsünüzdür ama o koca tribünleri içinden yaşamış biri olarak söylüyorum: Eminim ki dünya devi Real Madrid, tarihinde ilk defa kendi evinde konuk takım durumuna düştü. Fenerbahçe seyircisi, Madrid seyircisine fark attı, hatta maçın başında ezdi. Bu da olağandışı bir güç gösterisiydi.
Genellikle sanatçı ve yazarlar spor işlerine pek takılmazlar, renk belli etmezler. Ben ise “olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol” kavramından yola çıkarak, ne futbol ne de siyasi aidiyetimi saklamam. Bunun yarattığı kayıplara da razıyımdır. Beşiktaşlı Yalçın Doğan’ın koyduğu isimle “Fenerbahçe Cumhuriyeti”nin bir ferdiyim ben! Ama bu espriden bile nem kapıp, “vay efendim burası Türkiye Cumhuriyeti!” diye yüklenme refleksini canlı tutanların ülkesinde, başımıza hayli iş açmıştır sevgili Yalçın Bey! Sonuçta her takım tutan, arada siyasi konulara göstermediği bir hışımla bağırıp çağırsa da bundan büyük keyif alır! Hatta bu işten anlamayanlara da -itiraf edeyim- biraz acıyarak bakılır. Aynen onların bize küçümseyerek baktığı gibi! Bu yetişkinlerin -biraz mantıksız olsa da- bir ömür boyu ergen ve genç kalma yöntemidir belki. İşte o dev spor endüstrisi, bu hislerin en tatlı sömürüsü üzerine inşa edilen milyarlarca dolarlık, büyüyen bir okyanustur.
Bu okyanusun en büyük kulübü, Fenerbahçe’yi yarı finalde eleyip şampiyonluğu kazanan Real Madrid’dir. Bu vesileyle, Suphi’yle birlikte Madrid’in en önemli müzelerini gezdik. Ama ömrü boyunca sayısız müze gezmiş biri olarak Real Madrid’in stadı Bernabeu’nun içindeki bu müzenin beni Prado ve Reina Sofia müzelerinden neredeyse daha çok etkilediğini söyleyebilirim. İnanın “yok böyle bir şey!” demek hafif kalıyor. En çağdaş görsel-işitsel yöntemlerle dijital devrim ve günümüzün her sunum olanağıyla orada Real Madrid’e katkı vermiş istisnasız her kişinin en güzel resimleri, istatistikleri, golleri, her şeyi tarihteki yerini almış. Kendi kulübüm ve Real Madrid arasındaki uçurum, maçta oluşan 9 sayıcık kadar değil, buradan Himalayalara kadar. Çünkü Fenerbahçe geçmişini kucaklamayı başaramıyor. Neyse, bu da ayrı bir araştırma ve yazı konusu deyip geçelim. Ama sırf bu müzeyi görmek için bile Madrid’e gidilir.
Tabii bunu bir avunma yöntemi olarak görmeyin. Fenerbahçe, oynadığı her iki maçta da konsantrasyonunu kaybedip ilk çeyrekte 25 sayı geriye düşmeseydi, şampiyon olması işten bile değildi. Madrid maçında fark 25’ten 9’a indikten sonra 3’lük atma şansını bile kullandı Fenerbahçe ama başaramadı. Ardından CSKA maçında da 25 farkı kapatıp oyunu 77-77 yapmayı da becerdi ama son kertede doğru kartları desteden çekemedi.
Yazık oldu. Ama Real’in tecrübesi ve kurduğu firesiz dayanışma ağları, aradaki farkı kaçınılmaz hale getirdi. Yine de sarı-lacivertlileri tebrik etmek lazım! O muhteşem seyirciyi maçların başındaki konsantrasyon kaybı seansları dışında gururla maç izletecek kıvamda tuttular.
Emre’nin ise Mersin’de attığı son dakika golü, herhalde kariyerinin en değerlilerinden. Ama hepsinden önemlisi, o gol yalnız futbol sezonunu kurtarmakla kalmadı. Aynı zamanda Madrid’de sıkıntı içinde kıvranan binlerce seyirciye yaşam oksijeni bağladı. İletişim dünyamızın harikalarıyla o gol aynı anda dev bir sevinç zelzelesi yarattı Madrid’de...
Müzelerin bitmez tükenmez turları ise, yorucu olduğu kadar büyüleyiciydi. Reina Sofia müzesinde Picasso’nun ünlü Guernica’sının başında, tek hedefleri yapıtın fotoğrafının çekilmemesi olan 10 koruma vardı! Gülünç geldi. Çevremizde yüz milyon görüntüsü var! Neymiş, ailesi böyle tercih ediyormuş. Pardon? Citroen’e babalarının isim hakkını alakasız şekilde devredebilen ailesi mi söz konusu?
Son söz: Madrid’e o ünlü üçgende Prado, Reina Sofia ve Thyssen Bornemisza müzelerini gezin. Ama şu şartla: Çıkar çıkmaz çantanıza sahip çıkarak kaçın! O bölge, tüm profesyonel 1. sınıf yankesicilerin cirit attıkları alan. Firesiz çıkmak mümkün değil.

İspanya, yalnız spor değil, kültür endüstrisindeki dev rolü ve paha biçilmez sayısız eseriyle de yeryüzünün en prestijli ülkelerinden biri olarak parlamaya devam ediyor. Bizim ise ortaçağ prangamızdan kurtulma şansımızı zekice kullanmak için 3 haftacığımız kaldı... 19 Mayıs gençlik ve spor bayramımız kutlu olsun!

12 Mayıs 2015 Salı

VENEDİK’TEN İĞNELEMELER...... | Bedri Baykam | 12 Mayıs 2015 tarihli makalesi..


İstanbul sanat dükalığının 2015 Venedik seferi Pazar günü sona erdi. Paris’in tüm trafiğini nasıl metrolar sağlıyorsa, burada da aynı işlevi gören, Büyük Kanal üzerindeki ”vaporetto”larda yaşanan sanatsal kitle ile yerel halkın zoraki sarmaş dolaşı durulmuş oldu.
Sanat ciddi ve kalıcıdır. Bu köşede bazen sanat yazılarım oluyor ama böyle dev bir uluslararası bienalin ciddi eleştirisini buradan size taşıyamam! Bunu yapmaya kalkışmak, evinizin salonunda Dünya Şampiyonası finali oynatmaya benzer. Zaten her şeyi 3-5 günde görmeniz, hele aynı anda siz de sergi açıyorsanız, imkansız. Tekrar dönmek lazım. Dolayısıyla şimdilik sizlere Venedik Bienali etrafında uçuşan bilgi veya “dedikodular” hakkındaki kısa iğnelemeler iletmekle yetineceğim.
Nasıl ünlülerin sempatik tenis oynayışlarını profesyonel tenis turnuaları ile karıştıranlar olduysa, aynı şekilde, sanatı bir para ve iktidar hırsının aracı olarak görenlerin hamlelerini de sanat dünyasının ciddi buluşmaları ile bütünleştirmeye çalışanlar var. Hırsı nedeniyle kimilerinin dikkatini çeken ve egosu güneşe ulaşmış beyefendinin hükümet ve Saray ailesi destekli davetiyle Venedik’i gören bazı gazetecilere soralım: Nereye hangi vesileyle gittiğinizi hiç mi bilmeden koşuverdiniz 4 gün oralara? Konu dedikodu yazarlığı olsa bile, insan meraktan herkesin ağzında dolaşan o Bienalin bir kataloğunu alıverir! Orada Türk olarak kimler var, bir bakar. Bienale katılmamak tabii ki ayıp değil. Ama basının katılmış algısı yaratması sağlıksız ötesi. Öte yandan Bienale resmi olarak katılmış Türk sanatçılardan da “katılmamış” havasıyla bahsetmek veya hiç bahsetmemek de ayrı bir gazetecilik iflası. Araştırmadan kaleme alınan her yazı faturadır. Örneğin geçen hafta ülkemizden katılanları size aktarmıştım. Ardından yayınlanan Bienal kataloğunda ise bu isimlere ek olarak Glasstress Gotika sergisinde heykeltraş Erdağ Aksel’in bulunduğunu memnuniyetle öğrendim. Ayrıca Makedonya Pavyonu’nun küratörlüğünü de Başak Şenova üstlenmiş. Güzel bir başarı. O şöhretli gazetecilerimiz Aksel veya katıldığım Jump sergisinde olan Denizhan Özer gibi gerçek katılımcılara neden hiç değinmedi veya ancak bazen değinmekle yetindi?
Umarım Türk gazeteciler iki lüks davete katılmak için bir daha kendilerini bu tuzaklara düşürmezler: Bienalin, küratörlü sergisi, ülke pavyonları ve Bienalin resmi programında yer alan “Collateral Events”leri var. Bunlar dışında Venedik’te o tarihlere “denk getirilerek” yapılan sergiler Bienal parçası olmadığını basının tabi ki (!) bilmesi gerekirdi. Lütfen siyasetimizin dejenere yapısını, sanat alanına da taşımayalım. Sanat, kimilerinin sandığı gibi para, iktidar ve şaşaalı gösteriş alanlarının gözü dönmüşlüğünden başka bir şeydir. Sanatsal duygular, kimi zaman bir başka yüzyıl sanatçısıyla girilen diyalogda, haftalarca okunan bir kitabın sararmış sayfalarında ya da boyası bitmiş bir ressamın tualini beyniyle gözden geçirişinde belki aranabilir... Dersin sonu.
Bienale gelince, ana küratör Okwui Envezor, siyasi göndermeleri pek eksik olmayan bir bütün oluşturmuş. Le Monde gazetesi de sergi hakkında yazdığı ilk geniş değerlendirmede, Sarkis’in Türkiye pavyonunda yaptığı çarpıcı serginin fotoğrafını kapaktan verip yazıda da farklı bir soruyu çekinmeden dile getirmiş: Bu kadar siyasi iyi niyetli ağırlığı olan bir buluşmada, Gezi’nin hemen ardından hapiste yatan onca laik gazeteci ve aydın varken, bu yazarlar aleyhine açık demeçler veren Kutluğ Ataman’ın sergide işi ne?
Aynı sergide, mesela Brezilya adına katılan üç sanatçı, Andre Komatsu, Antonio Manuel ve Berna Reale, 2013’te Brezilya’da Gezi’nin devamı gibi yaşanan ağır olayları mercek altına alabilmişler! Bu tabi Türkiye adına yapılamaz bir şey, çünkü maalesef sansür ve daha önemlisi kapitalin oto-sansürü, ortaya hep farklı yaklaşımlar taşıyor. “Politically correct” sayılacak garantili tavırda işler geçer akçe hep! Brezilya sergisinin adı da “O kadar çok ki, buraya sığmıyor!”. AKP iktidarında böyle bir Türkiye Pavyonu olsa, Saray, MGK’yı toplayıp İtalya’ya savaş açmaya kalkar!

Venedik Bienali bu sene “Altın Arslan”ı San Lazarro adasındaki Mekhitarist Manastırı’nda açılan Ermeni Pavyonu’nun “Armenity” sergisine verdi. Uzaklığı nedeniyle nispeten çok az kişinin gezdiği bu serginin ödülü, tabii ki politik. Yani karar önceden alınmış; aynı Eurovision oylamaları gibi... Bu davranış biçiminin sanat alanına da sızması üzücü. Yoksa kimse saptırmasın, Ermeni kardeşlerimizle barışı bizlerden daha çok isteyen yok. Ama hangi demokratik temel üstünde, ne pahasına, hangi diyalog(suzluk)la? Yanıtsız sorular ileriki günlerde sevgili okurlar...

7 Mayıs 2015 Perşembe

OPENING TODAY | Bedri Baykam at the Venice Biennale‏



Bedri Baykam in Venice Bienale/Collateral Events with the new version of his EmptyFrame work which he exhibited first in New York in 2013 and then in Istanbul. Vernissage is TODAY the 7th of May, at 6 PM with Nine Dragon Heads group exhibit JUMP INTO THE UNKNOWN, at Palazzo Loredan dell'Ambasciatore, Dorsoduro. Vaporetto Line 1 - stations Ca'Rezzonica or Accademia.

5 Mayıs 2015 Salı

VENEDİK BİENALİ VE BİZ TÜRKLER! | Bedri Baykam | 5 Mayıs 2015 tarihli makalesi..


Türkiye’nin ve Avrupa’nın gündemi bildiğiniz gibi çoook farklı. Türkiye her gün televizyondan taşan ağır ve kırıcı siyasi polemiklerle boğuşurken, batı dünyasının kalbi daima siyasetin önüne sanatı ve sosyal yaşamı koyarak gündemini belirliyor. Örneğin şimdi en az bir ay boyunca, batı ülkelerinde herkes Venedik Bienali’nden söz edecek. İtalya’nın bu olağandışı etkileyici tarihi kentinde, 136’sı ana salonda küratör Okwui Enwezor’un seçtiği, diğerleri ülkelerin ulusal sergi pavyonları veya paralel etkinliklerde yer alan toplam 750 civarında sanatçının peşinde koşacak. Bizim ülkemizde ise her zaman itiraf etmeseler bile, sanata düşman bir devlet adına seçime girecek partilerin kavgası ve hatta gürültülü savaşı var. Umarız sanatı ve düşünce/basın özgürlüğünü destekleyen siyasiler muzaffer çıkar bu kapışmadan!
Beş gündür Venedik’teyiz. Yanımda eşim Sibel ve asistanım Öykü Eras dışında sanatçı ve küratör arkadaşım Denizhan Özer var. Denizhan Özer’le beraber uluslararası sanatçı grubu Nine Dragon Heads’in “Jump into the Unknown” (Bilinmezin İçine Atla) sergisinde, Palazzo Loredan dell’Ambasciatore’de yer alacağımızdan biraz erken gelerek hazırlıkları bitirmek istedik. Ben ilk olarak 2013’te New York’ta sergilediğim “BoşÇerçeve”min “Fast Forward History” (Hızlı İleri Sarılmış Tarih) başlıklı bir yeni yorumunu göstereceğim. Denizhan Özer ise, “Bilinmeyen Hikayeler” başlıklı göçmenlerle ilişkili daha önce Londra ve İstanbul’da sergilenen işini sunuyor olacak.
Venedik’te ulusal pavyonlar, Bienalin en başından beri var. Önce 30 ana ülkenin sürekli pavyonu varken sonra bu rakam arttı. Şu anda mesela 88 ülkenin sanatçıları, en çarpıcı düşünce ve marifetleriyle buluşmaya katılıyorlar. Bu yılki buluşmada, değişik mekan ve sergilerde bizden altı sanatçı yer alıyor. Bunlar arasından bizim gibi bazıları kendisini Türk olarak tanımlarken, bazıları da Türkiyeli oluyor! (Ne yazık ki yabancılara “I am from Turkey” dediklerinde aynı imajı veremiyorlar) Bu yıl Denizhan ve benim dışımızda, katılan isimler arasında Türkiye Pavyon’unda Sarkis (Arsenale-sale d’Armi), “All the World’s Futures” sergisinde Kutluğ Ataman ve Meriç Algün Ringborg (Arsenale ve Giardini) ve Ermenistan Pavyonu’nda (San Lazzaro degli Armeni adası ve manastırında) yine Sarkis ve Hera Büyüktaşçiyan var.
Biliyorsunuz artık sanatsever veya sanat koleksiyonerleri büyük sanat buluşmalarına son 8-10 yıldır topluca gidiyorlar. Venedik’e de yine gazeteci, koleksiyoner ve sanatseverlerden oluşan çeşitli gruplar bu hafta akın edecek. Bu tabii olumlu bir gelişme. Ama bir de bunu moda olmaktan çıkarıp oluşturdukları kimi ortak dedikodulara inanmak veya teslim olmak yerine, kendilerine ait düşünceleri sınamak veya sorgulamak için gitselerdi biraz daha iyi olurdu! Sanat gezmeleri, bir toplu ayin veya piyasa araştırması/analizi değil, olmamalı. Olsa olsa bireyin kendi sanat eğitimine ve göz zevkine sunduğu büyük bir hediye ve şölen olabilir. Sanatı, çoğu zamane sanatseverimiz, başkalarından bir doğruyu veya bir güncel bilgi dizisini öğrenmek için takip etmek istiyor. Halbuki, ister koleksiyoner, ister sanatsever, her bir sanat insanı, aynen bir sanatçı kadar kendi özgün ve tekil varlığıyla yaşayan bir bağımsız insandır. Ne papağan gibi ezberlemeli, ne de kopyacı öğrenciler gibi taklit etmelidir. Ortada at yarışının veya borsada kazanacak hisselerin mucizevi sonuçlarını verecek bir sihirli insan veya gizli kutu olmayacak. İşte bu arayışta olanların gerçek anlamda bir sanatsal kimlik kazanamayacakları ortada. Sonuçta sanatsever kendi yargılarıyla kendi zevkini ve estetiğini geliştirebildiği oranda kişilik kazanır. Venedik gibi, doğrudan Basel-Miami tarzı ticari fuarlara benzemeyen bir buluşma, bu dediğim seçimi yaşama geçirme kararlılığı için iyi bir fırsat. Umarım bu şansı sanatseverler bu gözle kullanırlar.

Tabii ülkemizde bunu sağlamak için, mesela 1895’ten beri var olan ve yılda 350-400.000 kişinin ziyaret ettiği bir Venedik Bienali yok. 20-30 kuşaktır geliştirilen köklü büyük koleksiyonlar da yok. Sanatseverlerimiz de bu yokluk içinde var olmaya çalışan bilançoların aktif hanesine yazılabilmek için varları ve yoklarıyla mücadele ediyorlar. Türkiye’de 1987’de kurulan Istanbul Bienal’i de, 2004’de kurulan Contemporary Istanbul Fuarı veya Istanbul Modern müzesi de, henüz tüm iyi niyetlerine rağmen deneyim olarak ergenlik çağına girme sorunlarını yaşıyorlar! AKM ise faili meçhul bile olmayan bir cinayete teşebbüste, bitkisel hayata girdi, kurtarma çabaları devam ediyor! Bizler için Türkiye’de sanatla uğraşarak ömür tüketmek, gerçekten devletle veya istisnasız her sosyal sınıftan gelebilecek ukala cehaletle boğuşmak anlamına geliyor...