29 Temmuz 2014 Salı

MANDIRA FİLOZOFU'NA MI SIĞINSAM ACABA? | Bedri Baykam | 29 Temmuz 2014 tarihli Cumhuriyet makalesi..

 
Kaç vidası çıkarıldı bu ülkenin ve daha kaç vidası varmış ki hala çökertemediler yıllardan beri... Bodrum’da cırcır böceklerinin huzur veren sesini dinleyerek ve küçük bir rüzgardan bile serinlik arayarak bunları yazarken merak ettim: O böceklerin de hayatına girip "
ulan her şeyinizi değiştiricem, yoksa bana da adam demesinler" diye kükreyen bir canlı var mı? Sanmıyorum. Bizler bu doğanın şanssız mahluklarıyız. Kendi kendimize kör topal yarattığımız doğa ötesi saçma sistemlerin, sahte değerin, katı, yıkıcı inançların mağduruyuz. Güya yerinde durmayıp fışkıran asalak fikirlerimizden yola çıkarak birbirimizi ve evrenin güzelliklerini yok ediyoruz. Her aşamada da en kurnaz ve "ileri"nin bizler olduğumuza inanarak. Neyse, bu girişi daha açmak isterseniz, "Mandıra Filozofu" filmini derhal gidip görün. Benden size kesin çözüm...
              Bizler çocukken komedi filmlerinde, fıkralarda iki günde bir darbe yapılan Güney Amerika -ve biraz da Afrika- "Muz Cumhuriyetleri" hakkında parodiler olurdu. Erken kalkan yönetimi ele alır, diğerlerini tutuklatırdı. Gülmekten iki büklüm olurduk. Her yeni gelen kafasına göre bir nutuk atar, daha masasına oturamadan dehlenirdi... Şimdi kalkıp uzun uzadıya bu hatırlattıklarımın yaşanan "
Emniyet içi Pensilvanya yapısına karşı yürütülen operasyon"la olan "paralelliklerini" anlatacak değilim. Maşallah hepiniz okumuş cin gibi çocuklarsınız... Paralelden şikayet edenlerin ana derdi, kendisi dışında ülkede hiçbir başka güç odağı istememesi, gard alma duygusu ve tabii 17 ve 25 Aralık operasyonlarına karşı hem korku hem de gizleyemedikleri intikam hissi... Dün ağlayanların bir kısmı bugün seviniyor, bugün ağlayanlar, dün ağlattıklarından medet umuyor, dün ağlayanların bir kısmı bugün operasyonları yürütenlerin gerçek niyetini bildiklerinden sevinmeyi bile akıllarına getirmeyecek kadar olgunlar; bildiğiniz gibi değil! O meşhur "düşmanımın düşmanı dostumdur" sözünün artık pek geçerliliği yok. Kimin eli kimin cebinde, kimin hangi ittifaktan çıkarı var, bunların yanıtı da yok! Mesela sırf hukuka olan saygılarından dün kendilerini mağdur edenlerin haklarını savunanlar da hemen başka bir kesim tarafından sanık sandalyesine oturtuluyorlar: "Sus! Sana mı kaldı onu savunmak!" Bu grup aynı zamanda şimdi de paralelciler şapa oturtuluyor diye bayramı ederken, bu eylemi yapanların kendi ayıplarını örtmek üzere alelacele "haralom şaralom uysa da kodum uymasa da" taktiğinden gittiklerini görmezden geliyorlar!
           
Sevgili halkımızın kafasında ise, o malum "sıfırlanma" fiili başka türlü yaşanıyor. Çoğunun sıfırlayacak bir şeyi olmadığından, kafalarında hukuku sıfırlamışlar! Mesela bir davadan söz açıldığında akıllarına doğal olarak gelen şey, "acaba paralelcilerin ortasında mıyım, anti-paralelcilerin elinde rehine miyim, yoksa eski model barfiks Cumhuriyetçi bir antik neolitik bölümde miyim? Yoksa farklı bir yeni yapılanma-yuvalanmanın ininde miyim?". Yani vatandaşın yargıya olan güveni "nakıs 20'lerde"! Halbuki hep ne diyoruz? Hukuk "normal" ülkelerde "bir" tanedir, bir gün herkesin ihtiyacı olur! Laf ola beri gele, masal gibi di mi?
           Ben mi? Herkesi yalnız doğruları görmeye ve savunmaya çağırıyorum. Çete içi çıkar kavgalarında taraf olmamaya ve her sanık için gerçek hukukun üstünlüğünü savunmaya davet ediyorum. Oportünist yorumlar ve intikam duygularına kapılmadan...
           Ha, peki hep doğruları söylersen ne olur sorusuna gelince: Hani
9 köyden kovulursun derler ya! Bakın onu yine yaşayarak öğrendim bu seçim sürecinde: "Aday yanlış" dediğimde hem Ekmelcileri hem Genel Merkezcileri kızdırdım. "Emine Ülker" dediğimde kafasında başka isim olan muhalifleri kızdırdım. 3 Temmuz'dan sonra, "Oyum mecburen Ekmeleddin'e" diyerek CHP adayına küskün olanları kızdırdım. Sonra "boykot intihardır" dediğimde hem anti-Ekmelcileri, hem de "siz de zaten başında karşı çıkıp bu boykot cephesini körüklemiştiniz" diyen Ekmelcileri kızdırdım. Şimdi seçimlerde şayet mazallah Ekmel Bey kaybederse "senin yüzünden" diye saldıracakların kızgınlığını bekler dururum! Yani her halükarda bu seçimlerin kaybedeni benim!
          Halbuki her aşamadaki kararımın arkasında durmaya devam ederek son derece huzurlu uyuyorum. Ülke için doğru olanı, kafası karışık liderler arasında seçebildiğime inandığım için.
          Guguk kuşları, cırcır böcekleri size selam yolladılar, sevgili okurlarım. Siz onları dinleyin daha mutlu olun. "
Mandıra Filozofu"nu izleyip bu diyarlardan kaçacaksanız da, bunu oy kullandıktan sonra gerçekleştirin... Mutlu bayramlar!

22 Temmuz 2014 Salı

HAKLISIN, AMA BOYKOT İNTİHARDIR SEVGİLİ DOSTUM... | Bedri Baykam | 22 Temmuz 2014 tarihli Cumhuriyet makalesi..



Bu açık mektubum Cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot etmeyi düşünen veya boş oy vermeyi planlayan kimi dostlarım için.
Değerli arkadaşlarım, emin olun sizleri çok iyi anlıyorum; kızmakta haklısınız. Ortak çatı adayının saptanış tarzı, ne demokrasiye ne sosyal-demokrat ne de demokrat bir siyasi partiye tabii ki uymadı. Bu konuda başından beri sizlerle aynı tepkileri veriyorum. Bir aday ismi saptanması ve Emine Ülker Tarhan adının öne çıkmasına olan katkı ve desteklerimi de biliyorsunuz. Ama yine sosyal demokrat bir partiye yakışmayan bir şekilde ikinci adayın çıkarılması da engellendi. 3 Temmuz tarihinin aşılmasından sonra da üç aday belli oldu. Ben yurttaş olarak çaresiz kaldığım ortamda bu üç aday arasında neden Ekmeleddin İhsanoğlu'nu tercih ettiğimi geçen haftaki yazımda anlattım. Bu tercih, benim T.C. Cumhurbaşkanlığı’na, CHP adına İhsanoğlu'nu yakıştırdığım anlamına gelmiyor. Sadece bu üç aday arasında onu tercih ettiğim anlamına geliyor. Çünkü maalesef halkı köle yerine koyan kurallarla yapılacak olan bu seçimde başka bir aday olmayacak. Yarışı bu üç atlet koşacak. Biz kendimizi “hakkıyla temsil ediliyor”
görmememize rağmen bu gerçekle karşı karşıyayız!
Sn. İhsanoğlu'nun 20. yüzyıl Türkiye siyasetine bakışının benimkiyle neredeyse hiçbir kesişmesi yok. Kendisinin "kahramanları" Menderes, Özal ve Erbakan! Herhalde bu konuyu açmam bile gereksiz... Tahmin ediyorum, kendisiyle çok partili rejimin demokrasinin kaçınılmaz bir gerçeği olduğu, siyasetin dürüst ve temiz bir alan olarak kalması gerektiği veya savaş ve işkencenin asla kabul edilmemesi gibi genellemeler dışında pek bir ortak noktamız yoktur. Ama öncelikle şu gerçeği unutmuyorum: Sn. İhsanoğlu'na hiç kimsenin kızma hakkı yok. Kendisi ülkeyi baskı rejiminden Menderes'in kurtardığını düşünebilir. Özal, Erbakan yahut isterse Erdoğan ve Gül'e hayran olabilir. Bunlar demokratik bir rejimde olağan olarak kabul edilmesi gereken kendi yorumlarıdır. Bunların hiç birine KATILMIYORUM. Böyle düşünmek onun hakkıdır, ama bu düşüncelere sahip bir insanın CHP tarafından lanse edilmesi siyasi tarihimize aykırıdır. Öte yandan bu adaylığı CHP-MHP çatısı adına talep eden İhsanoğlu değildir. Bu adaylık kendisine bu iki partinin liderleri tarafından teklif edilmiştir. Dolayısıyla İhsanoğlu bu görev noktasını gasp etme peşindedir de diyemez kimse.
Bu veriler ışığında, İhsanoğlu'nun adaylığına kızgın olanlar varsa, burada hırslarını boşaltacakları nokta İhsanoğlu değil, bu adaylığı ona taşıyanlardır. Şimdi "boykot" diyenler, kime karşı kızgın olduklarını saptamaya mecburdurlar. Burada hedefleri CHP ve MHP içerisinde bu kararı alan ve destekleyenler ise -ki öyle olmalıdır- yaklaşan seçim, bu konunun hesaplaşma noktası olamaz. Çünkü bu seçimler vesilesiyle birilerinin burnu sürtülsün isteyenler, esasında kendi burunlarının kırılmasıyla sonuçlanacak şekilde bindikleri dalı kestiklerini anlamaya mecburdurlar. Bu konu, artık ancak her iki partinin kurultayında ele alınabilir.
Öncelikle şu gerçeği görelim: Bu boykota kaç kişi katılır? Ne sandınız? Halkın yüzde 40'ı mı? Öyle bir şey olmayacak. Ama zaten başa baş geçmesi beklenen bir seçimde, yüzde 3-5 gibi bir rakam ölümcül şekilde ibrenin Erdoğan'a kaymasına neden olur.
Bu "boykot" konusunun en çok kimi memnun ettiğini, tabii biliyorsunuz. Hangi hırsla imparatorluğa, "Reisliğe" ve mutlak komutanlığa hazırlandığını görüyorsunuzdur! Boykot kelimesini "dikkatsizce" kullanan herkes, tarihte örneği pek az olan teorik bir canavarın doğmasına katkıda bulunmuş olacaktır! Nasıl bir totaliter güç mekanizmasının, "Eski Türkiye"yi (!) yıkmak üzere yola çıktığını görmüyor musunuz? Muhafazakar biri mi, yoksa RTE mi? Karar sizin!
Açık konuşursak, boykot yalnız bir intihar değildir. Aynı zaman da çocuklarımızın geleceğinin yok edilmesi yolunda yerleştirilmiş bir taş olur.
Sizler boykotu hangi niyetle yaparsanız yapın, kime doğrudan yarayacağı açık olarak bellidir!
Sevgili arkadaşlar, yaşadığımız ağır tahriklerin ve oldu-bittilerin farkındayız. Bu nedenle tabii ki
"boykot ihanettir" demiyorum. Olsa olsa arkadaşlarımızın gözünü açmak için "intihardır" diyorum. Her birimiz kendi nefsine hakim olarak içgüdüsel ve fevri tepkilerini bir yana bırakmalıdır.
Şayet tatile çıkıyorsanız, lütfen dönüşünüzü oy kullanmak üzere hesaplayın. Sonra pişman olmayın!
Adı malum birine bayram yaşatmak istemiyorsanız, oyunuzu ister kerhen verin, ister ehven-i şere verin; ama yetmez. Çankaya'ya en yakışmayan adaya karşı seferberlik ilan edip çalışın!

15 Temmuz 2014 Salı

ARTIK EKMELEDDİN İHSANOĞLU'NU DESTEKLEDİĞİMİN BELGESİDİR: | Bedri Baykam | 15 Temmuz 2014 tarihli Cumhuriyet makalesi..


           Ekmeleddin İhsanoğlu'nun aday gösterilme yöntemlerinin yanlış olduğu savı red edilemez. Yine en çok oyu dayanışma ile Sn İhsanoğlu'nun toparlayabileceği savına da inanmıyorum. Daha heyecan yaratıcı ve tereddütleri minimuma çekecek başka isimler vardı, aylardır yazıyorduk. Sn İhsanoğlu'nun Ulusalcı/Sosyal demokrat kesimlerin temsiliyeti açısından geçmişi ve söyleminin "ideal" bir konum yansıtmadığı da kesin. Bu somut verilere de haftalardır değindik.
           Bu arada mantıksız yorumlar sanal dünyayı bastı: Mesela Emine Ülker Tarhan'ı tercih eden milletvekili ve aydınların, sanki
"armudun sapı, üzümün çöpü" türünden müşkülpesentlikler sonucu kimseyi beğenmeyen insanlar olduğu tezi yanlıştır. Siyasi arenada güç bölmeye çalıştıkları, RTE'ye yarayacak senaryolar peşinde oldukları da acınası bir yorumdur. Çünkü 3 Temmuz’dan önce CHP'den adayı değiştirmesini veya 2. bir aday çıkarmasını istemenin bölücülükle bir alakası yoktur. Bunun adı siyasettir. Siyaset, zirveye kayıtsız şartsız itaat değildir. İnanmadığın görüşlere inanmış gibi yapmak değildir. Nitekim halkın gözünde büyük umut bağlanmış bazı muhalif siyasilerin bu konuda tepkisizliği şaşkınlık içinde not edilmiştir. Zaten iki turlu bir seçimde bölücülükten söz etmek cehalettir. Muhalifler RTE'ye oy vermeyeceklerine göre, onun alacağı oy %50’den azsa, Demirtaş'ın da oylarını düşündüğümüzde, toplam muhalif oyların bu turda kaça bölündüğü çok önemli değildi.
            Neyse, farz edin ki yorumlarımda gri bölgeler var! Veya farz edelim ki muhalefet partileri daha ağır hatalar yaptılar.
Arkadaşlar artık sayfayı çevirin! Rasyonel olun! 3 Temmuz geçti! Artık adaylar belli! Siz ne yaparsanız yapın üç adayımız var. Erdoğan, İhsanoğlu ve Demirtaş. Artık bu üç adaydan kimi tercih ettiğiniz sorusuyla karşı karşıyasınız. Demirtaş, benim gözümde, Türkiye çapında siyaset yapan bir partiye mensup değil. Kendisi ne yanıt verirse versin, yıllardır yalnız ırk temelli siyaset oluşturan bir yapılanmanın içinde. Bu nedenle onun adına oy isteyecek değilim. Diğer aday aylardır beklenildiği gibi, RTE! Ona neden oy verilemeyeceği konusunda paragraf açmak zaman kaybıdır. Geriye kim kalıyor? Ekmeleddin Bey!
             İhsanoğlu’nun mesela bu gazetenin okurlarıyla olan ideolojik farkları ortada. Geçmişinde, bugün oy isteyeceği seçmenleri kızdıracak çok veri de var. Ama bunlar artık bizim konumuz olamaz. Çünkü gerçekçi olarak, İhsanoğlu'nu desteklemezseniz RTE'ye endirekt olarak oy vermiş olacaksınız. Bunu kendinize yedirebiliyorsanız, buyurun hemen koşup RTE'ye oy verin. Veya hiç oy vermeyerek RTE'nin oy yüzdesinin hızla yükselmesini sağlayabilirsiniz! Bu yukarıda aktardığımız durumdan farklı çünkü tüm muhalifler oy vermeye gitmeliler.
          Bunun dışında, Çankaya'da RTE'nin kendi kendine her gün eklediği otoriter yetkilerle nasıl bir kontrol dışı tehlikeye dönüşebileceğini eminim algılayabilecek düzeydesiniz. Kendisini Çankaya'da "yürütmenin başı" olarak gördüğünü itiraf eden RTE, geçen hafta sorduğumuz soruya henüz bir yanıt vermedi.
Yani mesela seçimleri İhsanoğlu kazanırsa, yine başkanlık sistemine geçecek miyiz? "Yürütmenin başı bundan böyle Ekmeleddin Bey'dir, biz hükümet olarak kendisine öneriler sunmakla yetineceğiz" mi demiş olmaktadır? Bunlar maalesef siyasi ortamımızın nasıl mantık ve hukuk ötesi bir ağır rejim saldırısı altında olduğunun resmidir.
           Bir de madalyonun diğer tarafı var. Ekmeleddin Bey, RTE'nin yanında karşılaştırılamayacak kadar olumlu biri. Hiç olmazsa ailesi ve kendisi saygın, mütevazi ve eminim güvenilir, sakin, namuslu insanlar! Barışçı bir kimlik sergiliyor. Her gün ülkeyi germek isteyen bir kabusun yanında kıyaslanamayacak kadar değerli! Kendisiyle de barışık, hayata daha "ulvi" bir noktadan bakıyor. Bu verilerle Atatürk'ün
"Yurtta sulh, cihanda sulh" felsefesine çok daha paralel bir Cumhurbaşkanı profili çizebileceğini düşünüyorum. Uzun lafın kısası, Ekmeleddin Bey, Çankaya'yı işgalden kurtarabilir.. RTE karşısında da hiç bir provokasyonda topa girmeyerek rakibini delirtecek kadar pasifist bir yol izliyor. Zaten diğer yoldan gidemez. Çünkü kendi dediği gibi "Hatip değil" Ekmeleddin Bey. Türk siyasi tarihini de kendine has yorumlarla ele alıyor. Ki, bunlara girmese daha iyi olacak...
          Lütfen RTE'yi mutlu edecek kararlar almayın. Ekmeleddin Bey şu anda bu ülkenin geleceği açısından son derece kritik bir rol üstlendi.
RTE'nin karşısında bence ekmeği (!) değil, barış, huzur ve namusu simgeliyor. Bunlar da günümüz Türkiyesi'nde küçümsenecek değerler değil!

8 Temmuz 2014 Salı

SON SEÇİM SÜRECİNDEN NELER ÖĞRENDİK? | Bedri Baykam | 8 Temmuz 2014 tarihli Cumhuriyet makalesi..


Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinin içinden son sürat geçerken epey bir şey öğrendik. Her gün de "öğrenmeye" devam ediyoruz! İşe alfabesinden başlayalım: "
Cumhurbaşkanını artık halkın seçtiği" iddiasının bir uydurma olduğunu fiilen öğrendik. Çankaya adaylarının, siyasilerin ve partilerinin her türlü kaprisiyle malum ve geleneksel siyasi çarpıklıklar, dayatmalar ve denge arayışlarıyla "halka karşı" saptanabileceğini öğrendik. Halkın kendi bağrından kendi adaylarını çıkarma hakkı olmadığını, onların ancak kim işaret ediliyorsa onun için parmaklarını kaldıracak birer kukla olduğunu öğrendik.
Başka ne öğrendik? Kamu görevinde çalışanların aday olmak üzere istifalarının talep edildiği bir ortamda, her kanun gibi bunun da bazılarının adına istendiği gibi sündürülebileceği ve arzu edilen yöne çekiştirilebileceğini öğrendik. Böylece en yüksek kamu görevi olan birkaç sıfattan birinin sahibi olarak Başbakanın görevde kalmaya devam ederek Cumhurbaşkanlığına aday olabileceğini öğrendik. Kesin olarak "
tarafsız olması gereken" bu yüce makama, iktidar partisi başkanı ve her gün herkese saydırmaya devam eden, bitmez tükenmez güncel ve tarihi hesaplaşmaların merkezi olarak girebileceğini öğrendik. YSK'nın arzu edilen raporları hazırlayan doktorlar gibi buna kılıf aradıklarını ve üstelik bulabildiklerini öğrendik.
Ayrıca CHP'de "
Parti Kararı"nın kapalı kapılar ardında tek kişiyle alınabildiğini, parti içi demokrasinin bir masal olarak kalmaya devam ettiğini, bu özlemi duyma cüreti gösterenlerin de "sanık" sandalyesi tehdidine uğrayabileceklerini öğrendik. Milletvekilleri ve örgütün bu travma altında aniden kendi düşüncelerinden soyutlanabildiklerini ve usluca "standby" konumuna geçebildiklerini öğrendik. Partiye ve muhalif kanada yaşatılan bu dayatmaların en yakın aile fertlerini, sanatçı birlikteliklerini, yurtsever dayanışmalarını, parti üyelerini, aynı çatında hareket etmesi gereken dernekleri bölebildiğini yüreğimiz biraz daha fazla acıyla yanarak öğrendik.
Bunlar da yetmedi, başka şeyler de öğrendik: Mesela yıllardır bize yanlış şeyler öğretildiğini, yürütmenin başının Başbakan değil "Cumhurbaşkanı" olduğunu öğrendik. (
Aslında bu noktada hızla yapılabilecek bir düzenlemeyle "RTE hangi sıfatı aldıysa veya alacaksa, yürütmenin başı odur, ta kendisidir" şeklinde durumun uygunlaştırılabileceğini AB'ye, Parlamentoya, Anayasa Mahkemesine ve YSK'ya hatırlatabiliriz). Tarafsız Cumhurbaşkanı adayının her vatandaşı eşit mesafede kucaklaması beklenirken, Cemaatin olduğu söylenen dershanelere gitmiş tüm öğrencilerin son 10 yıla yayılan kayıtlarının araştırılıp Emniyete verilmesini talep edebildiğini öğrendik. Onları daha yakından kucaklamak için olsa gerek! Bu vesileyle daha önce paket olarak Ergenekon veya Balyoz davalarına ekmellenmesi, pardon eklemlenmesi istenen Santoro cinayeti, Dink cinayeti, Hablemitoğlu cinayeti, Garih cinayeti gibi çeşitli cinayet hazır-kokteyllerinin bu sefer de bu hat üstünden güncel sipariş olarak Cemaate yönlendirilebileceğini öğrendik.
Bir de MHP'nin "
Çözüm Süreci"ne bakışının artık kendi çizgisine değil, Ekmeleddin Bey'e bağlı ve bağımlı hale dönüştüğünü öğrendik. Bu konuda ortaya çıkabilecek çelişkileri deşmenin er meydanına ve pehlivanlığa yakışmadığını, hatta bel altı vurma olarak "diskalifikasyon" getirebileceğini öğrendik.
Daha da çok şey öğrendik ve öğrenmeye de devam ediyoruz ama bazı sorularım olacak:
Meclise soruyorum: Neden uygarca dileyen her vatandaşın kendini aday ilan edebileceği, yine en çok oy alan iki adayın gerekirse 2. turda aralarında çekişebilecekleri bir seçim yapmadınız? Halktan bu kadar mı korkuyorsunuz? Bu kadar mı kopuksunuz?
 
Şimdi hükümete soruyorum: Seçilecek Cumhurbaşkanının etki ve yetki alanı, yürütmenin başı sonu ve her şeyin her şeyi sayılacak olması, Ekmeleddin İhsanoğlu seçilirse de geçerli olacak mı? Yani Başbakan'ın deyimiyle, "Cumhurbaşkanı yapılan yolları da, limanları da, havalimanını da takip eder" diyecek mi? Ekmeleddin Bey'in de tüm bu ihaleleri takip edip, her gün Bakanlar Kuruluna başkanlık etmesini içlerine sindirecekler mi? Yoksa Çankaya yetkileri, seçimi kimin kazandığına göre mi şekillenecek? (!)
 
AKPlilere soruyorum: RTE Cumhurbaşkanı seçilirse aranızda kimin Akbulut Başbakanlığı yapacağına karar verdiniz mi? Noter makamı olarak kolay olacak mı? Gül'ü nerede kullanmayı düşünüyorsunuz? Yoksa akışa göre son anda mı zarlar atılacak?
Çok şey öğrendik de, daha da önümüzde çoook cümbüş var!!

6 Temmuz 2014 Pazar

MUHTEŞEM FİNAL DJOKOVİÇ'in. | Bedri Baykam

2014 Wimbledon'u, unutulmazlar arasına girdi. Öncelikle tek erkeklerde Avustralyalı Kyrgios, Kanadalı Raonic ve bulgar Dimitrov'un büyük performanslarıyla geleceği şimdiden aydınlatmalarının dışında, dün iki büyük şampiyon arasında oynanan 5 setlik muhteşem final maçı, bittiği saniyede bile tenis klasikleri tarihine geçti! Şampiyon 1,760.000 sterling kazanırken Federer de hesabına 880.000 sterling ekledi. 
Maç boyunca sık sık fileye çıkarak rakibinin güçlü müdafaa oyununu bu şekilde delmek isteyen İsviçre saatine karşı, büyük sporcu "Djoko" müthiş savunması ve beklenilmedik karşı ataklarıyla karşılık verdi. Federer servis ve tecrübe avantajını iyi kullanırken, rakibi de sayısız doğrudan puanla ayakta kalan bir gladyatördü. Sonuç unutulmaz bir maçtı...

Maçın ilk setinde her iki tenisçi de şaşırtıcı bir şekilde rakibine karşı servis kırma topu üretemedi. Zor tie-break'i son anda 9/7 kazanan Federer ilk seti hanesine yazdı. İkinci sette rakibinin servisini 3. oyunda kıran Djokovic bu avantajı korudu ve 6/4 kazandı. 3. sette yine inanılmaz bir çekişmeyebsahne oldu ve tie-break 'i 7-4 alan Djokoviç setlerde 2-1 öne geçti. Belki o ana kadar yalnız harika bir Wimbledon finali izliyorduk. Ondan sonra son saniyeye kadar sürecek "epik", destansı bir hikaye sonu vardı milyonları bekleyen. Kim kazansa aslında diğeri de hak ettiği için yine üzüntü yaşanacaktı. 

İnanılmaz duygusal bir andı maçın sonu. Federer çöktüğü sandalyeden annesinin kucağında gelen ikiz kızlarına bakakaldı. Onlara bir Wimbledon şampiyonluğunu nihayet hatırlayabilecekleri bir maçta yaşatabilmiş olmak için son ana kadar savaştı Roger. Kendisine büyük hayranlık duyan ve onu 33 yaşında tekrar şampiyon görmek isteyen kitlelerin desteğini arkasına almıştı ama yetmedi. 4. sette 5-2 geriye düştükten ve bir maç topu kurtardıktan sonra inanılmazı başarıp o seti 7/5 alarak maça ortak olmuş ama son sette 5/4 gerideyken servisini kaybedip şampiyonluğu vermişti Djokovic'e. Sırp şampiyon da gözyaşlarını tutamadı. Bir insan bu kadar mı hem hırslı hem centilmen olabilir? "Maçı kazanmama son anda izin verdiği için Federer'e teşekkür ediyorum" derken mütevazilikten ölecekti sanki. Santrkortun ezici çoğunluğunun İsviçreli rakibini maç boyu desteklemiş olmasına karşı da hiç bir burukluğu veya kızgınlığı yoktu. Hem özgüveni tam, hem de rakibine saygıda hazımlı ve centilmendi. Federer o yaşta belki 8. Wimbledon'unu kaldıramadı ama yine tüm gönülleri fethetti. Djokovic ise 7. Slam turnuası şampiyonluğunu kayıtlara geçirirken 2011 den sonra en büyük turnuayı da 2. kere hem de dev bir rakibe karşı kazanmış olmanın gururunu yaşıyordu. Şampiyonluğunu müstakbel eşine çocuğuna ve ilk tenis hocasına ithaf ederken de aynı gönül zenginliğini sade şekilde ifade etmiş oluyordu.
Djokovic'in "tartışıldığı"söylenen (!) şimdi ki coach'u Boris Becker'i de kutlamak lazım. Sukuneti ve asaletiyle desteğini sürdürdü ve beraber zoru başardılar. Becker'i tartışanın alnını karışlarım! Her iki finaliste de, onlaranşimdi destek olan coachları Becker ve Stefan Edberg'e de tenis sporu adına tebrikler!

1 Temmuz 2014 Salı

HAYAL KIRIKLIĞI VE TARİHE DÜŞÜLEN NOT | BEDRİ BAYKAM | 1 Temmuz 2014 tarihli Cumhuriyet makalesi..



          CHP'nin Cumhurbaşkanlığı adayı süreci hayal kırıklıkları ve çam devirme seanslarıyla tüm hızıyla sürüyor. Bir parti, eline geçen fırsatları bu kadar kolay harcayabilir mi? Bunun bir izahını yapabilen var mı? Kitlesel dayanışma ve ortak kurtuluş umudunu bu şekilde yok etmek kime yarıyor söyler misiniz?
          Kimse bana bu iki örneğin birbirine benzemediğini söylemesin: Fenerbahçe'de Alex'in Kocaman tarafından uzaklaştırılması taraftarı karpuz gibi ortadan nasıl bölüverdiyse, İhsanoğlu'nun adaylığı da aynı şekilde CHP seçmenlerini resmen dağıttı.
Erdoğan'ı bu Ağustos’ta yenmek kolay bir iş mi? Hayır çok zor, hepimiz biliyoruz bunu. Peki bulunan adayın CHP seçmeninde yarattığı sonuca gözatalım:
Kadın dernekleri infial içinde. Alevi dernekleri infial içinde. Sanatçı ve aydınların büyük kısmı infial içinde.  ADD net tepkisini ortaya koydu. Dernekler ayakta. Sokaktaki halk onlar da ikiye bölünmüş durumda, tepkilerin veya tartışmaların önü kesilemiyor. Peki ne gerek vardı? Şaka mı bu? Tüm kalelerinizi dağıtacak bir adayı çok mu aradınız? Aylardır "Çatı Aday çıkarın" diyoruz. Ama şu farkla: biz size "CHP-MHP çizgisinin adayını bulun" dedik; AKP-MHP çizgisinin adayını değil!
Kılıçdaroğlu'nun bu konudaki hesabı açık:
Ben bu adayla AKP torbasından da oy alıp, kazanabilirim. İyi de kendi torbandan çok daha fazla oy kaybedebileceğini göremiyor musun? Herşeyden önce zaten seçmeninin güvenini kaybediyorsun! Ne gerek vardı? Taktik desen taktik değil, kurnazlık desen o hiç değil!  Mesela alın size Mansur Yavaş! Ankara CHP Büyükşehir adayı olarak, seçim öncesinde şüpheyle bakılırken, kampanyası ve ardından gösterdiği tavırlarla Yavaş inanılmazı başarıp, ülkücü gençleri sosyalist-sosyal demokrat gençlerle beraber sokağa dökmeyi başarmıştı. Bir çok benzer güçte ismi de her birimiz zaten önerdik. Peki ya şimdi?? Rahmetli İsmet İnönü'nün deyimiyle "Hadi canım sen de!" Neredeyse diyebiliriz ki, bu adayda tam tersine bölmeyi başararak seçmenleri tersten sokağa döktü!
          Geçen Perşembe yıllardır siyaset üzerine düşünüp tartıştığımız dostlarımızla, kitle örgütleri temsilcilerinin bir araya gelmesine ön ayak oldum. Cumhurbaşkanlığı konusunda malum tepkiler sıralandı. Ardından eğilim yoklaması yapıldı ve açık ara Emine Ülker Tarhan ismi öne çıktı. Böylece sürece ters tepki veren kitleler ve sosyal medya birden olumlu anlamda hareketleniverdi.
          "
Efendim niye bölücülük yapıyorsunuz?" diye suçlama yapanlara verilecek cevap ortada: Bu arkadaşlar henüz iki turlu seçimin ne olduğunu anlayamamışlar. Mesela Büyükşehir Belediye seçimi olsa, tabii ki adayı beğenmeseniz bile oy bölmeye yönelmek bir intihar olur. Ama burada öyle bir durum yok. Hedef Erdoğan'ın ilk turda seçilmesine engel olmak ve çok oy alan iki adayın 2. tura çıkacağını bilerek seçmenlerden destek aramak. Erdoğan ve CHP'nin seçmenleri arasında kesişme, sanılanın aksine bence çok az. Sonuçta İhsanoğlu ve mesela Tarhan aynı anda seçime girseler, seçime katılacak seçmen sayısı net olarak artar ve Erdoğan'ın ilk turda kazanma şansı azalır. Fazla oy alan ise 2. turda Erdoğan'ın karşısına çıkar.
     
     Aslında her zaman temenni ettiğim gibi tabii ki gönül isterdi ki böyle bir bölünme yaşanmasın. Ama siz bunu bu akıl almaz adayı öne sürerek tek vücut olarak sokaklara dökülmeyi bekleyen halkını kılıçla ortadan biçenlere soracaksınız. Bu çok yaratıcı (!) buluşunuza gelecek tepkileri hesaplayamadıysanız, biz size nasıl "lider" sıfatını yakıştırabileceğiz?
Siz bu satırları okurken, büyük ihtimalle Tarhan alternatifi matematiksel olarak gündemden düşmüş olacak. Evvelsi gün CHP Milletvekili arkadaşlarımla sürdürdüğüm telefon trafiği zaten bu neticeyi bana vermişti. Belki 20 imza bulunamadı. Ama tarihe not düşüldü! Genel Başkan'ın her türlü baskısı ve kapıdaki genel seçimlere rağmen CHP ruhuna, tarihine ve hatta bence tüzüğüne aykırı olarak dayatılan bu adaya karşı 21 Milletvekili direnerek İhsanoğlu'na imza vermediler. Aralarından yarısı kadarı bir başka aday çıkarmak istediler ama güçleri yetmedi. Keşke diğer arkadaşları da o imzalara katkıda bulunsalardı ama sonuçta bu Parti'nin toptan sahipsiz olmadığını kanıtladılar.
              Türkiye, dil devrimini kabul etmeyen, Atatürk Devrimleri’ni ve Cumhuriyeti’ni hazmedememiş bir Cumhurbaşkanı'ndan bence daha iyisini bulmalıydı,
şayet Erdoğan'a bir rakip arıyor idi ise... Çünkü İhsanoğlu sadece bir “alternatif”
              Kim ne derse desin, bu durum CHP yönetimi için, hanelerine yazılan ağır bir eksi puandır.
Kimse bahane aramasın. Bu durumun sorumlusu yalnız Kılıçdaroğlu değildir. İmza veren her milletvekili bu sorumluluğu idrak etmeye mecburdur. Tarih hatırlar...