29 Mart 2011 Salı

KİM TUTAR SİZİ? HADİ TAM GAZ İLERİ! / Bedri Baykam / 29 Mart 2011 tarihli Cumhuriyet Gazetesi makalesi..

Lütfen söyler misiniz böyle bir ülkeyi hangi komedi filminde izlediniz? Ben artık takip edemez oldum!

VARAN BİR: İşadamları kulübü TÜSİAD’ın Başkanı, Yeni Demokrasi Hareketi’nin içinde ukde kalmış artıklarını “Anayasa Taslağı” olarak “tartışmaya açıyor”. Sıkı durun, çünkü bu hamle YDH’nın %0,4’lük 1994 hezimetinin acısını çıkarırcasına ülkeye bu sefer darbe taşımış! Evet, şaka değil. Çünkü Anayasa Taslağı’nda “değiştirilmesi talep dahi edilemeyecek maddeler” arasında yer alan ilk maddenin içi yok edilerek, “Türkiye Cumhuriyeti bir devlettir” sınırına çekilmiş! Yani laikmiş, sosyalmiş, hukukmuş, boş verin! Bilmeyenlere hatırlatalım: Bu 1. Madde’yi ancak silahlı darbe yapıp ülkeyi sıfırdan şekillendirirseniz değiştirebilirsiniz! Kafanıza göre Cappucino içerken eskisini çöpe atamazsınız. Ama herhalde “para gücü” bu denetimsiz ortamda sizi kanatlandırıveriyor (!). Sn. Boyner, AKP’nin hukuktaki “İşleri kılıfına uydurma” bürosu şefi Sn. Özbudun’la bu hazırlığı yapacağınız yerde, neden Sn. Yekta Güngör Özden veya Sn. Sabih Kanadoğlu gibi bu işin en saygın duayen isimleriyle masaya oturmadınız? Bırakın bu oportünist kurnazlıkları…

VARAN İKİ: CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin arkadaşımız, birden kameralar önünde coşup “Biz türbanlı milletvekiline karşı çıkmayız” deyiverdi. Ardından örgüt ve medyadan gelen tepkilerin ardından “CHP’nin gündeminde türbanlı milletvekili yoktur, başka partilerin işlerine de karışmayız” şeklinde bir yarım dönüş gerçekleştirdi! Aşk olsun, bu ürkek tavırlara gerek yok! Çarşaflı üye yapın, demokrat olun! Merve Kavakçı modeline karşı çıkmayın, daha demokrat olun! Eh, biraz cesaretle iki adım öne gidin, türbanlı vekili en önce siz çıkarın, yarın da belki başkan yaparsınız! Sevgili Tekin’den önemli bir ricam var: Partinin tüm geçmişini ve ideolojisini yerle bir edecek böyle beklenmedik ve kaygan zemin çıkışlarını, Parti Meclisi’ne danışıp karara bağlamadan ekranlarda yapmaktan vazgeçsin. CHP, geçici partilerden biri değil. Herkes kafasına göre bir model ile hareket edemez, ideolojiyi, örgütü, seçmenleri yok sayamaz. Hepsinden önemlisi, seçimler bu kadar yaklaşmışken, kimse Partiyi sol kamuoyunda tartışılır hale getiremez! Lütfen biraz parti kültürü ve disiplini… Ayrıca üç türbancı oy peşinde koşarken, kimsenin Atatürkçü oyların altını oyma hakkı yok! Kritik seçim finali yaklaşırken lütfen dikkat!

VARAN ÜÇ: BDP Milletvekili Sebahat Tuncel kafası kızmış, karşısında dikilen polise tokadı basıyor! “Vay anasını sayın seyirciler” diye bir televizyon deyimi vardır, işte medyatik haber diye buna derim! Daha sonra sorulara yanıt verirken, bu hanımefendinin şu sözlerini kulaklarımla duydum: “Polise değil, ama devlete tokat atmak isterdim”. İşte bu sözün bittiği yerdir. Sormak lazım Sn. Ümit Boyner’e, tarif ettikleri “ideolojisiz, köksüz, içi boş” devletin “yeni” tanımında bu tokada itirazları var mı, yoksa bunlar da birinin dediği gibi “Yetmez Ama Evet” kategorisine mi giriyor? Maazallah bu tokadı atan bir Atatürkçü olsaydı, tepkiler ne olurdu düşünebiliyor musunuz?

VARAN DÖRT: “AB standartlarında demokrasi”, “ileri demokrasi”, filan derken bizim “moderen” muhafazakar demokratlar, işi tam azıtıp, yayınlanmamış kitabı, daha kundağına bile gelemeden rahmetli İsmet Paşa’nın deyimiyle “Suçluların Telaşı İçinde”, ana rahminden kürtajla alıp imha etmişler! Bu, kitap toplatıp yakan Hitler döneminin bir adım ilerisidir, tebrikler! İşin en heyecan verici anı, “çifte kavrulmalı” Radikal baskınında yaşananlar! İtiraf edeyim “içimi parçalamaya devam eden” bu sahneleri görünce, sormadan edemiyorum: Acaba Radikalciler, polislere “Yahu siz ne yapıyorsunuz? Biz, o Kemalist statükoculara yanıt hakkı bile vermeden her hafta “düşünce” yazılarımızda onları dümdüz ettik, bu hükümeti kutsadık, bize bu yapılır mı?” dediler mi? Gerçekten eski genel yayın yönetmeni İsmet Berkan veya yazar Ertuğrul Mavioğlu’nun aklından bunlar geçti mi? Aslında o anda üzüleceklerine “ceberrut devlet” ten kurtulup “tam demokrasi”ye (!) geçişi kutlamaları lazım değil miydi?

VARAN BEŞ: Doğan Grubu’nda, “ince kıyım” çalışmaya devam ediyor. Artık hedef bizim gibi “ödünsüz Kemalistler” değil! Yani Çölaşanlar, Bekir Coşkunlar, Ruhat Mengiler, Mine Kırıkkanatlar, Tufan Türençler, onları geçtik! Sıra artık Cüneyt Ülsever düzeyinde “muhafazakâr” hükümetin hafif eleştirmenlerine kadar indi, Onun da yazılarına son verildi…

VARAN ALTI: Bu yazı önünüze gelene kadar kesin oluşur. Siz doldurun!

Sevgili okurlar, önümüzdeki sezon, siyasetimizin bu akıllara sığmaz yaratıcılığına ve akış ritmine yakışır, heyecanlı, sürpriz dolu, “Yok artık!” dedirten soyut resimler yapmayı deneyeceğim! Başarırsam kim tutar beni! Tam gaz ileri!

KİM TUTAR SİZİ? HADİ TAM GAZ İLERİ! / Bedri Baykam / 29 Mart 2011 tarihli Cumhuriyet Gazetesi makalesi..

Lütfen söyler misiniz böyle bir ülkeyi hangi komedi filminde izlediniz? Ben artık takip edemez oldum!

VARAN BİR: İşadamları kulübü TÜSİAD’ın Başkanı, Yeni Demokrasi Hareketi’nin içinde ukde kalmış artıklarını “Anayasa Taslağı” olarak “tartışmaya açıyor”. Sıkı durun, çünkü bu hamle YDH’nın %0,4’lük 1994 hezimetinin acısını çıkarırcasına ülkeye bu sefer darbe taşımış! Evet, şaka değil. Çünkü Anayasa Taslağı’nda “değiştirilmesi talep dahi edilemeyecek maddeler” arasında yer alan ilk maddenin içi yok edilerek, “Türkiye Cumhuriyeti bir devlettir” sınırına çekilmiş! Yani laikmiş, sosyalmiş, hukukmuş, boş verin! Bilmeyenlere hatırlatalım: Bu 1. Madde’yi ancak silahlı darbe yapıp ülkeyi sıfırdan şekillendirirseniz değiştirebilirsiniz! Kafanıza göre Cappucino içerken eskisini çöpe atamazsınız. Ama herhalde “para gücü” bu denetimsiz ortamda sizi kanatlandırıveriyor (!). Sn. Boyner, AKP’nin hukuktaki “İşleri kılıfına uydurma” bürosu şefi Sn. Özbudun’la bu hazırlığı yapacağınız yerde, neden Sn. Yekta Güngör Özden veya Sn. Sabih Kanadoğlu gibi bu işin en saygın duayen isimleriyle masaya oturmadınız? Bırakın bu oportünist kurnazlıkları…

VARAN İKİ: CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin arkadaşımız, birden kameralar önünde coşup “Biz türbanlı milletvekiline karşı çıkmayız” deyiverdi. Ardından örgüt ve medyadan gelen tepkilerin ardından “CHP’nin gündeminde türbanlı milletvekili yoktur, başka partilerin işlerine de karışmayız” şeklinde bir yarım dönüş gerçekleştirdi! Aşk olsun, bu ürkek tavırlara gerek yok! Çarşaflı üye yapın, demokrat olun! Merve Kavakçı modeline karşı çıkmayın, daha demokrat olun! Eh, biraz cesaretle iki adım öne gidin, türbanlı vekili en önce siz çıkarın, yarın da belki başkan yaparsınız! Sevgili Tekin’den önemli bir ricam var: Partinin tüm geçmişini ve ideolojisini yerle bir edecek böyle beklenmedik ve kaygan zemin çıkışlarını, Parti Meclisi’ne danışıp karara bağlamadan ekranlarda yapmaktan vazgeçsin. CHP, geçici partilerden biri değil. Herkes kafasına göre bir model ile hareket edemez, ideolojiyi, örgütü, seçmenleri yok sayamaz. Hepsinden önemlisi, seçimler bu kadar yaklaşmışken, kimse Partiyi sol kamuoyunda tartışılır hale getiremez! Lütfen biraz parti kültürü ve disiplini… Ayrıca üç türbancı oy peşinde koşarken, kimsenin Atatürkçü oyların altını oyma hakkı yok! Kritik seçim finali yaklaşırken lütfen dikkat!

VARAN ÜÇ: BDP Milletvekili Sebahat Tuncel kafası kızmış, karşısında dikilen polise tokadı basıyor! “Vay anasını sayın seyirciler” diye bir televizyon deyimi vardır, işte medyatik haber diye buna derim! Daha sonra sorulara yanıt verirken, bu hanımefendinin şu sözlerini kulaklarımla duydum: “Polise değil, ama devlete tokat atmak isterdim”. İşte bu sözün bittiği yerdir. Sormak lazım Sn. Ümit Boyner’e, tarif ettikleri “ideolojisiz, köksüz, içi boş” devletin “yeni” tanımında bu tokada itirazları var mı, yoksa bunlar da birinin dediği gibi “Yetmez Ama Evet” kategorisine mi giriyor? Maazallah bu tokadı atan bir Atatürkçü olsaydı, tepkiler ne olurdu düşünebiliyor musunuz?

VARAN DÖRT: “AB standartlarında demokrasi”, “ileri demokrasi”, filan derken bizim “moderen” muhafazakar demokratlar, işi tam azıtıp, yayınlanmamış kitabı, daha kundağına bile gelemeden rahmetli İsmet Paşa’nın deyimiyle “Suçluların Telaşı İçinde”, ana rahminden kürtajla alıp imha etmişler! Bu, kitap toplatıp yakan Hitler döneminin bir adım ilerisidir, tebrikler! İşin en heyecan verici anı, “çifte kavrulmalı” Radikal baskınında yaşananlar! İtiraf edeyim “içimi parçalamaya devam eden” bu sahneleri görünce, sormadan edemiyorum: Acaba Radikalciler, polislere “Yahu siz ne yapıyorsunuz? Biz, o Kemalist statükoculara yanıt hakkı bile vermeden her hafta “düşünce” yazılarımızda onları dümdüz ettik, bu hükümeti kutsadık, bize bu yapılır mı?” dediler mi? Gerçekten eski genel yayın yönetmeni İsmet Berkan veya yazar Ertuğrul Mavioğlu’nun aklından bunlar geçti mi? Aslında o anda üzüleceklerine “ceberrut devlet” ten kurtulup “tam demokrasi”ye (!) geçişi kutlamaları lazım değil miydi?

VARAN BEŞ: Doğan Grubu’nda, “ince kıyım” çalışmaya devam ediyor. Artık hedef bizim gibi “ödünsüz Kemalistler” değil! Yani Çölaşanlar, Bekir Coşkunlar, Ruhat Mengiler, Mine Kırıkkanatlar, Tufan Türençler, onları geçtik! Sıra artık Cüneyt Ülsever düzeyinde “muhafazakâr” hükümetin hafif eleştirmenlerine kadar indi, Onun da yazılarına son verildi…

VARAN ALTI: Bu yazı önünüze gelene kadar kesin oluşur. Siz doldurun!

Sevgili okurlar, önümüzdeki sezon, siyasetimizin bu akıllara sığmaz yaratıcılığına ve akış ritmine yakışır, heyecanlı, sürpriz dolu, “Yok artık!” dedirten soyut resimler yapmayı deneyeceğim! Başarırsam kim tutar beni! Tam gaz ileri!

22 Mart 2011 Salı

TSK'NIN BÜYÜK GAFI VE SİLİVRİ ADAYLIKLARI... / Bedri Baykam / 22 Mart 2011 Cumhuriyet makalesi..

Gündem hızlanırken, seçim kokuları herkesin genzini yakmaya başladı. Ortadoğu’da yangın sürüyor ve Kaddafi, neden olduğu iç savaşa adeta emperyalist güçleri davet ederek felaketin boyutlarını katladı. Tüm bu ülkelerin en büyük zaafı şu: Onların bir Atatürk’ü olmadı ve bu nedenle sömürü düzenini en başından beri kıramadılar. Bu nedenle de “Kaddafi katliamı mı, emperyalist saldırı mı?” ikilemiyle boğuşuyorlar. Şimdi ödenen tüm faturaların kökeni, Irak’tan Mısır’a, Tunus'tan, Libya’ya hep bu…
İşte bu cümleden sonra, hızlanan gündemde “pas geçilemeyecek” boyutlarda tatsız bir olay yaşadık. Atatürk’ün, o koca yürekli büyük kahraman devrimcinin Kara Harp Okulu’na girişinin kutlandığı törende, Harp Okulu öğrencileri “Gençliğe Hitabe”yi, o muhteşem metni içi boş bir çuvala çevirircesine, tarihe damga vuran şu en kritik sözlerini “keserek” okudular;“…İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve haricî bedhahların olacaktır… Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.”
Bu konuyu ilk Emin Çölaşan gündeme taşıdı. TSK'nin tavrının anlaşılmazlığını eleştirip, Ordu'nun nereye gittiğini sordu. Daha sonra Melih Aşık da konuya değindi ve internette ağır tepkiler yayılmaya başladı. Dün ise Genelkurmay'dan Aydınlık Gazetesi'ne bu konuyla ilgili bir açıklama gitmiş: Konuya başka anlamlar yüklememek gerektiğini ve bu işte bir art niyet olmadığını aktaran sözlerin yer aldığı bu metin, beni hiç tatmin etmedi! TSK hiçbir vatandaşın bu kadar saf olduğunu düşünmemeli.
TSK buna benzer düzeltmelerle durum kurtarmaya çalışacağına, bu ağır gaf vesilesiyle kendisiyle yüzleşmeli. Öncelikle bu "içerik boşaltma" kararı kimin aklından çıkmıştır? Hangi kademenin işidir? Bu konuda böyle bir hatanın tekrarlanmayacağının garantisini kim verecektir? Hiç kimsenin, TSK’de Atatürk’ü sansür etme, çarpıtma, üzerine çarşaf çekme yetkisi olamaz! Bir gün, malum baskılar nedeniyle, Atatürk’ü bünyesinden toptan çıkartmaya karar verirse (!), o zaman dahi bunu halka seçeceği kelimelerle tebliğ eder ve bilgiyi alan herkes o gün aynaya bakarak durumu nasıl değerlendireceğine karar verir. Ama lütfen artık toplumun her farklı hücresinde Atatürk’ü ve izlerini, kurnaz taktiklerle yavaş yavaş yok etme operasyonuna, TSK de alet olmaya kalkmasın!
İşte bu nedenle, “Kağıttan Kaplan” sözüne malum tepkisini ortaya koyan TSK, şimdi kendi bünyesinde bu hesaplaşmayı yapmaya mecbur: Atatürk’ü sansür etme cüretini kim gösterdiyse, bari içinde bulunduğu kurumun geçmişine saygı duyarak mertçe ortaya çıkıp, özür dilesin ve gereğini yapsın. Çünkü mızrak çuvala sığmadı ve üstü örtülemiyor!
Bu gafın sahibi her kimse, yakın tarihimize ait bazı hatırlatmalar yapmamız şart. Bu ülke, çok partili seçime geçtikten sonra, son 65 yılda orduyla az ya da çok ters düşen onca hükümet gördü. Ne Menderes, ne Demirel, ne Özal, ne Çiller, ne Erbakan dönemlerinde, Atatürk’ün o tarihi uyarısını silmeye kalkan bir sivil ya da bir asker oldu! Şimdi Cumhuriyet'in kurucu devrimcisine, sadakati kendi evinde bu seviyelere düşürmeye kimsenin hakkı yok!
Partilerin aday belirleme yöntemleri, bu andığımız karanlık ortamda yavaş yavaş şekillenirken, Silivri’den yükselen bir mert sese kulak verelim: Mustafa Balbay’ın CHP’den adaylığına Parti ışık yakmışken, onun yakın arkadaşı, tecrit hücresi mahkumu, demokrasi neferi, yurtsever yiğit insan Tuncay Özkan bakın neler diyor: “Başlatmış olduğunuz kampanya benim de isteğimi yansıtıyor. ‘Özkan, CHP’den aday olsun’ kampanyanıza ‘Evet, onurla, şerefle’ diyorum. Sn. Kılıçdaroğlu’na mektup yazarak, CHP’de olma arzumu ilettim. 2007 seçimlerinde Erdoğan’ın aday olduğu 1. seçim çevresinden aday olmak istiyorum. Bağımsız adaylık veya ittifak konusunda açıklamam olmadı. CHP’nin iktidar olmasını canı yürekten istiyorum”.
Başka söze gerek yok. CHP bu sesi duymaya mecbur. Yalnız Özkan için değil. Halk gerçekten öyle istediği için! CHP’nin oy deposu olan kitleler bunu bekliyor. Ve onların kökleri kim ne derse desin, Cumhuriyet mitinglerinde! Bunu inkar eden hiç kimse, seçimden başarıyla ayrılamaz.
Bana sorarsanız, CHP, Özkan ve Balbay dışında, Haberal ve Perinçek’e de vekillik kapılarını sonuna kadar açmalı! Seçim ittifakları konusunu ise haftaya ele alacağım.

TSK'NIN BÜYÜK GAFI VE SİLİVRİ ADAYLIKLARI... / Bedri Baykam / 22 Mart 2011 Cumhuriyet makalesi..

Gündem hızlanırken, seçim kokuları herkesin genzini yakmaya başladı. Ortadoğu’da yangın sürüyor ve Kaddafi, neden olduğu iç savaşa adeta emperyalist güçleri davet ederek felaketin boyutlarını katladı. Tüm bu ülkelerin en büyük zaafı şu: Onların bir Atatürk’ü olmadı ve bu nedenle sömürü düzenini en başından beri kıramadılar. Bu nedenle de “Kaddafi katliamı mı, emperyalist saldırı mı?” ikilemiyle boğuşuyorlar. Şimdi ödenen tüm faturaların kökeni, Irak’tan Mısır’a, Tunus'tan, Libya’ya hep bu…
İşte bu cümleden sonra, hızlanan gündemde “pas geçilemeyecek” boyutlarda tatsız bir olay yaşadık. Atatürk’ün, o koca yürekli büyük kahraman devrimcinin Kara Harp Okulu’na girişinin kutlandığı törende, Harp Okulu öğrencileri “Gençliğe Hitabe”yi, o muhteşem metni içi boş bir çuvala çevirircesine, tarihe damga vuran şu en kritik sözlerini “keserek” okudular;“…İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve haricî bedhahların olacaktır… Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.”
Bu konuyu ilk Emin Çölaşan gündeme taşıdı. TSK'nin tavrının anlaşılmazlığını eleştirip, Ordu'nun nereye gittiğini sordu. Daha sonra Melih Aşık da konuya değindi ve internette ağır tepkiler yayılmaya başladı. Dün ise Genelkurmay'dan Aydınlık Gazetesi'ne bu konuyla ilgili bir açıklama gitmiş: Konuya başka anlamlar yüklememek gerektiğini ve bu işte bir art niyet olmadığını aktaran sözlerin yer aldığı bu metin, beni hiç tatmin etmedi! TSK hiçbir vatandaşın bu kadar saf olduğunu düşünmemeli.
TSK buna benzer düzeltmelerle durum kurtarmaya çalışacağına, bu ağır gaf vesilesiyle kendisiyle yüzleşmeli. Öncelikle bu "içerik boşaltma" kararı kimin aklından çıkmıştır? Hangi kademenin işidir? Bu konuda böyle bir hatanın tekrarlanmayacağının garantisini kim verecektir? Hiç kimsenin, TSK’de Atatürk’ü sansür etme, çarpıtma, üzerine çarşaf çekme yetkisi olamaz! Bir gün, malum baskılar nedeniyle, Atatürk’ü bünyesinden toptan çıkartmaya karar verirse (!), o zaman dahi bunu halka seçeceği kelimelerle tebliğ eder ve bilgiyi alan herkes o gün aynaya bakarak durumu nasıl değerlendireceğine karar verir. Ama lütfen artık toplumun her farklı hücresinde Atatürk’ü ve izlerini, kurnaz taktiklerle yavaş yavaş yok etme operasyonuna, TSK de alet olmaya kalkmasın!
İşte bu nedenle, “Kağıttan Kaplan” sözüne malum tepkisini ortaya koyan TSK, şimdi kendi bünyesinde bu hesaplaşmayı yapmaya mecbur: Atatürk’ü sansür etme cüretini kim gösterdiyse, bari içinde bulunduğu kurumun geçmişine saygı duyarak mertçe ortaya çıkıp, özür dilesin ve gereğini yapsın. Çünkü mızrak çuvala sığmadı ve üstü örtülemiyor!
Bu gafın sahibi her kimse, yakın tarihimize ait bazı hatırlatmalar yapmamız şart. Bu ülke, çok partili seçime geçtikten sonra, son 65 yılda orduyla az ya da çok ters düşen onca hükümet gördü. Ne Menderes, ne Demirel, ne Özal, ne Çiller, ne Erbakan dönemlerinde, Atatürk’ün o tarihi uyarısını silmeye kalkan bir sivil ya da bir asker oldu! Şimdi Cumhuriyet'in kurucu devrimcisine, sadakati kendi evinde bu seviyelere düşürmeye kimsenin hakkı yok!
Partilerin aday belirleme yöntemleri, bu andığımız karanlık ortamda yavaş yavaş şekillenirken, Silivri’den yükselen bir mert sese kulak verelim: Mustafa Balbay’ın CHP’den adaylığına Parti ışık yakmışken, onun yakın arkadaşı, tecrit hücresi mahkumu, demokrasi neferi, yurtsever yiğit insan Tuncay Özkan bakın neler diyor: “Başlatmış olduğunuz kampanya benim de isteğimi yansıtıyor. ‘Özkan, CHP’den aday olsun’ kampanyanıza ‘Evet, onurla, şerefle’ diyorum. Sn. Kılıçdaroğlu’na mektup yazarak, CHP’de olma arzumu ilettim. 2007 seçimlerinde Erdoğan’ın aday olduğu 1. seçim çevresinden aday olmak istiyorum. Bağımsız adaylık veya ittifak konusunda açıklamam olmadı. CHP’nin iktidar olmasını canı yürekten istiyorum”.
Başka söze gerek yok. CHP bu sesi duymaya mecbur. Yalnız Özkan için değil. Halk gerçekten öyle istediği için! CHP’nin oy deposu olan kitleler bunu bekliyor. Ve onların kökleri kim ne derse desin, Cumhuriyet mitinglerinde! Bunu inkar eden hiç kimse, seçimden başarıyla ayrılamaz.
Bana sorarsanız, CHP, Özkan ve Balbay dışında, Haberal ve Perinçek’e de vekillik kapılarını sonuna kadar açmalı! Seçim ittifakları konusunu ise haftaya ele alacağım.

21 Mart 2011 Pazartesi

Konu desibel değil.. / Bedri Baykam / Fotogol yazisi..


Bazı maçlar gerçekten mantığa sığmaz, pek anlatılamaz ve ancak tarih içinde kavramlar ötesi bir yere zaman içinde kendiliğinden oturur.
Cuma günü Arena’da Galatasaray ilk mağlubiyetini ezeli rakibinden alırken, Fenerbahçe’nin aldığı bu tarihi zafer en beklenilmedik dramatik finalle geldi.
Maç, günlerdir Türkiye’de yarattığı heyecan dalgası ve büyük beklentileri hayal kırıklığına uğratırcasına oldukça yavaş başlamıştı. Her iki takım orta sahada birbirine el-ense çekerek, kaza gollerinden uzak durma çabasındaydı. Fenerbahçe, liderliğine yakışmayan bir tutukluk içerisindeyken 14’üncü dakikada bu takımdan haksız yere zorla gönderilen Kazım, neredeyse kendi kendine asist yapmayı başararak, hırsını gole dönüştürdü. 23’üncü dakikada Baros’un getirdiği topta Kazım ikinci golü de atabilse maç belki kopup gidecekti. Sarı-lacivertliler 26’ncı dakikada henüz ilk tehlikeli şutlarını atabilirken, orta sahalarında Selçuk, Özer ve Baroni’nin büyük form düşüklükleri takımı durduran ana faktördü. Özellikle Emre nin yokluğunda teknik zaafları çok sırıttı. Bu takım devre biterken “Semih ve Stoch’a ihtiyaç vaaar” ile bas bas bağırıyordu.
İkinci yarıda korktuğum başıma gelmedi ve Aykut, Semih değişikliğini en baştan gerçekleştirdi. O andan itibaren oyunun rengi Semih-Alex daha sonra Stoch ve Topuz paslaşmalarıyla giderek değişmeye başladı. O sanki uyku ilacı içmiş takım gitti ve yerine sürekli ayağa pas yaparak gol açılarını mühendis hesabıyla zorlayan, lider takım geldi. Alex’in frikiğine o müthiş kafayı vuran Semih ve Gökhan’ın ortasına aynı şıklıkta kafayı bu sefer asistli golcü olarak vuran büyük kaptan gemiyi kurtaran kahramanlardı.
Semih bugün modern futbolun kullanabileceği en ileri santrfor tipi, bilmeyenlere, görmek istemeyenlere tyekrar duyurulur!
Sonuçta, Fenerbahçe korku filmi gibi başlayan maçta felaketin eşiğinden dönüp, 10’da 10 inanılmazını başarırken, futbolda hiçbir geri dönüşün imkansız olmadığını ve büyük maçların insaf nedir bilmediğini bir daha kanıtladı.
Maçtan sonra ortada gezinen internet geyiklerinin lezzetine dayanamadığımı itiraf etmem lazım!


Konu desibel değil.. / Bedri Baykam / Fotogol yazisi..


Bazı maçlar gerçekten mantığa sığmaz, pek anlatılamaz ve ancak tarih içinde kavramlar ötesi bir yere zaman içinde kendiliğinden oturur.
Cuma günü Arena’da Galatasaray ilk mağlubiyetini ezeli rakibinden alırken, Fenerbahçe’nin aldığı bu tarihi zafer en beklenilmedik dramatik finalle geldi.
Maç, günlerdir Türkiye’de yarattığı heyecan dalgası ve büyük beklentileri hayal kırıklığına uğratırcasına oldukça yavaş başlamıştı. Her iki takım orta sahada birbirine el-ense çekerek, kaza gollerinden uzak durma çabasındaydı. Fenerbahçe, liderliğine yakışmayan bir tutukluk içerisindeyken 14’üncü dakikada bu takımdan haksız yere zorla gönderilen Kazım, neredeyse kendi kendine asist yapmayı başararak, hırsını gole dönüştürdü. 23’üncü dakikada Baros’un getirdiği topta Kazım ikinci golü de atabilse maç belki kopup gidecekti. Sarı-lacivertliler 26’ncı dakikada henüz ilk tehlikeli şutlarını atabilirken, orta sahalarında Selçuk, Özer ve Baroni’nin büyük form düşüklükleri takımı durduran ana faktördü. Özellikle Emre nin yokluğunda teknik zaafları çok sırıttı. Bu takım devre biterken “Semih ve Stoch’a ihtiyaç vaaar” ile bas bas bağırıyordu.
İkinci yarıda korktuğum başıma gelmedi ve Aykut, Semih değişikliğini en baştan gerçekleştirdi. O andan itibaren oyunun rengi Semih-Alex daha sonra Stoch ve Topuz paslaşmalarıyla giderek değişmeye başladı. O sanki uyku ilacı içmiş takım gitti ve yerine sürekli ayağa pas yaparak gol açılarını mühendis hesabıyla zorlayan, lider takım geldi. Alex’in frikiğine o müthiş kafayı vuran Semih ve Gökhan’ın ortasına aynı şıklıkta kafayı bu sefer asistli golcü olarak vuran büyük kaptan gemiyi kurtaran kahramanlardı.
Semih bugün modern futbolun kullanabileceği en ileri santrfor tipi, bilmeyenlere, görmek istemeyenlere tyekrar duyurulur!
Sonuçta, Fenerbahçe korku filmi gibi başlayan maçta felaketin eşiğinden dönüp, 10’da 10 inanılmazını başarırken, futbolda hiçbir geri dönüşün imkansız olmadığını ve büyük maçların insaf nedir bilmediğini bir daha kanıtladı.
Maçtan sonra ortada gezinen internet geyiklerinin lezzetine dayanamadığımı itiraf etmem lazım!


15 Mart 2011 Salı

Pek "Şık" Olmayan Durumlar... / Bedri Baykam / 15 Mart 2011 Cumhuriyet makalesi..



Pazartesi bir sergim için seyahatte olacağımdan, bu hafta makalemi mecburen pazar yazdım. Hem de gazeteci arkadaşlar İstiklal'de sloganlarla yürürken. Katılamadığım için içim burkuldu.
Demokrasi'yi korumak istediğini ülkeye ve dünyaya anlatan bir hükümet anlayışı, adım adım demokrasi ve özgürlüklerin tüm dayanaklarını yok ediyor. Peki herkes bu açık komedyanın farkına varıp kenetlenebildi mi? Ne gezer! Öncelikle "Hükümet-candaş" medyanın taktiği Ergenekon savcılarına salt "Nedim Şener-Ahmet Şık" üstünden eleştiri götürmek. Yani "Efendim bu Ergenekon Terör Örgütü köşeye sıkışmışken, şimdi nasıl bu hatayı yaparsınız? Tam tersine onları zor durumda bırakan araştırmalara imza atan arkadaşlarımızı nasıl suçlarsınız?" deniyor!
Şık'ın yazdığı "duygusal" denilen mektuba bakıyorum: "...Cumartesi Anneleri, sizlerle ilgili yaptığım haberlerin hepsi aldatmacaymış. Sevdiklerinizi dipsiz kuyularda kaybedenlere yardım etmişim... Cezaevlerinde sokaklarda katledilen devrimcilerin aileleri... hala habercilik namusuna güvenecek misiniz? Sitemcilerin kurbanları, halkların kardeşliğini savunduğuma inanacak mısınız hala? Ben bir savaş çığırtkanı, ırkçıymışım..."
Evet Şık'ın mektubu "duygusal"... Ama ne kadar objektif, tartışılır. Demek ki onlara "Ergenekon Üyesi" denmesi, gözlerinde bu anlamlara geliyormuş! Yani bu mantığa göre Ergenekonculuktan sanık olan Balbay'lar, Haberal'lar, Özkan'lar, Çiçek'ler Perinçek'ler, Şık'ın bu tanımlamalarıyla suçladıkları kesimlerle iç içe mi olmuş oluyor? "Adımın Ergenekon'la anılmasını zül sayarım" diyor Şık. Acaba "Ergenekon" tanımlamasının kapsama alanı ve içerdiği anlamlar konusunda dev yanılgılara düşüyor olmasın? Ya da cesur gazeteci Nedim Şener'in vicdanına sormak istiyorum:  En derin şekilde araştırdığı Dink cinayetini "Ergenekon"a bağlamak ve bu büyük"işkembeli ve mumbarlı deniz mahsülleri" çorbasına (!) her iddiayı doluşturmak ne kadar gerçekçi? Dink cinayetini aşırı sağcı-dinci grupların işlediğini bilmeyen yok. Hangi siyasal altyapıya ait oldukları ortada... Şimdi bu nasıl bir mantık? "Onlar da bayrak seviyor, onlar da Ermeni soykırımı olmadı diyor, onlar da ülke bölünmesin diyor, demek ki hepsini Atatürkçüler, demokrat gazeteciler, Ulusalcılarla aynı çorbaya atabiliriz".
Ailesi de, artık bir an önce gözlerini açıp, rahmetli Hrant Dink'in hangi aşırı sağcı-muhafazakar-dinci örgütlenmenin yok ettiğini anlamalı ve bu cinayetin "Ulusalcı-Atatürkçü" gruplarla hiçbir ilişkisi olamayacağını görmeliler!
Dolayısıyla Şener ve Şık'ın, gazetelere yansıyan "Silivri'de bizi Ergenekoncularla aynı bölüme koymayın" sözleri de, Avrupa Birliği'nin sanki tek dertleri Şener ve Şıkmış gibi, "bu tutuklanmalar, Ergenekon ve Balyoz sürecinde güven kaybı yaratabilir" şeklinde rapora yansıyan cümleleri de aynı dertten muzdarip: yaşanan onca açık hukuksuzluğa rağmen, son üç yıldır kamuoyunun vicdanını parçalayan bir şekilde yazılan onca "benim suçum ne?" kitabına rağmen, yurtiçi ve yurtdışında onca siyasetçi ve gazetecinin trajediye gözlerini kapamış olmaları.
Keşke -çok kısa olmasını candan temenni ettiğim- tutukluluk sürelerinde Şener ve Şık, üç yıldır sevdiklerinden ve işlerinden koparılmış diğer meslektaşlarıyla aynı koğuşlarda kalsalar da, oluşacak insani diyaloglarda, haksız yere suçlanmanın acılarına yakından tanıklık edip, toplumu kemiren önyargılardan arınmış olsalar…
Erdoğan, daha önce kendisini bu davanın savcısı ilan etmişti. AB'nin ve basının tepkilerinden sonra karar değiştirmiş: "ben bu davanın savcısı veya hakimi değilim"diyor ve tutuklananların "gazetecilik faaliyetleri" yüzünden içerde olmadıklarını iddia ediyor.
İyi güzel de Şener ve Şık'a yöneltilen sorulara bakıyoruz, bunların neredeyse tamamı da, aynen daha önce olduğu gibi meslekleriyle ilgili sorular! Şık'ın "İmamın Ordusu" adlı çıkmamış kitabı veya Şener'e yönelik "Hanefi Avcı'nın kitabını niye desteklediniz?" sorusu veya Yalçın Küçük'e sorulan "Süheyl Batum'u niye Genel Başkan yapmak istediniz?" sorularının anlamı ne olabilir ki?
Gerek AB'nin, gerek Türkiye'deki yabancı gazeteci ve diplomatların, gerek kendini "demokrat olarak tanımlayan her aydının artık bu yayılan çığlığı duymaları lazım. Haksız yere içeride olduklarına inanılan Şık ve Şener'in durumu, diğer 3 yıllık Ergenekon tutuklularının yaşadıkları dramdan farksızdır. Gün, günah çıkarma, gözünü açma ve herkes için uyanma günüdür!

Pek "Şık" Olmayan Durumlar... / Bedri Baykam / 15 Mart 2011 Cumhuriyet makalesi..



Pazartesi bir sergim için seyahatte olacağımdan, bu hafta makalemi mecburen pazar yazdım. Hem de gazeteci arkadaşlar İstiklal'de sloganlarla yürürken. Katılamadığım için içim burkuldu.
Demokrasi'yi korumak istediğini ülkeye ve dünyaya anlatan bir hükümet anlayışı, adım adım demokrasi ve özgürlüklerin tüm dayanaklarını yok ediyor. Peki herkes bu açık komedyanın farkına varıp kenetlenebildi mi? Ne gezer! Öncelikle "Hükümet-candaş" medyanın taktiği Ergenekon savcılarına salt "Nedim Şener-Ahmet Şık" üstünden eleştiri götürmek. Yani "Efendim bu Ergenekon Terör Örgütü köşeye sıkışmışken, şimdi nasıl bu hatayı yaparsınız? Tam tersine onları zor durumda bırakan araştırmalara imza atan arkadaşlarımızı nasıl suçlarsınız?" deniyor!
Şık'ın yazdığı "duygusal" denilen mektuba bakıyorum: "...Cumartesi Anneleri, sizlerle ilgili yaptığım haberlerin hepsi aldatmacaymış. Sevdiklerinizi dipsiz kuyularda kaybedenlere yardım etmişim... Cezaevlerinde sokaklarda katledilen devrimcilerin aileleri... hala habercilik namusuna güvenecek misiniz? Sitemcilerin kurbanları, halkların kardeşliğini savunduğuma inanacak mısınız hala? Ben bir savaş çığırtkanı, ırkçıymışım..."
Evet Şık'ın mektubu "duygusal"... Ama ne kadar objektif, tartışılır. Demek ki onlara "Ergenekon Üyesi" denmesi, gözlerinde bu anlamlara geliyormuş! Yani bu mantığa göre Ergenekonculuktan sanık olan Balbay'lar, Haberal'lar, Özkan'lar, Çiçek'ler Perinçek'ler, Şık'ın bu tanımlamalarıyla suçladıkları kesimlerle iç içe mi olmuş oluyor? "Adımın Ergenekon'la anılmasını zül sayarım" diyor Şık. Acaba "Ergenekon" tanımlamasının kapsama alanı ve içerdiği anlamlar konusunda dev yanılgılara düşüyor olmasın? Ya da cesur gazeteci Nedim Şener'in vicdanına sormak istiyorum:  En derin şekilde araştırdığı Dink cinayetini "Ergenekon"a bağlamak ve bu büyük"işkembeli ve mumbarlı deniz mahsülleri" çorbasına (!) her iddiayı doluşturmak ne kadar gerçekçi? Dink cinayetini aşırı sağcı-dinci grupların işlediğini bilmeyen yok. Hangi siyasal altyapıya ait oldukları ortada... Şimdi bu nasıl bir mantık? "Onlar da bayrak seviyor, onlar da Ermeni soykırımı olmadı diyor, onlar da ülke bölünmesin diyor, demek ki hepsini Atatürkçüler, demokrat gazeteciler, Ulusalcılarla aynı çorbaya atabiliriz".
Ailesi de, artık bir an önce gözlerini açıp, rahmetli Hrant Dink'in hangi aşırı sağcı-muhafazakar-dinci örgütlenmenin yok ettiğini anlamalı ve bu cinayetin "Ulusalcı-Atatürkçü" gruplarla hiçbir ilişkisi olamayacağını görmeliler!
Dolayısıyla Şener ve Şık'ın, gazetelere yansıyan "Silivri'de bizi Ergenekoncularla aynı bölüme koymayın" sözleri de, Avrupa Birliği'nin sanki tek dertleri Şener ve Şıkmış gibi, "bu tutuklanmalar, Ergenekon ve Balyoz sürecinde güven kaybı yaratabilir" şeklinde rapora yansıyan cümleleri de aynı dertten muzdarip: yaşanan onca açık hukuksuzluğa rağmen, son üç yıldır kamuoyunun vicdanını parçalayan bir şekilde yazılan onca "benim suçum ne?" kitabına rağmen, yurtiçi ve yurtdışında onca siyasetçi ve gazetecinin trajediye gözlerini kapamış olmaları.
Keşke -çok kısa olmasını candan temenni ettiğim- tutukluluk sürelerinde Şener ve Şık, üç yıldır sevdiklerinden ve işlerinden koparılmış diğer meslektaşlarıyla aynı koğuşlarda kalsalar da, oluşacak insani diyaloglarda, haksız yere suçlanmanın acılarına yakından tanıklık edip, toplumu kemiren önyargılardan arınmış olsalar…
Erdoğan, daha önce kendisini bu davanın savcısı ilan etmişti. AB'nin ve basının tepkilerinden sonra karar değiştirmiş: "ben bu davanın savcısı veya hakimi değilim"diyor ve tutuklananların "gazetecilik faaliyetleri" yüzünden içerde olmadıklarını iddia ediyor.
İyi güzel de Şener ve Şık'a yöneltilen sorulara bakıyoruz, bunların neredeyse tamamı da, aynen daha önce olduğu gibi meslekleriyle ilgili sorular! Şık'ın "İmamın Ordusu" adlı çıkmamış kitabı veya Şener'e yönelik "Hanefi Avcı'nın kitabını niye desteklediniz?" sorusu veya Yalçın Küçük'e sorulan "Süheyl Batum'u niye Genel Başkan yapmak istediniz?" sorularının anlamı ne olabilir ki?
Gerek AB'nin, gerek Türkiye'deki yabancı gazeteci ve diplomatların, gerek kendini "demokrat olarak tanımlayan her aydının artık bu yayılan çığlığı duymaları lazım. Haksız yere içeride olduklarına inanılan Şık ve Şener'in durumu, diğer 3 yıllık Ergenekon tutuklularının yaşadıkları dramdan farksızdır. Gün, günah çıkarma, gözünü açma ve herkes için uyanma günüdür!

13 Mart 2011 Pazar

Kanarya beklendiği gibi.. / Bedri Baykam / Fotogol yazisi..



Fenerbahçe, Trabzonspor’a liderlik koltuğunda 25’inci saati çok gördü ve tekrar tahtını geri kaparken fazla zorlanmadı. Orta saha ve geri dörtlüde bazı zoraki değişikliklere giden Aykut Kocaman’ın takımı üzerindeki “Sürekli galip gelme stresi’ne rağmen (!) yoluna devam etmeyi bildi. Fenerbahçe maça yine arzulu ve dinamik başladı. Artık takımı sorgulamadan destekleyen taraftarların büyük coşkusuyla kontrolünü eline alan sarı-lacivertliler 15. dakikada Emre’nin nefis presini akıllı bir asistle tamamlamasının ardından Niang ile öne geçti. Ancak aynı Niang 5 dakika sonra bu sefer kendi presiyle topu sagdan kaptıktan sonra bomboş bekleyen Stoch’a pas vermeyerek farkın erken açılmasını engelledi. Bunun ardından ilk yarının sonuna kadar yine Niang’ın hareketli anları ve Stoch’un gol atma arzusuyla yanan çabaları arasında bir çok fırsat daha heba oldu. Emre ve Alex’in ve hatta Topuz’un orta sahada tartışılmaz hükümranlıkları Fenerbahçe’nin yine en üstün tarafıydı.
İkinci yarıda Stoch’un gol arama gerginliği doruğa çıktı ama, bu futbolcunun bu gerginliklere rağmen o kadar aradan sonra arzulu ve başarılı olduğu gerçeğini de kabul etmek lazım. Fenerbahçe’de Bekir aksarken belki de Bilica’nın onun yerine oynaması daha iyi olurdu dedirtti.
Nöbetçi golcü Semih, Türkiye liglerinin oynadığı dakikaya göre en çok ve en iyi oranda ağları bulan futbolcusu. Dün de son dakikalarda girmesine rağmen çok klas bir gole imza attı.
Gökhan Gönül maçta taçı hakem hatası düzeltip rakibe verirken güzel bir centilmenlik örneği sergiledi.
Umarım Emre derbiye kadar iyileşir, çünkü GSaray a karşı onu Ali Sami yen de hiç seyredememek biraz garip oluyor...

Dokuzda dokuz yapmak başkadır. Fakat favori olarak çıksan bile, deplasmanda bir derbi maçını Galatasaray’a karşı oynamak başkadır. Bu hafta cuma günü sarı-lacivertliler, üst üste 10’uncu galibiyetlerini Arena’da ararken, rakip yaralı aslanın durumuna rağmen şimdiden bu maçın heyecanıyla uykularımın kaçtığını itiraf etmeliyim.

Kanarya beklendiği gibi.. / Bedri Baykam / Fotogol yazisi..



Fenerbahçe, Trabzonspor’a liderlik koltuğunda 25’inci saati çok gördü ve tekrar tahtını geri kaparken fazla zorlanmadı. Orta saha ve geri dörtlüde bazı zoraki değişikliklere giden Aykut Kocaman’ın takımı üzerindeki “Sürekli galip gelme stresi’ne rağmen (!) yoluna devam etmeyi bildi. Fenerbahçe maça yine arzulu ve dinamik başladı. Artık takımı sorgulamadan destekleyen taraftarların büyük coşkusuyla kontrolünü eline alan sarı-lacivertliler 15. dakikada Emre’nin nefis presini akıllı bir asistle tamamlamasının ardından Niang ile öne geçti. Ancak aynı Niang 5 dakika sonra bu sefer kendi presiyle topu sagdan kaptıktan sonra bomboş bekleyen Stoch’a pas vermeyerek farkın erken açılmasını engelledi. Bunun ardından ilk yarının sonuna kadar yine Niang’ın hareketli anları ve Stoch’un gol atma arzusuyla yanan çabaları arasında bir çok fırsat daha heba oldu. Emre ve Alex’in ve hatta Topuz’un orta sahada tartışılmaz hükümranlıkları Fenerbahçe’nin yine en üstün tarafıydı.
İkinci yarıda Stoch’un gol arama gerginliği doruğa çıktı ama, bu futbolcunun bu gerginliklere rağmen o kadar aradan sonra arzulu ve başarılı olduğu gerçeğini de kabul etmek lazım. Fenerbahçe’de Bekir aksarken belki de Bilica’nın onun yerine oynaması daha iyi olurdu dedirtti.
Nöbetçi golcü Semih, Türkiye liglerinin oynadığı dakikaya göre en çok ve en iyi oranda ağları bulan futbolcusu. Dün de son dakikalarda girmesine rağmen çok klas bir gole imza attı.
Gökhan Gönül maçta taçı hakem hatası düzeltip rakibe verirken güzel bir centilmenlik örneği sergiledi.
Umarım Emre derbiye kadar iyileşir, çünkü GSaray a karşı onu Ali Sami yen de hiç seyredememek biraz garip oluyor...

Dokuzda dokuz yapmak başkadır. Fakat favori olarak çıksan bile, deplasmanda bir derbi maçını Galatasaray’a karşı oynamak başkadır. Bu hafta cuma günü sarı-lacivertliler, üst üste 10’uncu galibiyetlerini Arena’da ararken, rakip yaralı aslanın durumuna rağmen şimdiden bu maçın heyecanıyla uykularımın kaçtığını itiraf etmeliyim.

8 Mart 2011 Salı

"O" Gazetecilere: Samimiyseniz İstifa Edin! / Bedri Baykam / 8 Mart 2011 Cumhuriyet makalesi..




            AKP aslında geçen hafta Ergenekon Savcılarının coşmasıyla inanılmaz bir zoru başardı: Özgür basına yapılan taciz operasyonları ve gözaltılara tepki öyle boyutlara vardı ki, yalnız bir günlük hazırlıktan sonra Taksim'den Galatasaray'a, en ödünsüz ulusalcılarla, en samimi Hrantçılar hatta "Yetmez ama Evet"(!)çiler kol kola olmasa bile, peş peşe yürüdüler. Bunu başaracak kadar vicdanları donduran iktidarı vallahi tebrik etmek lazım, insan rüyasında görse inanmaz! Gerçekten tepkinin hızı ve kapsama alanı, topluma umut verecek boyutlardaydı, binlerce insan İstiklal Caddesi’ndeydi... Bu son baskı ve tutuklamalar, Ergenekon davalarına hep mesafeli ve soğuk duran, büyük haksızlıkları ve kurulan mantıksız senaryoları görmezden gelen farklı bir kesimin de herhalde artık gözlerini açabilmiştir!
            Hani o 15-20 gazeteci var ya? Uyguladıkları psikolojik harekatla Atatürkçülüğü ve Cumhuriyet tarihimizi, yeni kuşaklara "baskıcı-statükocu-faşist-darbeci" olarak tanıtan... TSK'yı işgal ordusu gibi afişe edip, kendi halkıyla sıcak duygusal ilişkilerini yok etmek için sabah akşam çalışan, yalanlar, sahte belgeler, demagojik yorumları koruma "görevi"ni başarmak (!) için gecesini gündüzüne katan ekip... Hani şu "Kemalizm diye bir şey yoktur, Mustafa Kemal demokrat değildi, bu atanmışların baskıcı rejimi, Türk bayrağı asmak ırkçı milliyetçilerin, kafatasçıların işidir" palavralarını kafası karışık gençlere her gün zehir olarak akıtanlar... Tanıyorsunuz onları, "misyoner" gazeteciler... Bir kısmı direkt tarikat ürünü, bir kısmı sözde ulusalcılık/Atatürkçülük karşıtları...
            İşte son on günde basına karşı üst üste yapılan baskılar, küçük düşürmeler, hücre tecritleri ve yeni tutuklamalar geliverince, bunların yarısı... ya timsah gözyaşı döktü, ya "yahu o kadar da demedik" tespiti verdi, ya da... son alternatif, bu son faşist uygulamalardan sonra nihayet gözleri şokla açılıverdi ve gerçekleri görüverdiler!
            Biliyorum, saydığım bu son alternatif... hayli zor! Çünkü normalde kafalarına tuğla düşse, bu oportünist kış uykusundan çıkacakları yok... Ama "velev ki" çıktılar, o zaman şunu bilsinler: Öyle altı ayda bir iki yarım makaleyle kendinizi aklayıp, suçlarınızı unutturamazsınız! Bu faşist yükselişi yıllardır desteklemiş, korumuş olmak öyle eğreti bir ılık suda yıkayarak çıkarılabilir bir kir değil. Sizler, 12 Eylül Referandumu’nda, ya bu sahte demokrasi vaatleriyle kandırılarak, ya da inanarak, bu "ileri demokrasi" (!) masalına alet oldunuz; şimdi pişmansanız, bunu yüksek sesle söyleyin, toplumdan özür dileyin, "bizi aldatmışlar, 'ileri demokrasi' şekeriyle kandırıldık" deyin... Ve o iktidara yamanmış gazetelerden derhal istifa edin... Artık bu suçlara daha fazla ortak olmayın. Tarihte bazı lekeler çıkmaz... Şayet meslektaşlarınıza reva görülen ortaçağ muamelesinden gerçekten utandıysanız, istifanızı yazın ve demokratların saflarına geçin, halk affetmeyi bilir...
            OdaTV operasyonunun devamından hemen önce, hınç alır gibi 28 Şubat'ta Balbay ve Özkan'ın gece yarılarına kadar süren bir operasyonla birbirlerinden koparılıp ayrı hücrelerde tecrit edilmeleri, belki asırlar sonra bu karanlık günler anlaşıldığında gündeme gelecek olan dramatik bir tiyatrovari kurgu! Herhalde ancak et ve tırnak gibi birbirine kenetlenerek "Zulümhane"ye dayanabilen bu iki kahraman aydınımızın moralli güler yüzleri, birilerine battı ki, bu utanç verici sahneler yaşanabildi.
            İşte size film karesi: Mustafa ve Tuncay "bu gayri hukukidir" deyip ayrılmayı reddediyorlar ve karşılığında "50" gardiyanın doluştuğu odada "Gerekirse zor kullanırız" diye tehdit ediliyorlar. İşte o ortamda dahi, iki canımız sabahın köründe esprilere devam ediyorlar: "Sen buzdolabının kapısını al, ben motorunu" şeklinde! Merak etmeyin sevgili arkadaşlarım siz tarihin altın sayfalarına yazılırken, size bu muameleleri insafsızca yapanlar, aynı tarihin başka bir yerine gidecekler!
            Ulusa ve dünyaya soruyoruz: bu tehdit, taciz ve tutuklamalarla muhalefetin ana ses telleri kısılırsa, bu nasıl bir "seçim" süreci olabilecek? Kiminle "dalga geçiyorlar"?! Böyle bir "demokratik" seçim, olamayacağını bizim "malum" kökten demokrat yandaşlar bilmezler mi? O zaman hadi sıkıysa çevirin sayfayı, geçin duvarın özgür tarafına...
                       

"O" Gazetecilere: Samimiyseniz İstifa Edin! / Bedri Baykam / 8 Mart 2011 Cumhuriyet makalesi..




            AKP aslında geçen hafta Ergenekon Savcılarının coşmasıyla inanılmaz bir zoru başardı: Özgür basına yapılan taciz operasyonları ve gözaltılara tepki öyle boyutlara vardı ki, yalnız bir günlük hazırlıktan sonra Taksim'den Galatasaray'a, en ödünsüz ulusalcılarla, en samimi Hrantçılar hatta "Yetmez ama Evet"(!)çiler kol kola olmasa bile, peş peşe yürüdüler. Bunu başaracak kadar vicdanları donduran iktidarı vallahi tebrik etmek lazım, insan rüyasında görse inanmaz! Gerçekten tepkinin hızı ve kapsama alanı, topluma umut verecek boyutlardaydı, binlerce insan İstiklal Caddesi’ndeydi... Bu son baskı ve tutuklamalar, Ergenekon davalarına hep mesafeli ve soğuk duran, büyük haksızlıkları ve kurulan mantıksız senaryoları görmezden gelen farklı bir kesimin de herhalde artık gözlerini açabilmiştir!
            Hani o 15-20 gazeteci var ya? Uyguladıkları psikolojik harekatla Atatürkçülüğü ve Cumhuriyet tarihimizi, yeni kuşaklara "baskıcı-statükocu-faşist-darbeci" olarak tanıtan... TSK'yı işgal ordusu gibi afişe edip, kendi halkıyla sıcak duygusal ilişkilerini yok etmek için sabah akşam çalışan, yalanlar, sahte belgeler, demagojik yorumları koruma "görevi"ni başarmak (!) için gecesini gündüzüne katan ekip... Hani şu "Kemalizm diye bir şey yoktur, Mustafa Kemal demokrat değildi, bu atanmışların baskıcı rejimi, Türk bayrağı asmak ırkçı milliyetçilerin, kafatasçıların işidir" palavralarını kafası karışık gençlere her gün zehir olarak akıtanlar... Tanıyorsunuz onları, "misyoner" gazeteciler... Bir kısmı direkt tarikat ürünü, bir kısmı sözde ulusalcılık/Atatürkçülük karşıtları...
            İşte son on günde basına karşı üst üste yapılan baskılar, küçük düşürmeler, hücre tecritleri ve yeni tutuklamalar geliverince, bunların yarısı... ya timsah gözyaşı döktü, ya "yahu o kadar da demedik" tespiti verdi, ya da... son alternatif, bu son faşist uygulamalardan sonra nihayet gözleri şokla açılıverdi ve gerçekleri görüverdiler!
            Biliyorum, saydığım bu son alternatif... hayli zor! Çünkü normalde kafalarına tuğla düşse, bu oportünist kış uykusundan çıkacakları yok... Ama "velev ki" çıktılar, o zaman şunu bilsinler: Öyle altı ayda bir iki yarım makaleyle kendinizi aklayıp, suçlarınızı unutturamazsınız! Bu faşist yükselişi yıllardır desteklemiş, korumuş olmak öyle eğreti bir ılık suda yıkayarak çıkarılabilir bir kir değil. Sizler, 12 Eylül Referandumu’nda, ya bu sahte demokrasi vaatleriyle kandırılarak, ya da inanarak, bu "ileri demokrasi" (!) masalına alet oldunuz; şimdi pişmansanız, bunu yüksek sesle söyleyin, toplumdan özür dileyin, "bizi aldatmışlar, 'ileri demokrasi' şekeriyle kandırıldık" deyin... Ve o iktidara yamanmış gazetelerden derhal istifa edin... Artık bu suçlara daha fazla ortak olmayın. Tarihte bazı lekeler çıkmaz... Şayet meslektaşlarınıza reva görülen ortaçağ muamelesinden gerçekten utandıysanız, istifanızı yazın ve demokratların saflarına geçin, halk affetmeyi bilir...
            OdaTV operasyonunun devamından hemen önce, hınç alır gibi 28 Şubat'ta Balbay ve Özkan'ın gece yarılarına kadar süren bir operasyonla birbirlerinden koparılıp ayrı hücrelerde tecrit edilmeleri, belki asırlar sonra bu karanlık günler anlaşıldığında gündeme gelecek olan dramatik bir tiyatrovari kurgu! Herhalde ancak et ve tırnak gibi birbirine kenetlenerek "Zulümhane"ye dayanabilen bu iki kahraman aydınımızın moralli güler yüzleri, birilerine battı ki, bu utanç verici sahneler yaşanabildi.
            İşte size film karesi: Mustafa ve Tuncay "bu gayri hukukidir" deyip ayrılmayı reddediyorlar ve karşılığında "50" gardiyanın doluştuğu odada "Gerekirse zor kullanırız" diye tehdit ediliyorlar. İşte o ortamda dahi, iki canımız sabahın köründe esprilere devam ediyorlar: "Sen buzdolabının kapısını al, ben motorunu" şeklinde! Merak etmeyin sevgili arkadaşlarım siz tarihin altın sayfalarına yazılırken, size bu muameleleri insafsızca yapanlar, aynı tarihin başka bir yerine gidecekler!
            Ulusa ve dünyaya soruyoruz: bu tehdit, taciz ve tutuklamalarla muhalefetin ana ses telleri kısılırsa, bu nasıl bir "seçim" süreci olabilecek? Kiminle "dalga geçiyorlar"?! Böyle bir "demokratik" seçim, olamayacağını bizim "malum" kökten demokrat yandaşlar bilmezler mi? O zaman hadi sıkıysa çevirin sayfayı, geçin duvarın özgür tarafına...
                       

1 Mart 2011 Salı

“ŞEHVETİN TADI”


“ŞEHVETİN TADI”

7 Mart - 26 Nisan 2011

Türk Çağdaş sanatının önemli isimlerinden; Şükran Moral, Bedri Baykam, Taner Ceylan, Barış Cihanoğlu, Bahri Genç, Deniz Gökduman, Mustafa Karyağdı, Temür Köran, Burhan Kum ve İlke Kutlay  “Şehvetin Tadı” isimli sergi ile bir araya geliyor.

"Şehvetin Tadı"na farklı kokular, renkler, dokular ve sahneler üstünden ulaşmaya çalışan 10 sanatçının işleri, izleyicilerde de şehvetin ya da onun içinde gezinen aşk, erotizm, pornografi veya güçlü flört dürtüsünü ne kadar uyandırabilecek?

Bu sorunun yanıtını alabilmek için küratörlüğünü Bedri Baykam’ın yaptığı sergiyi
7 Mart - 26 Nisan 2011 tarihleri arasında Piramid Sanat’ta gezip tozmak gerekecek!

Bahara girerken bundan daha iyi bir sergi alternatifi sunan var mı dersiniz?

İşte Baykam'ın sergiyi sunan satırlarından bir seçki;

            Kadın, şehvetin gizli mimarı ve patroniçesidir... Tam olayın saydam görünmez kahramanı. İlk ateşin tüm olayı tetikleme anından, nihai sonuca kadar bu değişmez. Şehvet anı, dış tahrikten beyine düşen ilk tılsımlı emre kadar muhteşem bir tazelik koruyan esrarengiz bir saha oluşturur. Bu sahanın kapsadığı alanın en kilit sorularından biri de şudur: Orgazm, 6. duyu mudur? Beş duyudan kesin farklı olduğuna göre, bence bu sorunun yanıtı "evet"tir. Libido ve sanatsal yaratımın reddedilemez beraberlikleri anarşist ve avangard ruhu da bünyesinde taşır. Libido, şehvetin kullandığı vites kolunun adı ise, onun sayesinde beslenen dokular, yaratıcılığa kestirme yoldan ulaşma imkanı buluyorlar.
            Şehvet çılgınlığı ve şehvet sarhoşluğu çekici bir ikilidir. Bu tadı yansıtmak, isteyenin soft, isteyenin "hard" yolu seçerek tamamlayabileceği bir keyiftir.
            Şehvetin tadı, hem şekerli, hem acı... Hem akışkan, hem pütürlü, hem yasaklı elma, hem de Tanırı'nın buyruğudur. Şimdi sıra o tadı kendine rağmen zapt etmeye, sunmaya, teşhir etmeye gelmiştir! 

Teşhir, sizler onu gezmedikçe, yaymadıkça, duyurmadıkça, bomboş bir eylem olarak kalır. Bu nedenle, acilen "Şehvetin Tadı"nı almaya bekleniyorsunuz...




Açılış: 7 Mart 2011, Pazartesi 18:00 - 21:00
Yer: Piramid Sanat (Feridiye Cad. No:23-25 Taksim)

Bilgi İçin;

Tuba Kurtulmuş
0212 297 31 15 - 20 – 21
info@piramidsanat.com             tuba.kurtulmus@gmail.com

“ŞEHVETİN TADI”


“ŞEHVETİN TADI”

7 Mart - 26 Nisan 2011

Türk Çağdaş sanatının önemli isimlerinden; Şükran Moral, Bedri Baykam, Taner Ceylan, Barış Cihanoğlu, Bahri Genç, Deniz Gökduman, Mustafa Karyağdı, Temür Köran, Burhan Kum ve İlke Kutlay  “Şehvetin Tadı” isimli sergi ile bir araya geliyor.

"Şehvetin Tadı"na farklı kokular, renkler, dokular ve sahneler üstünden ulaşmaya çalışan 10 sanatçının işleri, izleyicilerde de şehvetin ya da onun içinde gezinen aşk, erotizm, pornografi veya güçlü flört dürtüsünü ne kadar uyandırabilecek?

Bu sorunun yanıtını alabilmek için küratörlüğünü Bedri Baykam’ın yaptığı sergiyi
7 Mart - 26 Nisan 2011 tarihleri arasında Piramid Sanat’ta gezip tozmak gerekecek!

Bahara girerken bundan daha iyi bir sergi alternatifi sunan var mı dersiniz?

İşte Baykam'ın sergiyi sunan satırlarından bir seçki;

            Kadın, şehvetin gizli mimarı ve patroniçesidir... Tam olayın saydam görünmez kahramanı. İlk ateşin tüm olayı tetikleme anından, nihai sonuca kadar bu değişmez. Şehvet anı, dış tahrikten beyine düşen ilk tılsımlı emre kadar muhteşem bir tazelik koruyan esrarengiz bir saha oluşturur. Bu sahanın kapsadığı alanın en kilit sorularından biri de şudur: Orgazm, 6. duyu mudur? Beş duyudan kesin farklı olduğuna göre, bence bu sorunun yanıtı "evet"tir. Libido ve sanatsal yaratımın reddedilemez beraberlikleri anarşist ve avangard ruhu da bünyesinde taşır. Libido, şehvetin kullandığı vites kolunun adı ise, onun sayesinde beslenen dokular, yaratıcılığa kestirme yoldan ulaşma imkanı buluyorlar.
            Şehvet çılgınlığı ve şehvet sarhoşluğu çekici bir ikilidir. Bu tadı yansıtmak, isteyenin soft, isteyenin "hard" yolu seçerek tamamlayabileceği bir keyiftir.
            Şehvetin tadı, hem şekerli, hem acı... Hem akışkan, hem pütürlü, hem yasaklı elma, hem de Tanırı'nın buyruğudur. Şimdi sıra o tadı kendine rağmen zapt etmeye, sunmaya, teşhir etmeye gelmiştir! 

Teşhir, sizler onu gezmedikçe, yaymadıkça, duyurmadıkça, bomboş bir eylem olarak kalır. Bu nedenle, acilen "Şehvetin Tadı"nı almaya bekleniyorsunuz...




Açılış: 7 Mart 2011, Pazartesi 18:00 - 21:00
Yer: Piramid Sanat (Feridiye Cad. No:23-25 Taksim)

Bilgi İçin;

Tuba Kurtulmuş
0212 297 31 15 - 20 – 21
info@piramidsanat.com             tuba.kurtulmus@gmail.com

SONER YALÇIN, AKSOY VE “AKREPLER” / Bedri Baykam / 1 Mart 2011 tarihli Cumhuriyet gazetesi makalesi..


SONER YALÇIN, AKSOY VE “AKREPLER” / Bedri Baykam
         Soner Yalçın, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu Ergenekon’dan tutuklandılar… Kamuoyu vicdanı yine ikna olmadı ve ağır bir yara daha aldı… Yalçın, “içeriden” yani Silivri 4 No’lu L tipi Cezaevi’nin F2 koğuşundan kaleme aldığı son yazıda dostlarının kendisine “gazetecilikte ısrar edersen, seni cezaevine atarlar” diye uyardıklarını hatırlatıyor. Ama o bu ikazlara prim vermedi. Çünkü onun kendi vicdanı ve onuru, hiçbir iptidai korkuya boyun eğemezdi.
         Soner bugün aydınlara şu mesajı yolluyor: “Bozun şu tertibi, bu ülke buna layık değildir”. “Farklı düşüncelerde olabiliriz” diyor ama esas konuya şu kritik sözlerle temas ediyor: “Ya insan kalmayı sürdüreceğiz, ya da korkak bir akrep gibi yaşayacağız. İçeri atılan Soner Yalçın değildir, hepinizin onurudur, vicdanıdır, özgürlüğüdür. Bizi kimse merak etmesin. Biz bu soğuk dört duvara dayanırız”. Barış Pehlivan da “dışarıda” olan kimi “meslektaşlarının” yanıt veremeyeceklerini bilmelerine rağmen sarf ettikleri sorumsuz sözlere katlanamıyor. “Hoşgörünün kıblesi” olduğunu söyleyen Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’nin “Oh olsun!” tavrını, Radikalde Eyüp Can’ın yayınlamadıkları CD'ler hakkındaki iddialarını hazmedemiyor…
         Ben Sonerler'in içeri alınma süreçlerinde Haberturk’te Didem Yılmaz’ın Hüseyin Gülerce ile yaptığı röportajı kanım donarak dinledim: “Onlar da OdaTV’de çok tek taraflı yayın yapıyorlardı, karşı görüşlere yer vermiyorlardı”(!). Duyan zanneder ki yandaş basın her gün muhaliflerle röportaj dizileri yayınlıyor! Bir “insan-gazeteci” nasıl bu sözleri bir tutuklamanın “gerekçesi” olarak ulu orta kullanabiliyor, anlayamadım!. Allah akıl fikir versin! Halbuki ne beklerdik? “Evet ben de çok yadırgadım, OdaTV sitesi sorumlularına gazetecilik mesleği faaliyetleri ve hatta CHP’lilerle veya Nihat Genç gibi yazarlarla temasları hakkında soruların sorulabilmesine, bu kabul edilemez bir tavırdır, ne olursa olsun” filan demesini, hatta belki içinden farklı düşünse bile (!), demokrat görünme uğruna bunları söylemesini beklerdik… Ne gezer! Yandaş medya halk diliyle, “debriyajı sıyırmış”.
             Gülerce bu gafa imza atarken Emre Aköz de Pazar günü “Ergenekon puştları”ndan söz edebildi, sütunundaki “gazetecilik” faaliyetlerinde! Bu artık bilincin karardığı andır. Demokrasi-hak hukuk gibi kavramların gündeme gelemeyeceği bir “hükümet yağcılığı”teşhiridir. Yine yandaşlar Kılıçdaroğlu’nun “Nerde bu örgüt, ben de üye olayım” sözlerini birinci dereceden okuyup espriyi yok sayarak yazılarına, rezil TV nutuklarına malzeme edebilmişlerdir! Ve bu sözleri Baykal’ın “Ergenekon’un avukatıyım” sözlerine bağlarken de, bu cümlenin Erdoğan’ın “Ben Ergenekon’un savcısıyım” sözüne doğal tepki olarak sarf edildiğini bile balık hafızalarıyla unutabilmişlerdir! Aralarından biri çıkıp “Size ne yahu, Halk TV’yi alır ya da almaz, konuyu sulandırmayın, inandırıcılığı kalmıyor” bile diyememiştir. İşte bu noktada Emin Çölaşan çok haklı olarak Yalçın’ın CHP’li Baki Özilhan’la bu konuda neler yazıştığının kimler tarafından nasıl izlendiğini ve bunu “yandaş”lara kimin servis ettiğini, bu suçu işleyenlerin de nasıl olur da bulunamadığını soruyor!
         Bazı gazetecilerin moda tavrı “Yalçın’ı hiç sevmem ama bu iş yanlış” sözleri veya “Bana ne, o da başkalarına saldırmasaydı” şeklinde kaçış taktikleri üzerine kuruludur. Bu tabii bana neyi hatırlatıyor? “'İnsanlık Anıtı'nı ben de sevmiyorum ama bu saldırı keşke yapılmasaydı böyle”cilerle ,”Ben o anıtı hiç sevmiyorum ve o adama yardım etmem” diyecek kadar konudan kaçış adına vicdanını kapatmış sözde aydın müsveddelerini hatırlatıyor… Yahu sana anıt hakkında estetik görüşünü soran mı oldu? Ne alakası var? Ayrıca “Kötü sanat eserleri yok edilsin” diye bir kanun mu çıktı? Sanat ortamımızda bu falsoya imza atan ciddi bir kesim var. Bir kısmı “yetmez ama evet” saçmalığının mahcubiyetini hala taşıyorlar, bir kısmının da bu konuda beyinleri “terk”!
         Geçen Çarşamba “korkak akrep” gibi yaşamayan aydınlarla Akatlar Kültür Merkezi’nde bir araya gelip “İnsanlık Anıtı Neden Yıkılamaz” konusunu irdeledik. UPSD’nin paneline katılım ve coşku düzeyi yoğun boyutlardaydı… Bugün Salı akşamüstü saat 18-21 arası ise, Ankara’da Galeri Kara’da, Mithatpaşa caddesi 48/B adresinde, geçenlerde İstanbul’da sergilenen “”İçim Parçalanıyor” sergimi “sanat-yurt-severler”le buluşturacağım. Soner, Barış, Mustafa, Tuncay, Mehmet, Hikmet hepsi aramızda olacak… Kimisi tuallerde, kimisi gönlümüzde…
 

SONER YALÇIN, AKSOY VE “AKREPLER” / Bedri Baykam / 1 Mart 2011 tarihli Cumhuriyet gazetesi makalesi..


SONER YALÇIN, AKSOY VE “AKREPLER” / Bedri Baykam
         Soner Yalçın, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu Ergenekon’dan tutuklandılar… Kamuoyu vicdanı yine ikna olmadı ve ağır bir yara daha aldı… Yalçın, “içeriden” yani Silivri 4 No’lu L tipi Cezaevi’nin F2 koğuşundan kaleme aldığı son yazıda dostlarının kendisine “gazetecilikte ısrar edersen, seni cezaevine atarlar” diye uyardıklarını hatırlatıyor. Ama o bu ikazlara prim vermedi. Çünkü onun kendi vicdanı ve onuru, hiçbir iptidai korkuya boyun eğemezdi.
         Soner bugün aydınlara şu mesajı yolluyor: “Bozun şu tertibi, bu ülke buna layık değildir”. “Farklı düşüncelerde olabiliriz” diyor ama esas konuya şu kritik sözlerle temas ediyor: “Ya insan kalmayı sürdüreceğiz, ya da korkak bir akrep gibi yaşayacağız. İçeri atılan Soner Yalçın değildir, hepinizin onurudur, vicdanıdır, özgürlüğüdür. Bizi kimse merak etmesin. Biz bu soğuk dört duvara dayanırız”. Barış Pehlivan da “dışarıda” olan kimi “meslektaşlarının” yanıt veremeyeceklerini bilmelerine rağmen sarf ettikleri sorumsuz sözlere katlanamıyor. “Hoşgörünün kıblesi” olduğunu söyleyen Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’nin “Oh olsun!” tavrını, Radikalde Eyüp Can’ın yayınlamadıkları CD'ler hakkındaki iddialarını hazmedemiyor…
         Ben Sonerler'in içeri alınma süreçlerinde Haberturk’te Didem Yılmaz’ın Hüseyin Gülerce ile yaptığı röportajı kanım donarak dinledim: “Onlar da OdaTV’de çok tek taraflı yayın yapıyorlardı, karşı görüşlere yer vermiyorlardı”(!). Duyan zanneder ki yandaş basın her gün muhaliflerle röportaj dizileri yayınlıyor! Bir “insan-gazeteci” nasıl bu sözleri bir tutuklamanın “gerekçesi” olarak ulu orta kullanabiliyor, anlayamadım!. Allah akıl fikir versin! Halbuki ne beklerdik? “Evet ben de çok yadırgadım, OdaTV sitesi sorumlularına gazetecilik mesleği faaliyetleri ve hatta CHP’lilerle veya Nihat Genç gibi yazarlarla temasları hakkında soruların sorulabilmesine, bu kabul edilemez bir tavırdır, ne olursa olsun” filan demesini, hatta belki içinden farklı düşünse bile (!), demokrat görünme uğruna bunları söylemesini beklerdik… Ne gezer! Yandaş medya halk diliyle, “debriyajı sıyırmış”.
             Gülerce bu gafa imza atarken Emre Aköz de Pazar günü “Ergenekon puştları”ndan söz edebildi, sütunundaki “gazetecilik” faaliyetlerinde! Bu artık bilincin karardığı andır. Demokrasi-hak hukuk gibi kavramların gündeme gelemeyeceği bir “hükümet yağcılığı”teşhiridir. Yine yandaşlar Kılıçdaroğlu’nun “Nerde bu örgüt, ben de üye olayım” sözlerini birinci dereceden okuyup espriyi yok sayarak yazılarına, rezil TV nutuklarına malzeme edebilmişlerdir! Ve bu sözleri Baykal’ın “Ergenekon’un avukatıyım” sözlerine bağlarken de, bu cümlenin Erdoğan’ın “Ben Ergenekon’un savcısıyım” sözüne doğal tepki olarak sarf edildiğini bile balık hafızalarıyla unutabilmişlerdir! Aralarından biri çıkıp “Size ne yahu, Halk TV’yi alır ya da almaz, konuyu sulandırmayın, inandırıcılığı kalmıyor” bile diyememiştir. İşte bu noktada Emin Çölaşan çok haklı olarak Yalçın’ın CHP’li Baki Özilhan’la bu konuda neler yazıştığının kimler tarafından nasıl izlendiğini ve bunu “yandaş”lara kimin servis ettiğini, bu suçu işleyenlerin de nasıl olur da bulunamadığını soruyor!
         Bazı gazetecilerin moda tavrı “Yalçın’ı hiç sevmem ama bu iş yanlış” sözleri veya “Bana ne, o da başkalarına saldırmasaydı” şeklinde kaçış taktikleri üzerine kuruludur. Bu tabii bana neyi hatırlatıyor? “'İnsanlık Anıtı'nı ben de sevmiyorum ama bu saldırı keşke yapılmasaydı böyle”cilerle ,”Ben o anıtı hiç sevmiyorum ve o adama yardım etmem” diyecek kadar konudan kaçış adına vicdanını kapatmış sözde aydın müsveddelerini hatırlatıyor… Yahu sana anıt hakkında estetik görüşünü soran mı oldu? Ne alakası var? Ayrıca “Kötü sanat eserleri yok edilsin” diye bir kanun mu çıktı? Sanat ortamımızda bu falsoya imza atan ciddi bir kesim var. Bir kısmı “yetmez ama evet” saçmalığının mahcubiyetini hala taşıyorlar, bir kısmının da bu konuda beyinleri “terk”!
         Geçen Çarşamba “korkak akrep” gibi yaşamayan aydınlarla Akatlar Kültür Merkezi’nde bir araya gelip “İnsanlık Anıtı Neden Yıkılamaz” konusunu irdeledik. UPSD’nin paneline katılım ve coşku düzeyi yoğun boyutlardaydı… Bugün Salı akşamüstü saat 18-21 arası ise, Ankara’da Galeri Kara’da, Mithatpaşa caddesi 48/B adresinde, geçenlerde İstanbul’da sergilenen “”İçim Parçalanıyor” sergimi “sanat-yurt-severler”le buluşturacağım. Soner, Barış, Mustafa, Tuncay, Mehmet, Hikmet hepsi aramızda olacak… Kimisi tuallerde, kimisi gönlümüzde…